Erdoğan Mitrani
Şalom çarşamba günleri yayınlanan haftalık bir gazete olduğundan, yazılarımızı en geç pazartesi sabahı yazı işlerinde bulunacak şekilde hazırlarız. Yani, bizi milletçe yıkmış olan felaketten sonraki ilk yazım, geçen hafta yayınlanan değil, şu anda okumakta olduğunuz yazı.
Sadece yaralı ya da ölü çıkarılmış 100 bin kişi ya da çıkarılmayı bekleyen henüz nefes alan veya artık can vermiş 100 bini aşkın insan ve bölgede her türlü imkânsızlıkla savaşan depremzede kardeşlerimiz değil, onların anaları babaları, karıları kocaları, kızları oğulları, abileri ablaları, kardeşleri, akrabaları, arkadaşları tanıyanları da değil, sıcacık evlerimizde yiyip içip yataklarımızda uyuyabilsek de hepimiz o göçüğün altında kalmış durumdayız.
Bölgeyi dokuz saat arayla müthiş şiddetli iki farklı depremin vurması Kader’dir. Sayısız medeniyetin beşiği olmuş kadim Anadolu yarımadasının hâlâ hareket hâlinde genç bir zemin oluşu da Kader. Ancak, depremin şiddeti ve süresi ne olursa olsun, resmi bildirilerden öğrendiğimiz, 6500 binanın tamamen yıkılması, 12 bini aşkın meskenin göçmüş ya da kullanılamayacak derecede hasarlı olması Kader değil, suçtur. Bırakın Türkiye’nin bugünkü imkânlarını, ülkemiz bundan 60-70 yıl önce bile, en şiddetli depremlere dayanıklı binaların inşa edilebildiği bilgi ve teknolojiye sahip olmuştur. Yıkımların tek sebebi kötü malzeme, yetersiz çimento ve eksik demir kullanımıdır. Hele bu hırsızlama ‘tasarruf’ların inşaat maliyetinin ancak yüzde 3 ilâ 5’ini oluşturduğu düşünülürse, üç kuruş için sayısız canı kurban eden sözde inşaatçıların, ‘tedbirsizlik ve dikkatsizlikle ölüme sebebiyet’ten değil, ‘taammüden cinayet’ten yargılanması gerekmektedir.
Bir yandan yaşananlara kahrolurken, diğer yandan akıcı zeminlerde, dere yataklarında imar izni verenlere, depreme dayanıksız inşaatlara göz yumanlara, bu oluşumu çok sayıda imar affıyla körükleyenlere, kritik ilk 48 saat bölgeye yardım ulaştıramayan organizasyonsuzluğa hınçlanırken, “bu durumda tiyatro yazısı mı yazılır” diyerek bu hafta sütunumu sadece çok büyük puntolarla yukarıdaki başlıkla oluşturmaya niyetlendim.
Sonrasında sanatın sadece güzelliğin ve estetiğin aynası değil, umudun ve özgürlüğün sesi de olduğunu, en acılı ve karamsar anlarımıza teselli getirdiğini düşündüm. Özellikle tiyatro, öylesine ulvi bir oluşumdur ki, oyuncu, annesini ya da babasını kaybettiği günün gecesinde sahneye çıkar. Kısa bir yas süresinden sonra nasıl onlar tekrar “perde!” diyecekse, ben de tiyatro izlenimlerimi aksatmadan sürdürmeye karar verdim.
Milletçe başımız sağ olsun. Sanatın teselli edici gücüne sığınalım.
Koffi Kwahulé yeniden sahnelerimizde
‘Close up’
♪ Fee! Fie! Foe! Fum! ♪ Fee! Fie! Foe! Fum!
I smell the blood of a little girl. Kanının kokusunu alıyorum bir küçük kızın.
Be she ‘live, or be she dead, Canlı da olsa ölü de olsa
I’ll grind her bones to make my bread.♪ Kemiklerini öğüteceğim ekmeğimi yapmak için.♪
1956’da Fildişi Sahili’nde doğan, oyuncu, yönetmen, roman, deneme, oyun yazarı Koffi Kwahulé, Abidjan’da başladığı tiyatro eğitimine Paris’te devam etmiş, Sorbonne’da tiyatro doktorası yapmış. 1977’den bu yana yazmış olduğu 40’a yakın oyun dünyanın her tarafında sahnelenmiş, çok sayıda ödül kazanmış.
İlk metinlerinden itibaren, güncel şiddetin içinden çıkan, kapkaranlık bir mizah tadı içeren, müzikalitesi, yakıcılığı, caz ezgilerini çağrıştıran aksak ve hummalı ritmiyle alışılmış kuralları paramparça eden kendine has yazın diliyle dikkatleri çeken Kwahulé, başarıyla sahnelenen ‘Big Shoot’, ‘Arıza / Blue-S-cat’, ‘Bira Fabrikası / Brasserie’, ‘Ağaçların Kokusu / L’Odeur des Arbres’ oyunları sayesinde tanımış olduğumuz, İstanbul’u ziyaret ettiğinde keyifle sohbet ettiğimiz biri.
Türkiye’de sahnelenen ilk oyunu ‘Big Shoot’ un drama kurgu, dilimize tüm oyunlarını büyük başarıyla kazandıran oyuncu, çevirmen, yönetmen Ezgi Çoşkun, “tiyatro sahnesinin olanaklarının ve yaratıcılığının sınırlarını zorlamak, yeni bir şey denemek, oyuncu-beden-zihin üzerine yıllardır yapılan çalışmaları aktarmak, yeni yazarların metinlerini çevirerek sahnelemek” amacıyla 2022’de kurduğu Hokuscorpus’da Koffi Kwahulé’nin tek erkek oyuncu için yazdığı ‘Close up’ı yönetiyor. Hokuscorpus web sitesinde, Türkiye’de belki de tüm dünyada Koffi Kwahulé’yi en iyi bilen ve anlayan sanat insanlarından, Close up’ın çevirmeni Ezgi Çoşkun’un oyunla ilgili kapsamlı ve derinlikli bir incelemesi var. Bu yazıda, kişisel izlenimlerim kadar bu çok özel çalışmadan alıntılar da yer almakta.
Close up, cinayetlerine ara verdiği üç yılın ardından yeniden harekete geçen Ezekiel’in, kaçırdığı son kurban Little girl / Küçük kızı öldürmeye hazırlandığı süreç boyunca, izleyiciyi pedofil, tecavüzcü, nekrofil seri katilin belleğinde ve anılarında yolculuğa çıkaran bir oyun.
Kwahulé günümüz ataerkil toplumunun, erkek egemen sistemin ürünü Ezekiel’i, yaşadığımız vahşet çağında işlediği cinayetleri örtbas edebilen, hiçbir ölümcül suçtan yargılanmayan, bedel ödemeyen modern insanlığın simgesi olarak görür. Aynı anda canavar, katil, iyi eğitimli oğul, iş sahibi, kurban, sanatçı, peygamber olan Ezekiel’in kadına bakışını, kadının fantezilerindeki yerini, yaradılıştan bu yana erkeğin temsil ettiği bütün arketiplere ‘close up / yakın plan’ yaparak sorgular.
Kwahulé’nin kişisel ‘yakın plandan’ yola çıkarak evrensele uzanan çok katmanlı metninde, hikâyenin bireysel olmadığı, insanlığın, kimi zaman hastalıklı, kimi zaman takıntılı, kimi zaman tekinsiz yozlaşmasının da öyküsünü anlattığı hissedilir. Ezekiel’in belleğindeki bu yolculuk, insanlık tarihinin ilk katiline, günümüzün boşalmış semalarında Tanrı’nın yargılayan gözünün artık tehdit etmediği / edemediği Kâbil’e kadar uzanarak, çağcıl toplumların barındırdığı şiddeti, bireyi şiddetten koruyamayan yozlaşmayı açığa çıkarır.
Aramızda yaşayan, bizimle aynı kırmızı ışıkta bekleyen, aynı meyhanelere giden, aynı cenazelerde ağlayan, aynı tap dansı kurslarına giden Ezekiel, bıraktığı tüm ipuçlarına karşın henüz polis tarafından yakalanamamıştır. Ancak cinayetlerini birer sanat eseri olarak gördüğü, artık yıllarca tasarladığı başyapıtını nihayet yaratacağına inandığı için, açığa çıkmaya, başyapıtını insanlarla paylaşmaya kararlıdır. Dileği, hiçbir telif hakkı beklemeksizin, sadece “anlatmak adına, bir şey kanıtlamak, kendisini savunmak için değil”, Hollywood ile hikâyesini paylaşmak, “anne, kedi, baba, köpek, çocuklar, kırmızı balığın ekran karşısına geçip izleyebileceği bir aile filmi” çekilmesini sağlamaktır.
Close up’un metni de kendine has biçemi yüzünden farklı bir algılama şekli gerektirir. Klasik jazz tarzını ve temalarını metinlerine ustalıkla yedirmiş olan Kwahulé, bu ayrıksı, huzur bozucu monoloğu, her paragrafın başka bir sese dönüştüğü, aykırı çeşitlemelerin karmaşık ilişkisinin üç seri leitmotif / nakarat (çektim, gördüm, vurdum / neden annenin memelerini bu işe karıştırdı ki / kardeşimi öldürmeliydim) ile düzenlendiği, cesur ve sert tınıların iç içe geçtiği bir jazz solosu olarak var eder.
Bu müzikal soloyu büyük ustalıkla yöneten şef / yönetmen Ezgi Çoşkun, tek enstrümanı Ulaş Akşit’ten müthiş bir performans elde eder. Pandemi öncesinden Tatavla Sahne’den hayal meyal anımsadığım Akşit, sağlam oyunculuğu, temiz diksiyonu, başarılı beden diliyle gerçekten çok etkileyicidir. Koffi’nin belirttiği gibi, henüz bir Fred Astaire olmasa bile, tap dansta bir profesyonel kadar usta. Yakışıklı, temiz yüzlü, yirmilerinin ikinci yarısında görünen bu gencin yorumunda en heyecan verici taraf, sahneye girer girmez yarattığı huzursuzluk ve tedirginlik duygusudur. Ezekiel’in iç dünyasını müthiş inandırıcılıkla yansıtırken aşıladığı korku, çaresizlik ve şüphe izlenimi, izleyicide kalkıp kaçma isteği uyandırır. Tempoyu hiç düşürmeden, devamlı arttırarak yarattığı gerilimli ‘crescendo’, son zamanların izlediğim en ilginç oyunculuk gösterilerinden biri.
Tedirgin edici, huzur bozucu, konusu ve farklı anlatım biçemiyle soluk soluğa izlenen değişik bir oyun. Sahneleme ve oyunculuk müthiş. Yılın en önemli tiyatro olaylarından. Mutlaka izlenmeli. 27 Şubat Bahçe Galata ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde.