Ahmet Yapar
“Karanlık zamanlarda şarkı da söylenecek mi?
Elbette, şarkı da söylenecek, karanlık zamanları anlatan.”
Bertolt Brecht
Geçtiğimiz günlerde ülkemizde yaşanan deprem felaketiyle birlikte hepimizin başı bir kez daha aynı toprağa düştü, aynı acıya gömüldü. Uzak / yakın akraba, eş dost, tanıdık tanımadık demeden ulusumuzun tüm halkları yardıma koştu, dayanışmayı büyüttü. Yani bir kez daha görüldü ki devlet mekanizması çöktü, halk kendi yarasına kendi merhem oldu. Devletin tüm kurumsal eksikleri, çürümüş rant, irinli erk ve liyakatsiz yapısı yeniden hayatımızı alt üst etmeye yetti. Acılarımızı ve gözyaşlarımızı katmerlendirdi. Peki bu öfke sorunsalı tam olarak nereye kusulmalıydı? Bu yazıda bu tür felaketler sonrasında az da olsa normalleşen hayat akışında sanat kurumlarının neden “normalleşemediği” normalleşmek isterken neyi eline yüzüne bulaştırdığını tartışalım isterim.
Eski bir söz bize bir girizgâh yapsın; hafıza i beşer nisyan ile maluldür. Yani insan; unutur! Aslında karşılaşılan her felaket sorunsalında toplumsal hafızanın diri tutulmadığı, toplumun unutkan olduğu ve yıllardır yaşamının tüm alanlarında ya tarafsın ya bertaraf şiarıyla eğilip büküldüğünün altını çizmek gerekir. İktidar da toplumun unutma süresini ve gündemi kısa tutmada oldukça başarılı. Haliyle kitleler bir felaket ile karşı karşıya kalınca hesap sormanın ne demek olduğunu, hesabı kime soracağını psikolojik travmalarla es geçebiliyor, bir zaman sonra hayat normale dönünce yani yaşanılanlar unutulup, ateş sadece düştüğü yeri yakınca sorgulama başlıyor. Sosyal medya kuvvetli bir silah, insanlar burada gördükleri, duydukları haberler sayesinde birilerini çok kolay şekilde “kahraman” birilerini de “düşman” ilan edebiliyorlar. Öyle ki bir yerden sonra yani ok yaydan çıkınca kimin kime saldıracağı pek belli olmuyor. Hepimiz potansiyel olarak kafasında elma taşıyan kobaylara dönüşüyoruz. Yaydan çıkmış ok yönünü şaşırıp şak diye bizim de alnımızın ortasına saplanabilir. Nitekim öyle de oldu!
Son zamanlarda pek sık söyler olduk şu cümleyi; duyar kasmak! Duyarlı olmanın tadını kaçırmak anlamında bir argo söz işte. Sosyal medyanın gündelik dilimize kazandırdıklarından! Çok iyi birisin derken “adamın dibisin” demek gibi işte… Her şeyin olumsuzlandığı bir çağda ve toplumda bir şeyi olumlarken bile kullanılan dil, söz ve eylem de olumlu olacak değil ya! İşte bu dilin yarattığı insan profili ile karşı karşıya bir savaşın içindeyiz. Hayatında bir kez bile sanatsal bir aktiviteye bilet almamış, gördükleri ve duydukları şey televizyon ve sosyal medyada gördüklerinden başka olmayan, tamamen kulaktan dolma bilgi ile hareket eden, fikri, bilgisi yok ama her şeye yorumu olanlar deprem felaketinin üzerinden bir süre geçince işlerinin paylaşımını yapan kurumlara öfke kusmaya başladılar. İşin trajik yanı ise özel sanat kurumları da gereksiz bir mahcubiyetle, özür, üzgünlük mesajları ile “ama biz de işimizi yapmak zorundayız” gibi fazla açıklayıcı mesajlar yayınladı. Kimi özel sanat kurumu oyunu yapalım ve gelirini depremzedelere bağışlayalım kampanyası başlattı. Kazandığını demeyeceğim, masraflar, vergiler vs. çıktıktan sonra elinde kalan son üç beş kuruşu derneklere bağışladılar. Toplumsal öfke ve linç öyle çığırından çıkmış ki, yanlış anlaşılma korkusundan, tepki alma çekincesinden özel sanat kurumlarını daha da içine kapattı, sindirdi, susturdu.
“Şimdi sırası mı? / Böyle bir dönemde tiyatro – konser mi yapılır? / Siz de vicdan yok mu? / Para gözünüzü bürümüş, ahlâksızlar! … gibi tepkiler geldiğinden ve geleceğinden çekinen sanat kurumları yasal yas süresinin dışında kendi inisiyatifleri ile Şubat Ayı boyunca gösterimlerini iptal ettiler. Zaten moral olarak çöküntü yaşayan toplumda kimse böyle aktivitelere bilet alıp gelmeyecekti, gelmezdi de! Birilerinin tepki vermesine gerek yoktu oysa, sadece yası yaşayan, moral olarak çöküntü yaşayan insanların kalbi vardı da sanatçıların kalbi yok muydu?
Elbette ki sanatçı da acısını içine gömerek işini yapmaya devam edecek, çünkü devlet baba hepimizi ortak acıda buluşturmaya devam ediyordu. Bu felaketler ne ilk ne de sondu. Bir günah keçisi seçilecekse sanattan, bilimden başlanmalıydı ki öyle de oldu zaten. Kafasını kuma gömenler kendi güvenli ortamını yaratmıştı bir kere! Gardını alamayanlar acilen savunma yapmalıydı. Çünkü oldukça insani ve vicdani bir durumla karşı karşıya kalındı, değil sanat faaliyetleri, hayat durmalı… Kesinlikle; hayat durmalı, birileri hayatın tüm akışını durdurmalı! Sadece bir eğlence aracı olarak görülen sanatsal aktiviteler değil, her şey düzelene kadar hiçbir şey normalleşmemeli. Bunu da örgütlü bir şekilde ve hep bir ağızdan bağırarak, öfkeyi doğru yere göstererek yapmalı.
Neyi konuşmuyoruz? Misal; Geçtiğimiz yıllarda Marmaris’te yaşanan yangınlarla ilgili pek çok tartışma gündeme gelmişti. Orman yangınları büyüdü, harlandıkça harlandı. Yangın söndürme uçaklarının bakanlık envanterinde olmadığına ne kadar tepki gösterildi? Oysa saraya kaç uçak alınmıştı! Devletin yangına müdahale edemeyişine değil de yılın on bir ayı köleler gibi çalışan ve sadece bir aylık yıllık izninde yani “tatil hakkında olan” yangına denk gelmiş, sahilde ailesiyle rakı içip balık yiyenlere kızıldı. Açıkhava tiyatrolarında etkinlik yapılmasına öfkelenildi. Devletin yapamadığı şeyi bahçe hortumuyla, kova kova taşıdıkları sularla söndürmeye çalışanlar kahraman oldu! Bunu konuşmuyoruz…
Van depreminden sonra devlet başkanına enkaz altında kalan bir çocuğun fotoğrafını hediye edeni, maden kazalarından sonra madencilerin tablolarını hediye olarak alanı ve her felaket sonrasındaki “kader” söylemlerini konuşmuyoruz, onlara tepki vermiyoruz ama yaşanan acı olaylardan sonra gösterimine devam etmek zorunda olan sanat kurumlarına demediğimizi bırakmıyoruz. Hatay / Maraş depreminden sonra enkaz altına kalan, yitip giden çocuklar için molozların üzerine renkli balonlar koyulmasını, acıyı ve öfkeyi romantize etmeyi, hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşanmamış, hiç aksaklık olmamış gibi davranılmasını, milli birlik ve beraberlik hamasetini toz pembeleştirmeyi ihmal etmeyip hüzünlü müziklerle sosyal medya postları paylaşmayı konuşmuyoruz, bunların travmatik, insan psikolojisine zararlı ve gereksiz olduğunu düşünmüyoruz, söylemiyoruz.
Çok ünlü sanatçıların bağış kampanyalarındaki çabası elbette değerli fakat merkez bankasının bağış yapmasını, enkaz altındaki cesedin cebindeki parasını bile, yine o bölgelere bağışlamasını konuşmuyoruz. Deprem vergilerinin ne olduğunu soran gazeteciye dönemin bakanın “duble yol yaptık” demesini ve o yolların nasıl çöktüğünü konuşmuyoruz. Rant odaklı projelerin yandaş müteahhitlere hangi şartlar altında verildiğini tartışmıyoruz.
Depremden sonra yağma, talan, hırsızlık olaylarının önüne geçilemeyip bir şiddet sarmalına dönüşmesini, hukuku hiç edip adam dövmeyi bir gövde gösterisine dönüştürmeyi, şiddet pornosu çeken bu insanların kim ve hangi hakla güvenlik sağladığını, ırkçılığı ve nefreti teşvik etmelerini sorgulamıyoruz tam tersi eline sağlık diyenlerin paylaşımlarına destek veriyoruz. Özel sanat kurumlarının kıçı kırık paylaşımlarının altına demediğimizi bırakmıyoruz ama!
Yukarıda saydığım tüm toplumsal, politik meseleler kadar, toplumun öfkesinin direnme gücü zayıf olan sanat kurumlarına kusması da elbette politiktir. Zaten öfke ve şiddet zayıf ve güçsüz olana uygulanır, güçlü olanın karşısında haklıyken de susulur, çünkü toplumsal korku kitlelerin iliklerine kadar işlemiştir. İşte bu minval üzerine sanat kurumları da cesaretleri kırılmış şekilde oyunların güncel tarihlerini, bu işten para kazanmaları gerektiğini, bilet satmak zorunda olduklarını belirtirken ezilip büzülerek; üzgünüz, acımız büyük ama bilet satmak zorundayız, bu halde bile mesleğimizi yapma gayreti içindeyiz gibi açıklamalarda bulunuyor. Çünkü zayıfız… Çünkü gücümüz yok. İşte bundan dolayı insanlar sosyal medyada bize çatıyorlar! Sanatçı dostlarım, gösterimine ara verdiğimiz oyunlarımızın güncel tarihini paylaşırken mahcubiyet duymamıza, ne kadar acı içinde olduğumuzu belirtmemize gerek yok. Kim bundan şüphe eder ki? İşimizi yapmak bizim sorumluluğumuz ve bu işten para kazanıp geçiniyoruz. Utanması gereken biz değil, sorumluluk almayıp istifa etmeyenler olmalı! Kaygılarımız, üzüntümüz tarifsiz. Hepimiz ortak gelecek kaygısında buluştuk. Ayağa kalkıp, ayakta kalıp tarihe notlar alıyoruz. Şimdi yeri mi, sırası mı; tam yeri ve tam zamanı! İleride bu yaşananları hatırlatacak olan biziz…
Aklımızı koruyalım, az kaldı. Bu sözü de bağıra çağıra söylemeliyiz. Bu topluma da “öfkeyi kime kusacağını” biz öğreteceğiz… Ama önce sanatçılar ve özel sanat kurumları olarak neden güçsüz, çaresiz ve zavallı gibi göründüğümüzü, bu toplumun karşısında neden bir sefilmiş gibi olduğumuzu tartışalım… Özeleştiri yapalım! Ve şunun altını bir kez daha çizmekte fayda var; toplum örgütlü ise sanat da örgütüdür, tek başına sanat örgütlenemez!!!