Erdoğan Mitrani
New York Harlem’de doğan Arthur Miller (1915-2005), modern tiyatronun önde gelen yazarlarından biridir. Etkileyici bireysel dramaların yanında, çağının önemli toplumsal, siyasi, ahlaki sorunlarına müthiş etkileyici eleştiriler getirmişti. Bu eleştirel bakışın doruğu, ‘The Crucible / Cadı Kazanı’ (1953) oyunudur.
Miller’ın, 1952’de gerçek olaylardan yola çıkarak yazdığı Cadı Kazanı, hem 1692’de Salem kasabasında cadılıkla ve şeytanla işbirliği yapmakla suçlanan çok sayıda insanın idam edilmesinin öyküsüdür, hem de 1950’lerde çok sayıda sanatçıyı komünist olmakla suçlayan Senatör Joseph R. McCarthy’nin ve başkanı olduğu Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nin binlerce insanın yaşamını karartmasının metaforudur.
İBBŞT bu kez modern bir klasiği, topluluğun bugüne kadar hiç sahnelememiş olduğu Cadı Kazanı’nı repertuarına katıyor. Oyunu Altıdan Sonra Tiyatro’nun kurucu ortaklarından İBBŞT’nin 20 yıllık elemanı, oyuncu, yönetmen, yazar, eğitmen Yiğit Sertdemir yönetiyor.
Oyunu izlemeden önce, ‘Leonce ile Lena’, ‘Kral (Soytarım) Lear’, ‘İnsandan Kaçan’, ‘III. Richard’, ‘Hayvan Çiftliği’, ‘Faust?’, ‘Hayalet Kumpanya’, ‘Cyrano De Bergerac’ gibi klasik metinlere, ruhlarını ve özlerini koruyarak çok parlak güncel yorumlar getirmiş olan Sertdemir’in Cadı Kazanı’nı yönetmek için en uygun kişi olacağını düşünmüştüm. Hemen belirteyim; beklentilerimi de aşan müthiş bir iş çıkarmış.
İzlenimlerime geçmeden önce oyunun konusunu kısaca anımsayalım:
İngiltere’den göçerek Massachusets’ın Salem kasabasına yerleşen en bağnaz Protestanlardan Püritenler şeytanın, tanrının ve meleklerinin görünmez dünyasının, yaşadıkları görünür dünya kadar gerçek olduğuna inanırlar. Çalışmanın ibadet, eğlenmenin günah sayıldığı, kadınların ikinci sınıf görüldüğü kasabanın baskıdan bunalmış yeniyetme kızları, bir gece Rahip Parris‘in yeğeni Abigail Williams’ın önderliğinde ormanda gizlice şarkılar söyleyip dans etmeye gider. Eğlencede sınırlar zorlanır, kişisel bir intikam peşinde koşan Abigail’in kışkırtmasıyla işin içine ruh çağırma ve kara büyü girer. Parris aralarında kendi kızı Betty’nin de olduğu çocukları ormanda yakalayınca Betty ruhsal sarsıntı geçirir.
Abigail çiftçi John Proctor’la eşi Elisabeth’in yanında çalışırken karısının uzun hastalığı sırasında John’u baştan çıkarmış, düzeldiğinde ilişkiyi fark eden Elisabeth onu evinden kovmuştur. Pişmanlıkla onu iten John’u tekrar elde etmek amacıyla karısını büyüyle yok etmeyi bile göze alan Abigail hem intikam almak, hem kendini ve diğer kızları kurtarmak için, şeytanın içlerine girdiğini, kasabadaki pek çok kadını da şeytanın yanında gördüğünü haykırmaya başlar. Diğer kızların kitlesel bir histeriyle ona katılmasıyla olaylar çığırından çıkar. Rahip Parris Beverley’de vaizlik yapan, büyü ve demonoloji uzmanı genç din adamı John Hale’i Salem’e çağırır. Hale Betty’nin durumunu çok güçlü sara krizi ya da etkin doğal afet olarak nitelendirse de kurban olacakken kurban etme gücünü elde eden kızlar, kazandıkları gücün farkına vararak kasabanın dengesini sarsarlar. Mahkemeler kurulur, duruşmaları yönetmeye Vali Danforth gelir, ‘bizden olmayanı yok etme’ güdüsü ile, yargı, inanç, ekonomi, ortak çıkarlar doğrultusunda birleşerek cadı avı listeleri oluşturur. Artık herkes her an cadı olarak görülebilir, başkasını o listeye eklemezse listede kendisini bulabilir. Aralarında Rebecca Nurse gibi kasabanın dindar, saygın ve namuslu kişileri de olmak üzere sayısız insan tutuklanır, bazıları idam edilir…
Cadılıkla suçlanan insanlar… tartışmalara, ardından işkencelere, nihayetinde de idamlara varan mahkemeler… çıkarları için listelerce insanları ölüme sürükleyen insanlar… inancı kullanarak; önce toplumsal yaşamı, sonra hukuku, nihayetinde onuru yok etmeye çalışan baştakiler… bunlara sebep olmayı yahut seyirci kalmayı seçen halk…
Bizde Cadı Kazanı adıyla sahnelenen oyunun İngilizce özgün adı ‘The Crucible’, madenlerin eritildiği büyük kazanlar için kullanılan bir sözcüktür. Metafor olarak oyunun her karakteri, çevre şartlarının oluşturduğu ısıda, zorluk ya da kolaylıkla eriyen bir metali simgeler. Korkunç ısıya en fazla direnenler, John Proctor ve Rebecca Nurse gibi, ölümle tehdit edilseler bile prensiplerinden fedakârlık etmeyen, zorlandıkları sahte itirafları reddedenlerdir.
Miller, dört perdelik oyununu dört ayrı mekânda ve dört ayrı zamanda tasarlamış. Oyun kızların ormanda basılmalarının ertesi günü Rahip Parris’in evinde başlar, ikinci perde kısa süre sonra Proctor’ların evinde, üçüncü perde bir ay sonra Salem’in mahkeme salonunda, son perdeyse üç ay sonra kasabanın hapishanesinde geçer.
Yiğit Sertdemir, ikişer sahnede iki bölümde sahnelediği oyunda, mekânları ve farklı zamanları yansıtan görsel işitsel bir alt yapı oluşturarak işe girişmiş, Metin Deniz’in sahne tasarımı, minimal teknik değişikliklerle çok kısa sürede dört farklı mekânı dâhiyane bir ustalıkla var eder. Bu dekor eminim ki işlevselliği ve görkemiyle, tasarımcısının ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’nde sahneyi boydan boya kaplayan, kimi zaman saraya, kimi zaman eve, kimi zaman dağa dönüşen dev yamalı yorganı gibi, tiyatro tarihimizin unutulmazları arasına girecek.
Nihal Kaplangı’nın çok başarılı kostümleri ve Kemal Yiğitcan’ın oyunu bağnaz Püritenlerin ruhunun karanlığını yansıtan bir alacakaranlıkta izleten müthiş ışık tasarımıyla Salem, tüm uğursuzluğuyla sahnede var oluyor. En başta kızların tam karanlıktaki çılgın ritüeline gümbür gümbür eşlik eden Emrah Can Yaylı’nın etkileyici müziği oyun boyunca tüm dramatik iniş çıkışları ustaca yansıtıyor.
Sertdemir, isabetli bir kararla, kariyeri kendisininkine çok benzeyen, tiyatronun 24 yıllık elemanı, Tatavla Sahne’nin kurucusu, yedi yıl önce Tatavla’da çok sağlam bir Cadı Kazanı sahnelemiş iş arkadaşı, dostu Eraslan Sağlam’a yardımcı yönetmenliği teklif etmiş. Yapımın mutfağında görev alan Sağlam, ayrıca duruşmaları nüfuzunu ve gücünü pekiştirmek için fırsat olarak kullanan, karşısına her çıkanı alelacele suçlu bulmaktan çekinmeyen mahkeme başkanı Danforth’u canlandırıyor.
Oyuncu yönetimi tek kelimeyle kusursuz, sahne trafiği ve grup hareketleri müthiştir. Başta sahne önünü dış yol olarak kullanan Sertdemir, Parris’in evine gidenlerle evin önünde toplananların ve evde yaşananların sözsüz oyunlarını, nefes kesici bir performansa dönüştür.
Cüneyt Gökçer’in 1969’da Ankara’da, ardından sıcağı sıcağına İstanbul’da yönettiği efsanevi yapımı coşkuyla, defalarca izlemiş biri olarak, Burak Davutoğlu ile Berna Adıgüzel’î, anılarımdaki Kerim Afşar’la Ayten Gökçer’i aratmayacak kadar başarılı bulduğumu belirteyim. Eraslan Sağlam giderek artan protestolara karşın yargılamaları durdurmadığı için Miller’in oyunun asıl kötü adamı olarak nitelendirdiği Danforth’a müthiş etkileyici bir yorum getirir. Proctor’ların hizmetçisi Mary Warren ile Abigail’i birbirinin antitezi olarak canlandıran Selen Nur Sarıyar’la Berfu Aydoğan etkileyici ve inandırıcılar. Tek sorunu cemaatteki durumunu korumak olan Parris’le doğrudan yana insancıl Hale’in karşıtlığını Ozan Gözel ile Onur Demircan başarıyla yansıtırlar. Kısa ama önemli Rebecca Nurse yorumu için Rozet Hubeş’e oyun sonrası söylediğimi tekrarlayayım. “Büyük ya da küçük rol yoktur ama büyük oyuncu vardır.”
Cüneyt Gökçer’in görkemli yapımını 28 yaşında bir gençken keşfettiğimde teatral anlatımın büyüsüne kapıldığımı, siyasal toplumsal eleştiriyi geri planda duyumsadığımı itiraf etmeliyim. Büyük prodüksiyon olmasına karşın, Yiğit Sertdemir oyunun çok daha çarpıcı olabilecek gösterişli teatral boyutunu iyice kısmış, ayrıştırma, ötekileştirme denilen felaketi, kendi bildiği yaşam tarzının dışındaki her davranışa düşman bağnazlığı göz önüne çıkararak Miller’in amacına çok daha yakın durmuş. Salem’de gerçekleşenlerin sadece McCarthy dönemiyle değil, bugünlerde yaşadıklarımızla neredeyse bire bir örtüşmesiyse çok rahatsız edici
Sonuç olarak hem bir başyapıta saygılı hem metnin söylemini bile aşan müthiş etkileyici çağcıl bir yorum. Sadece çok iyi bir metnin olağanüstü sahnelenmesi olduğu için değil, etrafımızda kaynatılan kazanlara “dur!” demek için de izlenmesi şart. 10, 11 Kasım Ümraniye, 1, 2, 3 Aralık Muhsin Ertuğrul ve sezon boyunca İBBŞT’de.