[Süreyya Karacabey’in ArtıGerçek’te yayımlanan yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz
Amed Şehir Tiyatrosu Kürtçe Oyunlar Festivali’ndeydim, festival kapsamında zaman ve tiyatro ilişkisi hakkında bir konuşmam vardı, zaman algısının tiyatroda nasıl biçimlendiği ve seyirciyi nasıl biçimlediği hakkında bir konuşma. Zamanların çokluğu ve tekilliği hakkındaydı.
Kronolojik zaman anlatısının nasıl bir suç ortaklığı hissi yarattığını anlatırken ve Benjamin’in tarih tezinden söz ederken tuhaf bir şey oldu, Dürer’in Melankoli Meleği bana kendi zamanı ile ilgili bir şeyler fısıldamaya başladı; usulca bir yuvarlanış, ölçülen zamanın dışında bir pıhtı gibi koyulaşan ve akmayan bir zamanın içine düştüğümüzü anlatan- bir fısıldayış. Sokaklarda Sur Kültür Yolu Festivali’nin ilanları ve bir gün sonra şehri ziyaret edecek ülke başkanının afişlerinin bulunduğu zaman ile benim algıladığım zaman arasında derin bir boşluk oluşmuştu, dışarının tarihsel zamanını bir şeyler durmadan kesintiye uğratıyordu.
Yaşlı bir adamın Kur’an okuyan sesinin uğultusu tiyatro salonunun içindeydi; Sur’un etrafını çevirip askerlerle korumaya aldıkları zamanın sesi, arkada ne olduğuna bakamadığımız günlerin sesi, orada dolaşırken arkadaşım demişti ki, yaşlı bir adam her sabah ezanında buraya gelip, bir taşın üzerine çıkıyor ve Sur’a doğru Kur’an okuyor. Yasın sesiydi onun sesi, dokunaklı bir imgesi Sur’un son demlerinin, biz salonda onun zamanının içindeyken, Sur’un yıkılıp yeniden yapılışını kutlayan festivalin zamanının dışındaydık. İki farklı zaman aynı yerde, birbirine hiç değmeden dururken, ortasında kalmış olanlar için başka bir zaman mümkün müydü?
Modern dram hep dirilerle ilgilidir, canlı olanların temsiliyle, oysa burada, arkaik zamanlardan kalan ölülerle konuşan başka bir tiyatro vardı. İran’dan katılacak olan grup gelmedi, gelemedi, iki oyuncusu tutuklanmıştı ve daha önce de onlarla çalışan iki kişi öldürülmüştü. Dram bir hareketin, eylemin taklidiydi, canlı eylemin taklidi. İran’ın oyunu sinevizyon biçimde izlendi, oranın zamanıyla bizim zamanımız birleşti ve içe doğru genişledi. Sanki her şey içe doğru genişlemeyle ilgiliydi, Sur’un geçmişinin zamanı, ölü oyuncuların zamanı, kurbanların zamanı.
Bir zamanlar çalıştığım bölümde okuyan çocuklar, kentlerine dönmüşlerdi, tiyatroyu orada yapmak için. Büyükşehir Belediyesi’nde kadrolu sanatçı oldular ve çok iyi işler yaptılar, bir gün kayyım atanıp her yeri boşaltana kadar. Onlar da Amed Şehir Tiyatrosu’nu kurdular.
Başka bir öğrencim Batman’a götürdü beni, orada yaşatmaya çalıştıkları tiyatroyu gösterdi, Batman’a ilk gidişimdi, aklımda sadece Mehtap Ceyran’ın Mevsim Yas romanından cümleler. Ortak bir zamanın içine düşenler birbirlerini yaralı kelimelerden tanıyorlardı, bir müddet misafir kaldım seslerinde, zamanın çabuk büyüttüğü çocuklara baktım, kederlerine kattıkları hevese, dışarıdaki zamanı tanımayan dirence baktım, kendi seslerini dinlemek için tiyatroya koşuyorlardı, dışarıda ise yabancı sesler.
Zaman hakkında konuşmayı sürdürüyordum, Bohrer’den alıntılayarak diyordum ki, “Öznel zamanın faktörleri ortadan kaldırıldığında, bütün bir metaforik-simgesel yas işaretleri zinciri ortadan kırılır.”
Baxtiyar Ali’nin Hüzünlü Kuşlar Kasrı’ndan uyarlanmış oyunda oyuncular diyordu ki: “ Ben Alan. Ben Xezal. Ben Hüseyin. Başka biri daha var, o hala uzakta…Heja. Biz üç farklı ülkeye tünemiş, aynı ülkenin üç kuşu. Bugün Amed’deyiz. (…) Koku ve ses…romanın bu iki ana öğesi, bu yolculuğumuzu yapma ve hikayemizi izlerle paylaşma isteğini doğurdu. Bu hikayede sesimiz bazen tanıdık bir rüzgarın sesi, bazen de tuhaf/yabancı bir ses olacak.”
Ben Bohrer’den sürdürüyordum, “Nesnel-tarihsel yasın pek çok ifadesi bize yalnızca edebiyatta aktarılır. İster Pers Kralı Darius’un ortadan kaybolan ordusu için tuttuğu yas, ister Perikles’in düşmüş Atinalılar hakkında yaptığı konuşma olsun. Bunlar bize yalnızca edebiyatta aktarılır.”
Tekrar ettim, öznel zamanın faktörleri ortadan kaldırıldığında, tekrar ettim, bütün bir metaforik-simgesel yas işaretleri zinciri kırılır. Tekrar ettim, Sur’un dibinde Kuran okuyan yaşlı adamın mırıltısını, tekrar ettim, onların ağladığına sen gülme, onların ağladığına gülersen insanlığımızı kuran bütün simgesel jestler boşluğa yankısız bir biçimde düşer. Tekrar ettim, her şeyin zamanı farklıydı, mekanların kokusu, bir şeyi hatırlamanın acılı yolu, başkanı karşılamaya gitmediği için ertesi gün işten atılan o Diyarbakırlı seyircinin kişisel zamanı, Batman’ın zamanı ve içeride büyüyen bir yumrunun kolektif zamanı.
Bu çocuklar tiyatronun teorik bölümünde okumuşlardı, onların zamanıyla zamanım kesişmişti ve orada doğup büyüyen seslerini yıkayan suların yarattığı kırılma yüzünden hiçbiri bir konservatuvara kabul edilmedi. Baxtiyar Ali’nin zamanı, seslerin zamanı. Tiyatronun zamanı, Mehtap Ceyran’ın bekleyişinin zamanı, sadece burada doğdukları için oyunculuk bölümlerine giremeyen oyuncuların zamanı. Aynı zamandaydık. Ayrı zamandaydık.