Dilan Kater
OPUSlab Tiyatro, ilk oyunu olan Kuzgun Uykusu’yla prömiyer yaptı. Devrim Pınar Gürbüzoğlu‘nun kaleme aldığı oyunun yönetmeni Ahmet Ayaz Yılmaz. Dekor ve kostüm tasarımı Deniz Göl‘e ait. Performanslarıyla seyirciyi hayran bırakan Koray Doğan ve Nilgün Usta’yı da tebrik etmeli, enerji oldukça yüksekti.
Distopik Evren…
19. Yüzyılın sonları… Yeni bir kavram geleceğe yönelik ideal dünya ümidini, yani ütopyayı sarsıyor. Dünya öyle bir hal almış ki, ideal olan ne geçmişte ne de gelecekte aranabilir. İnsanların aklında yalnızca kötünün de kötüsü var. Pandora’nın kutusundaki son kelebek kanatlarını hızla çırpıyor, dışarı çıkmak için yalvarıyor. Ancak kutu, ağır kilitlerle okyanusun en derin çukuruna atılmış. Umut denilen kavram artık düşünülemiyor bile, tamamen unutulmuş…
Peki nedir umudun bu denli büyük düşmanı? Onu biz insanlara unutturan nedir? Platon’un Devlet’inden beri süregelen ideal olana ulaşma arzusu, her ihtiyacın karşılandığı, refahın egemenliğini coşkuyla sürdürdüğü iyimser ütopya neden kayboldu? İlerlemeci anlayışlarla ortaya konulan, Endüstri Devrimi ve beraberinde hızla nükseden kapitalizm gibi olgularla birlikte insanlık 20. Yüzyılda iki büyük savaş yaşadı. Güven denilen şey ortadan kalktı. İnsanlık karamsar olana sürüklendi. Şimdi kim düşünebilir ki ideal olan, pırıl pırıl ve mutlu bir geleceği? Karamsarlık, hayata böyle nüfus etmişken, güvenli bir alan bırakmamışken sanatçılar sarsılan inançlarını göstermekten başka ne yapabilirler?
Distopya üzerine kurulmuş evrenlerde, tarihsel olarak çok da uzağa gitmeye gerek yoktur. Kuzgun Uykusu’nun da dediği gibi “Dünya, hiç de uzak olmayan bir gelecekte; küresel ısınma, asit yağmurları ve salgın hastalıkların etkisiyle kıyameti yaşıyor!” Peki neden “Hiç de uzak olmayan” bir gelecek? Neden 5049 yılına gitmiyoruz? Bu belki ütopya için geçerli olabilir, keza ideal olana ulaşmak için uzun bir zaman ve çaba gerekecek. Ama cehennemvari bir evren sanırım hepimize daha tanıdık, daha yakın. Kötüden iyiye ulaşmak oldukça zor; ancak kötüden daha kötüye evrilmek için bir kelime bile yeterli olabilir.
Ölüler kuzguna dönüşüp turunculaşmış gökyüzünde özgürce kanat çırpıyorlar… Tom Willie‘ye söylüyor, Willie de bize… Willie bu kurmacaya inanıyor, peki ya biz? Gökyüzünün saflığı, canlılığı kalmayınca özgürlüğe ulaşmak için ölüm son çare mi? Yoksa insan eliyle yaratılan bu cehenneme mahkum muyuz? Kuzgun Uykusu’nun bu konuda başarılı bir tartışma alanı yarattığını söylemek isterim.
Kuzgun imgesine bir de zeka konusunun tartışılmasında rastlıyoruz. Söylenene göre bu canlılar, biz insanlardan daha zeki bir hale gelmiş! Kimlik kaybından dolayı bir bakıma kendi kendilerini yetiştirmek zorunda kalan oyun kişilerimizin ilkel düşünce biçimi burada karşımızda çıkıyor. Tom‘a göre bu kuşların beyni yenmeli, ancak bu şekilde hafızalarının eski gücüne sahip olabilirler. Ancak ablası (!) Alva’nın bir kuzguna dönüştüğünü düşünen Willie için bu menü pek de cazip değil. Tatlı bir karşıtlık yaratılmış, düşünce farklılıkları ortaya konmuş ancak bir izleyici olarak devamını da görmek isterdim. Ortaya konulan durum, ilginç bir ortam yaratmak için oldukça uygun ve yaratıcı ancak devamı gelmiyor, kesilip unutuluyor. Yenilen beyinler şimdi nerede? Tom artık eskisinden daha mı zeki?
Öykü ve Oyun…
Tom ve Willie, herkesten, herşeyden uzakta kendilerine kurdukları bir hikayenin içinde yaşıyorlar. Asit yağmurlarıyla hırpalanmış evrende, DNA bazındaki telomer hastalığıyla savaşım içindeler. Geçmişleri olmadığı gibi bir gelecekleri de yok. Günleri fare avlamakla ve unutmamak için kendi kendilerine geliştirdikleri beyin jimnastikleri ile geçiyor. Asit yağmurlarından kaçmak için çökme tehlikesi olan sarı eve sığınıyorlar, arada, aslında bir korkuluk olan Bayan Preston’la konuşup oyunlarına üçüncü bir kişi dahil ediyorlar.
Peki Tom, Willie ve Bayan Preston kim? Nereden, nasıl gelmişler buraya? Oyun her soruya cevap vermiyor. Telomer aşınması ve asit yağmurları nedeniyle dünyanın bulanık bir hal aldığı biliniyor. Hastalık nedeniyle kimliklerini kaybeden iki insan ve bir korkuluk bu bulanık dünyada hayatta kalmaya çalışıyorlar. Bir süre yalnız başına yaşayan Tom, Willie ile tanışınca bir amaç kazanıyor. Willie’yi yanında tutmak…
Biraz hafıza konusu hakkında konuşmak gerek. Nitekim kahramanlarımız hafızalarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıyalar, anıları onları yarı yolda bırakmış. Zihinleri büyük bir karmaşa içinde, arada sırada bu karmaşa bedenlerini dürtüyor. Bu durum onların yaşamlarında ne gibi sıkıntılar oluşturuyor? Hafızanın başlıca görevi, deneyimlerin ve bilgilerin gerektiği zaman yeniden hatırlanması ve kullanılması. O halde hafıza için, insanın en önemli savunma mekanizmasıdır demek yanlış olmayacaktır. Bu savunma mekanizmasından yoksun Tom ve Willie’nin önemli bir farkları var. Tom, yakın geçmiş zaman hakkında Willie’ye göre daha fazla bilgiye sahip. Bu nedenle yine kendi tabiriyle uçan makineler gökyüzünde göründüğünde kaçması gerektiğini hesaplayabiliyor. Ancak tüm bu cehennem içinde Willie, Tom’un onun için hazırladığı evrenden başka bir şey bilmiyor. Bu nedenle bir nevi Tom’a bağımlı, o olmadan hayatta kalması pek de olası değil. Kişilerin bu durumdan doğan zıtlıkları hikayeyi başarılı bir şekilde dengelemiş ancak yine de Tom ve Willie’nin bu ayrımının nedenselliği açıkta bırakılmış. Onlar hakkında biraz daha bilgiye ihtiyacımız var sanki…
Tenessee Williams’ın Dikkat Çökme Tehlikesi oyununun, Kuzgun Uykusu içinde kullanılması, başka bir oyunun kurgusuyla bütünleşmesi oyuna ilginçlik katmış, anlatılmaya çalışılan kimlik kavramını desteklemiş. Kahramanlarımız hayata tutunma, hayatı adlandırma çabası içinde Tennessee Williams’ın kalemine sığınıyorlar… Tabi Tom ve Willie’nin yanında korkuluğa atfedilen Bayan Preston kimliği de işin eğlenceli tarafını oluşturuyor, aynı zamanda yalnızlığı imgeliyor. Tom’un yarattığı Dikkat Çökme Tehlikesi’yle bütünleşen evren, Willie için heyecan verici, önemli bir umut ışığı. Bu evrene ve yeni kimliğine körü körüne bağlanıyor, ablasının ölümünün ardından bir kuzgun olarak geri döneceğine de inancı sonsuz çocuk ruhlu Willie’nin. Ancak ablası da bir oyun, Bayan Preston da… Bu, “ Gerçek olan ne?” sorusunu atıyor ortaya. Kuzgunlar mı? Tom ve Willie mi? Yoksa uçan makineler mi? Oyun sonunda biz seyirciler bunun hakkında biraz düşünmeliyiz sanırım. Nitekim Kuzgun Uykusu, düşünmek ve tartışmak için parlak alanlar yaratıyor. Oyun içinde oyun kullanımı, Kuzgun Uykusu’nun Tom’un anlatımına dayalı tutumunu biraz olsun hafifletmiş, oyunsallığı güçlendirmiş.
Postmodern anlatımda sıklıkla karşımıza çıkan parçalı yapıyı Kuzgun Uykusu da kullanmış. Artık seyirciye olaylar silsilesinden ziyade durumlar sunuluyor, sahnelenen evren en ince ayrıntısıyla anlatılmak isteniyor. Ancak parçalı yapıyı, birbiriyle alakalı olmayan sahnelerin sıralanması olarak algılamamak gerekir. Parçalı yapının kendine özgü bütünselliği ve bir anlamı vardır. Seyircinin algılama biçimi kışkırtılır ancak bir ipucu, bir bağlantı noktası (seyirci görse de görmese de) vardır. Kuzgun Uykusu’na parçalı yapı olarak bir bakalım: Arada sırada Tom’un sorgu sahnesine gidiyoruz, bir an Willie ve Tom’un tanışma hikayesi canlandırılıyor, ardından Willie‘nin Bayan Preston’la tek kişilik sohbeti atmosferi değiştiriyor… Yaratılan evrenin barındırdığı kaos, parçalı yapı tekniğiyle anlatılmaya çalışılmış ve bu parçalı yapı oyuncuların performansıyla desteklenerek yumuşak bir geçiş sağlanmaya çalışılmış. Ancak seyirciye bütünü anlamak için bir alan bırakılmıyor; algı kışkırtılmıyor yalnızca savruluyor. Bu da seyircinin kafa karışıklığına yol açıyor ne yazık ki…
Kuzgun Uykusu, yaratılan evren, ilginç oyun kişileri, görsel olarak beklentileri karşılayan sahne tasarımı ve olay örgüsüyle seyirciyi şaşırtıyor ama bir o kadar da büyülüyor. Bilim kurguyu ve distopyayı bir de tiyatroda izlemeye ne dersiniz? O halde bu gösterimi kaçırmayın derim!