Erdoğan Mitrani
Festivalin dans ve dans tiyatrosu üç etkinliğinden Akram Khan´ın benzersiz gösterisi ´Jungle Book Reimagined´den daha önce söz etmiştim. Bu yazıda diğer ikisine ait izlenimlerimi aktaracağım.
Artemis Danza Pasolini’nin 100 yaşını kutlu(yamı)yor
‘Fuochi Segreti / Gizli Yangınlar’
İstanbul Tiyatro Festivali, İtalyan sinemasının efsane yönetmeni Pier Paolo Pasolini’nin doğumunun 100. yılını, dâhi yönetmenin benzersiz dünyasını dansla yorumlayan ‘Fuoch Segreti / Gizli Yangınlar’ ile kutluyor(muş!). Usta koreograf Monica Casadei’nin merakla beklenen yapımı, dünya prömiyerinden hemen sonra İstanbullu izleyicilerle buluşacak(mış!).
Tanıtımdaki bu heyecan verici haberin ardından, farklı sanatsal, kültürel ve coğrafi alanları keşfe önem veren Monica Casadei’nin kurduğu Artemis Danza’nın kırkı aşkın orijinal yapımı olduğunu, Dante ve Fellini’ye adanmış projelerin yanı sıra çağdaş opera ve bale yorumlarının övgülerle karşılandığını okuduğumuzda ‘Gizli Yangınlar’ merak ve heyecanla beklemeye başladık.
Ne yazıktır ki bekleyiş büyük hüsranla sonuçlandı. Müzikle birlikte ara ara Pasolini’nin şiirlerinin de seslendirildiği performansta, yaklaşık 70 dakika boyunca, kadınlı erkekli dokuz dansçının, şiirlerle pek ilişkisi olmayan dans gösterisi, koreografi ve dans olarak düzgün bir çalışmaydı ama, devinimlerinde edebiyatın ve sinemanın aykırı dehası Pasolini’yi ne görebildim ne de hissedebildim.
Kitaplarını okumuş, tüm filmlerini defalarca izlemiş, filmleriyle ilgili çok sayıda atölye çalışması yapmış biri olarak, iyi tanıdığım büyük ustayı 100. yaşı vesilesiyle bari ben anmaya çalışayım:
5 Mart 1922’de Bolonya’da doğan, sanat tarihi ve edebiyat öğreniminin ardından genç kuşağın en yetenekli şairi ve romancısı olarak ödüller alan Pier Paolo Pasolini, yaşı 40’a merdiven dayamışken edebiyatın kendisini ifade etmekte yetersiz kaldığını hissedip 1950’lerden beri senarist olarak katkıda bulunduğu sinemanın idealindeki anlatım aracı olduğunu kararlaştırır, 1961’de ilk filmini yazıp yönetir,
12 yılda hemen hepsi başyapıt düzeyinde bir düzine kurmaca, sekiz belgesel ve çok sayıda kısa filmle sinemanın dâhi yaratıcıları arasında yer alır.
“Bütün bu filmleri bir ozan olarak yönettim” diyen Pasolini’nin sinemanın gerçek şiirin bir türü olduğu fikri etrafında gelişen sanat anlayışı, yaşamı boyunca kendi içinde çelişkili, gelişme içinde ve devamlı eleştirdiği siyasetine koparılamayacak derecede bağımlı kalmıştır. İnsanlığı bir ‘Domuz Ahırı’ olarak gören Pasolini, mecazları, efsaneleri ve anlatım biçimiyle başarılı bir materyalist aydın sineması yaratır. Hıristiyanlığın ilk günlerini yeniden canlandırdığı ‘Aziz Matyas’a Göre İncil’de Marksist diyalektik ve Hıristiyan mitosu arasındaki ilişkiyi inceler ve İsa’nın öyküsünün geçtiği devirle çağımız arasındaki benzerliği vurgular. Vasiyet filmi ‘Salo’da en uç noktadaki insan sapkınlıklarını iç karartıcı biçemde ele alan “Marxist Katolik” Pasolini, hem şiirsel hem akıl almaz derecede sert ve katı olabilen filmlerinde kurulu düzenin tüm kurumlarına saldıran su katılmadık bir anarşisttir.
2 Kasım 1975’te Roma’nın sayfiyesi Ostia’da eşcinsellerin sık sık cinselliği satın almak için gittikleri bir barda gencecik bir çocukla tanışarak onunla bardan çıkan Pasolini’nin parçalanmış, başı kendi otomobilinin tekerleğiyle ezilmiş cesedi ertesi gün yakınlarda bir çöplükte bulduğunda, adamla bardan çıktığında farklı bir beklentisi olabilirmiş gibi,17 yaşındaki genç, “bana cinsel ilişki teklif etti, ben de onu öldürdüm” dediğinde, İtalyan adaletiyle düzenin bütün temsilcileri, tüm tutarsızlıklara rağmen cinayetin anlatıldığı şekilde işlendiğini alelacele kabul eder. Üzerlerinden çok büyük bir yük kalkmış, başta kilise olmak üzere düzenin tüm kurumlarına son derece etkileyici şekilde saldırmış olan anarşistten, en azından ‘görünürde’ ellerini kana bulamadan kurtulmuşlardır!
Sıra dışı başyapıtlar yaratmış, onlardan da sıra dışı bir hayat sürmüş bu çok özel dehayı sıradan bir dans gösterisiyle, üstelik yaşamına, kişiliğine, yapıtlarına doğru dürüst değinmeden, sadece Maria Callas’ın cama yansıyan Medea gölgesiyle, bizim asker uğurlamalarımızı andıran bir ‘pieta’yla ve don paça dolanan erkek dansçılarla anmak, kanımca hem bilgisizlik hem de nezaketsizliktir!
Euripides Laskaridis nihayet İstanbul’da
‘Titans / Titanlar’
‘kutsal ve dinsiz, törensel ve tekdüze, tanrısal ve şeytani […]; her tülü sınıflandırmanın ve nitelendirmenin dışında. Tiyatro değil, dans değil, performans değil ama her birinin doğasını paylaşmakta. Bu türler ötesi tür, tanımlanan ve tanımlanabilenin çerçevesinde müthiş etkileyici bir politik eylem. Birisi ya da bir şey olmayı saplantı hâline getirdiğimiz, şu veya bu biçimde cinsel, siyasal, mesleki ya da toplumsal aidiyet peşinde koştuğumuz bu zamanlarda bu tanımlanamamazlık, bu kimlikten kaçış, bizlere bir zamanlar ait olduğumuz, belirsiz ve çok yönlü, çoğul ama bölünmemiş, eksiksiz ve geniş kapsamlı bir doğanın yolunu açıyor.’
Enrico Pastore
Eleştirmenler tarafından Avrupa tiyatrosunun geleceğine yön verecek isimler arasında sayılan “absürt tiyatronun muazzam bir karizmaya sahip Yunan temsilcisi’ yönetmen, koreograf ve performans sanatçısı Euripides Laskaridis, Atina’da oyunculuk, Onassis Bursu ile New York’ta yönetmenlik eğitimi almış, 1995’ten itibaren Dimitris Papaioannou ve Robert Wilson gibi yaratıcı yönetmenlerle çalışmaya başlamış. 2000 yılında gerek sahne eseri, gerek kısa film olarak kendi yapıtlarını yönetmeye başlayan Laskaridis, 2009’da kendi topluluğu OSMOSIS’i kurdu.
Lineer bir çizgiye sahip olmayan oyunlarında, kim olduğumuz konusundaki kişisel vizyonunu kontrollü bir kaosla yansıtan Laskaridis, hiciv ve dönüşüm temalarını kullanarak insanlığın bilinmezlik karşısındaki varoluşunu keşfetmeyi, etraftaki sıradan nesneleri ve günlük hayatın türlü tortularını kırarak, çarpıtarak, kurcalayıp oynayarak ve yeniden var ederek beklenmediğe ulaşmayı amaçlar. Euripides’in uzamı bedenler aracılığıyla var olur. Eylem her zaman titizlikle yaratılmış, hem dokunaklı derecede gerçek, hem tartışmasız derecede hayali karakterlerin etrafında gelişir. Onların aracılığıyla aynı anda neşeli ve yürek parçalayıcı, grotesk ve derinden etkileyici, absürt ve ürkütücü olabilen dünyalar yaratılır.
Euripides Laskaridis’in yönettiği, koreografisini ve dekor tasarımını yaptığı ‘Titans / Titanlar’, kostüm tasarımını Angelos Mentis’in, müzik ve ses tasarımını Giorgos Poulios’un, ışık tasarımını Eliza Alexandropoulou’nun üstlendiği bir Osmosis yapımı.
Laskaridis’in trajikomik üçlemesinin ikinci oyunu ‘Titanlar’ aklın henüz oluşmadığı metafizik bir âlemde geçer. Eylem, tanımsız bir boşlukta, her şeyin başlangıcının çok öncesinden beri orada olan, şiş karınlı, geniş alınlı, cinsiyeti belirsiz bir kozmik varlığın etrafında gelişir. Bu evrende gülünç ile ciddi, önemli ile önemsiz, ışık ile karanlık sürekli yer değiştirir. Euripides Laskaridis’in canlandırdığı varlık yoldaşa ihtiyaç duyar. Yoldaş belki de kapkara giyinmiş, siyah maskeli, gölge gibi dolaşan karakterdir: (Dimitris Matsoukas)…
Her ayrıntısı sürpriz, şaşkınlık ve şefkat dolu ‘Titanlar’, belki düşte, belki bilinçaltında, belki de paralel bir evrende geçer. Bu büyüleyici oluşumu anlamsız ya da absürt bulmak tabii ki mümkündür. Kanımca düşü anlamaya çalışmak nasıl düşün büyüsünü bozarsa, ‘Titanlar’ı anlama çabası da büyüsünü bozacağından buna yeltenmemek, sadece duyumsamak gerekir.
Kendimi oyunun ritmine bırakarak izlerken müthiş heyecan verici bir keşifte bulundum, Sahnedeki her türlü nesne, çizgisel led ışıklardan parıltılı alüminyum kâğıtlara, stiropor plakalardan süpürülerek kar yağışına dönüşen plastik kumlara, karanlıktan aydınlığa, duman efektinden yangın efektine dekorun her elemanı giderek oyunun birer karakterine dönüştü.
Nesnelerin oyuncu olarak kullanılması gerçekten de müthiş etkileyiciydi.
Sonuç olarak hiçbir türe girmeyen, benzersiz, olağanüstü bir gösteri oldu. Kanımca festivalin en iyisiydi. Umarım önümüzdeki yıllarda üçlemenin diğer iki bölümünü de izleriz.