Erdoğan Mitrani
‘Ubu Roi / Kral Übü’
Yenilikçi bakış açısı ve kullandığı sıra dışı sahne sanatları teknikleriyle sadece beş oyunla genç Türk tiyatrosunun en önemli toplulukları arasına girmeyi başaran, pandemi sebebiyle çalışmalarına geçtiğimiz iki yıl ara veren Sarı Sandalye, Fransız yazar Alfred Jarry’nin (1873-1907), hınzır ötesi mizah anlayışı ve tüm mantık sınırlarını zorlayan absürt bakış açısıyla, sadece Absürt Tiyatro’nun değil, 20. yüzyılın gerçeküstücü, dadaist ve absürt edebiyat yaratılarının da öncüsü, dünya tiyatrosunda çığır açmış başyapıtı ‘Ubu Roi / Kral Übü’nün (1896) yeni uyarlamasıyla muhteşem bir dönüş yapmıştı.
Kültürel görevleri, normları, eğilimleri tersyüz eden, müstehcenlikle flört eden, çılgın ve karanlık güldürü Kral Übü’yü, Sarı Sandalye’nin kurucularından Doğa Nalbanoğlu, yepyeni bir dramaturgi çalışmasıyla, popülist iktidarların yükseldiği, muktedirlerin siyasi ve toplumsal alanda tüm kuralları hiçe saydığı, keyfiliğin arşa çıktığı çağımıza uygun şekilde yeniden yazarak güncelleştirmişti.
Ödüllü yönetmen Nalbanoğlu, Polonya Kralı Venceslas’ı suikastla öldürüp yerine geçen Ana ve Baba Übü’nün hikâyesini, tek aksesuarın yerdeki taç olduğu, tacı her kafasına geçirenin ‘Übü’ oluverdiği, böylece fırsatı her ele geçirenin ‘übü’leşebileceğini simgeleyerek yorumlar. Yöntem, zaten karmaşık olan öyküyü tam bir kaosa çevirse de pırıltılı giysiler içinde, olağanüstü bir fiziksel doğaçlamayla hem sözlerin hem bedensel hareketin izini süren yalınayak başı kabak ekibiyle bu kaosu öylesine ustalıkla yönetir ki, sonuçta oyun kusursuz bir bütünlüğe, absürt, açık seçik bir anlaşılıra dönüşür.
Sarı Sandalye’nin Kral Übü’sü, Absürt Tiyatronun önde gelen klasiklerinden birinin, hem Jarry’nin özüne sadık, hem de güncellenmiş, gençleşmiş, uyarlamanın çok ötesine geçmiş nefes kesici bir yeniden yazımı, yılın en etkileyici çalışmalarından…
‘N’olcak Bu Yusuf Umut’un Hâli’
Yusuf Umut’un tanımlayamadığı ama vaz da geçemediği bir özgürlüğün peşinde, çekyatlardan, kurallardan, sınırlardan kurtulma yolculuğunun öyküsü olan ‘N’Olcak bu Yusuf Umut’un Hâli’ oyununu Hakan Emre Ünal ile Alis Çalışkan yazmış, Nezaket Erden ile Ayşe Draz yönetmiş.
Tiyatro Hemhâl’in pandemi sonrası ilk oyunu, sadece Yusuf Umut’un öyküsü değil, başta tiyatromuzun dünya tatlısı çifti Hakan Emre ve Nezaket olmak üzere tüm ekibin tiyatro aşkının, sahne özleminin de hikâyesi.
Hakan Emre Ünal, seyircinin içini ısıtan gülümsemesiyle “Çok güzel ya…Çok güzel…” der demez, oyunu izleyiciyle anlatıcı/oyuncu arasında interaktif bir özleme ve buluşma olayına dönüştürür, olağanüstü sempatisi ve bitmez tükenmez enerjisiyle çıktığı bu yolculuğa izleyici artık seyircisi olarak değil yol arkadaşı olarak eşlik ediyor. Nefes kesici performansı anlatılır gibi değil. Mutlaka izlemek gerekir.
‘Almost Equal To / Nerdeyse Eşittir’
Tiyatro tutkusuyla kumbaracı50 atölyelerinde buluşan gençlerin kurduğu Tiyatro•da’nın ilk çalışması, ‘İstila’ ve ‘Kardeşlerimi Arıyorum’ oyunlarından tanıdığımız Jonas Hassen Khemeri’nin adını bir matematiksel terimden alan, kapitalizme müthiş sert ve saldırgan biçimde karşı çıkan, çok sayıda tartışmalı tema içeren, güçlü trajikomik oyunu ‘Nerdeyse Eşittir’.
Tüm yaşananların parayla bağlantılı olduğu oyunda, para dünyadaki en şeytani nesne olmasa bile, açgözlülüğün, yozlaşmanın, çaresizliğin katalizörüdür. Amaç paraya ulaşmak değil, bu kirli nesnenin getireceği güce ve özgürlüğe sahip olmaktır. Khemiri fukaraları kahraman olarak görmez. Çoğunun en büyük düşmanı yine kendileridir. Cesaretle değil, umutsuz bir çabayla yalan söylerler, hırsızlık yaparlar, kendileri dışındakileri yargılarlar, saldırgan davranırlar, tüm yaptıklarında da kendilerini haklı bulurlar.
İsmail Sağır, umutsuzluğun bir duygu değil bir durum olduğu, paranoyanın, şiddetin, sahtekârlığın sadece ötekilere değil bireyin kendisine de yöneldiği bu acımasız dünyayı didaktik bir tonlamayla değil, neredeyse şiirsel bir anlatımla yansıtır. Gencecik topluluk, kusursuz bir uyumla tokat gibi metne teatral derinlik kazandırır. Kimsenin öne çıkmadığı, ama herkesin çok başarılı olduğu dört dörtlük ekip oyunculuğu müthiş etkileyicidir. Aygen Tezcan’ın, işini geri alabilmek için neredeyse cinayet işleyebilecek bir kadının, yerine işe alınan ve kaza geçiren kadınla hastaneye gidiş hikâyesini büyük rahatlıkla aktarması ise kolay unutulacak gibi değil.
‘Kalanlar’
Itır Karabulut‘un yazdığı, Yeşim Özsoy‘un yönettiği ‘Kalanlar’da, farklı yaş ve karakterde beş kadın bir yaz günü, günümüz Adana’sında, üzerinden belli bir vakit geçmiş, yedisi yapılmış bir cenaze evinde buluşurlar.
Merhumenin biri ellilerinde diğeri otuzlarında iki kızının, otuz yaşındaki gelininin, yaşlı eltisinin ve son yıllarda bakıcılığını üstlenen ailenin emektarının, evi kapatma, son kalan eşyaları toparlama ve bölüşmesi sürecinde eşyalarla ve birbirleriyle ilişkileri, trajikomik bir tonlama ile beş sahnede anlatılır. Ölenin en küçük kızının yalnız kaldığı finale dek, beş kadının birlikte olduğu ilk bölüm, her sahnede birer kişi eksilerek yinelenir. Yinelemeler tekrar değil, çoğu repliklerin tekrarlanmasında farklı ayrıntıların ortaya çıktığı, aynı sözcüklerin farklı duygular ve tonlamalarla söylendiği birer çeşitlemedir.
Aynı olayın farklı yaşanıbilirlikleri teatral olarak, müzikal bir ana tema ile çeşitlemeleri biçeminde yansıtılır. Her çeşitlemede, ölenin ve kalanların geçmişteki ilişkileri bir miktar daha açığa çıkarken, her karakterin ayrıntılı ve derinlikli kişilik portreleri çizilir.
Yeşim Özsoy bu sıra dışı öyküyü, sıra dışı hibrid bir yöntemle sahneler. Hikâyenin ana hatlarının / ana temanın ortaya çıktığı ilk sekans, ödüllü yönetmen Özgürcan Uzunyaşa’nın senaryosunu Yeşim Özsoy’la birlikte oluşturduğu, beş kadının da oynadığı bir kısa film olarak izlenir. Etkileyici girişin en heyecan verici tarafı, yılların oyuncusu Suna Keskin’in eltiye getirdiği muhteşem yorumdur. Filmin ardından diğer dört oyuncunun canlı performansı olarak gelen çeşitlemelerde, çağdaş sanatçı Eda Soylu’nun tasarladığı, her geçişte eşyalarla değişen ve dönüşen enstalasyon dekor, oyuna aktif olarak katılır.
‘Fairfly’
İspanyol yazar Joan Yago’nun, günümüz girişimcilik kültürüne ironik bir bakış açısı getiren oyunu ‘Fairfly’, işsiz kalmak olasılığı karşısında farklı bir girişim yapmaya karar veren dört meslektaşın yaşadıkları üzerinden, para kazanma tutkusunu, başarı saplantısını, neo-liberal söylemleri sorgulayan absürt / gerçekçi bir kara komedi.
Yıllardır bebek maması üreten aile şirketi, tüketim ürünleri sektörünün günümüzdeki hızlı gelişimine uyum sağlamakta zorlanarak küçülmek, belki de kapanmak durumundadır. Şirket çalışanlarından otuzlu yaşlarında dört beyaz yakalı arkadaş, işsiz kalma tehdidine karşı önce şirketteki işlerini savunmak için savaşmaya, sonra da eninde sonunda kapıya konacaklarını düşünerek, farklı bir bebek maması üretimini, kendileri yapmaya karar veririler.
Belirli bir tür sinek larvasını hava geçirmez ortamda büyütüp fırına vererek, elde edilen undan ürettikleri mama, lezzetli ve ucuz olmasıyla epey tutulur. Minik bir atölyede başlayan imalat giderek 80 kişilik fabrikaya dönüşür.
Oyunu fasit daireye çevirerek başa döndüren parlak finalde, her ‘tutan’ ürünün daha ucuz ‘çakma’sının piyasaya sürüldüğü acımasız rekabet ortamında, başarı öyküsünün devam edip edemeyeceği ikilemi, vahşi kapitalizmin dişlileri arasında yok olma olasılığı sorgulanır.
Yago, iş dünyasının baş döndürücü değişim hızını sahneye taşımak amacıyla oyunu, beş yıllık süreci bir saate sıkıştıran, masa etrafında geçen kesintisiz tek bir sekans olarak tasarlamış. Mark Levitas’ın müthiş derinlikli, tempolu ve hareketli sahnelemesinde her zamansal atlamayı ustalıkla var eden Atakan Akarsu, Begüm Akkaya, Tuğçe Altuğ, Barış Gönenen, sesleri, yüzleri ve tüm bedenleriyle nefes kesiciler.