Kat Válastur
Çeviri: Ilgaz Berk Atasever
[16 Aralık’ta Çıplak Ayaklar Kumpanyası ile birlikte “Taşıdıklarımız/The things we carry” gösterisiyle Moda Sahnesi’nde izleyebileceğiniz Leyla Postacıoğlu’nun https://spread-magazine.
Leyla Postalcıoğlu ile 2014 yılında “Ah! Oh! A contemporary ritual” (Ah! Oh! Çağdaş bir ritüel) adlı eserim için performer ararken tanıştım. Leyla, içinden nazik ve şefkatli bir halde fışkıran sıcaklık ve coşkuyla doludur. Bulunduğu ortamı dengeleyen sakin bir iç güce sahiptir. Onunla daha ilk tanıştığımda hissettiğim bu duyguyu “Ah! Oh! A contemporary ritual” maceralarımız süresince de hep hissettim. Berlin’den gittiğinde irtibatımızı yitirdik çünkü hayat kopukluklar kılığına girmiş sürekliliklerle dolu. Yakın zamanda birbirimizi yeniden bulduk, hayatımızdaki gelişmeleri ve onun İstanbul’daki hayatının nasıl yeniden şekillendiğini konuştuk.
Almanya’ya ne zaman ve ne sebeple geldin?
İstanbul’da yaşayan bir gençken dansçı olmayı hayal ederdim. Bir gün bir VHS kasetinden Pina Bausch’un eserlerini izledim ve gördüklerimden çok etkilendim. Ondan aldığım ilham beni Almanya’ya götürdü. 2000 yılında Folkwang Sanat Okulu’nda dans eğitimi almak üzere Essen’e gittim.
Seninle Berlin’deyken tanıştık ve beraber çalıştık. Berlin’de kaç yıl yaşadın ve bu yıllarda hayatın nasıldı?
Uzun yıllar Kassel Devlet Tiyatrosu’nda dansçı olarak çalıştıktan sonra 2010 yılında Berlin’e geldim. Bağımsız bir dansçı ve koreograf olarak yaşamaya başladım. İlk yıllarımda fikirleri kavramsallaştırma konusunda pek bir şey bilmeden kendi işlerimi üretmeye odaklandım. Fon bulma konusundaki karmaşıklık cesaretimi kırdı ve çok geçmeden çoğunlukla dansçı olarak çalışmaya başladım. Birçok projede Meg Stuart ve Damaged Goods kumpanyasıyla ve sonrasında seninle beraber çalışmak Berlin’deki hayatımı çok güzel ve anlamlı kıldı. Birçok eser izliyor, prova yapıyor, dersler alıp atölyelere katılıyor, performanslar izliyor ve sinemaya gidiyordum. Berlin üretimlerim için dikkatim dağılmadan araştırma yapabileceğim bir yerdi. Ek iş olarak küçük bir oğlan çocuğuna bakıyordum. Onunla arkadaşlığımız benim için çok değerliydi. Essen’den en eski arkadaşım ev arkadaşım olduğu için de şanslıydım. Bisiklet sürmeyi çok seviyordum. Boş zamanlarımın çoğunu odamda, uzak mesafeli ilişkimi görüntülü aramalar üzerinden sürdürerek geçiriyordum. Şehrin gökyüzünü ve açık alanlarını çok seviyordum. Bir yalnızlık hissi hep vardı.
Türkiye’ye tam olarak ne zaman taşındın? Neden dönmeye karar verdin?
Kesin bir zamanı yok, her şey yavaş yavaş gelişti. Resmi olarak hala Berlin’de ikamet ediyor olsam da 2017’den itibaren evim dediğim yer İstanbul oldu. Partnerimi ziyaret etmek için sürekli Almanya ve Türkiye arasında seyahat ediyordum. 2015’ten itibaren, Meg Stuart’ın “Until Our Hearts Stop” eserinin turnesinde iken, özellikle Türkiye’de, travmatik olaylar birbiri ardına gerçekleşiyordu. Bu olaylara uzaktan tanık olmaya daha fazla dayanamadım. Benim için en önemli şey zor zamanlarda sevdiklerime yakın olabilmekti, kaybedecek tek bir an bile yok gibiydi. İçimde hep “ya bir şey olursa ve ben oraya ulaşamazsam” korkusu vardı. Bu korkum pandemiyle birlikte gerçek oldu. Neyse ki zaten İstanbul’daydım.
Senin için geri dönüş (return) nedir? (Sürgün hissi Almanya’dayken yaşadığın bir şey miydi?)
“Turn” ve “return” kelimelerinin Türkçe karşılığı aynı: dönüş. Döndüğümü (turn) düşünüyorum, böylece işler tekrar herhangi bir yöne gidebilir. Bu bana kendimi daha iyi hissettiren bir düşünce. Geri dönmek (return), en azından şimdilik, ana dilimi günlük hayatta kullanabilmek ve konuşurken, prova yaparken ve ders verirken daha spontane olabilmek demek. Geri dönmek (return) ilk defa hayal kurmaya başladığım yere, aynı zamanda da ilk defa fiziksel ve duygusal olarak canımın acıdığı yere dönmek gibi hissettiriyor. Burayla bağdaştırdığım eski yaralarımla yüzleşiyorum. Çoğunlukla Almanya’da yaşıyorken paralel hayatlar yaşıyor gibi hissediyordum; birinde stüdyolarda bana ilham veren arkadaşlarım ve meslektaşlarımla üretiyor, dans ediyor ve hayal kuruyordum, diğerinde ise Türkiye’den gelen haberleri takıntılı bir şekilde takip edip sevdiklerimi kaybetmekten korkuyordum. Arkamda yine sevdiğim insanları bırakıyor olsam da geri dönmeyi (return) hayallerimin, düşüncelerimin ve endişelerimin çoğu zaman aynı yerde olması olarak tanımlayabilirim. 92 ve 102 yaşlarında iki büyükannem var; 20 yıl ayrı kaldıktan sonra onlara yakın yaşamak bir geri dönüşün (return) işareti.
(Sürgünde zorunlu bir yer değiştirme söz konusu. Benim durumum bu değildi.)
Şimdi hayatın nasıl?
Bu kadar eğitmenlik yapacağımı hiç düşünmemiştim ama şu an bunu yapıyorum. Üniversitelerde dansçılara ve oyunculara çoğunlukla doğaçlama dersleri veriyorum. Bunun, dansçı olmanın organik bir uzantısı olduğunu ve Almanya’da edindiğim deneyimleri Türkiye’deki yeni karşılaşmalarımla bir araya getirmenin harika bir yolu olduğunu hissediyorum. Yerel sanatçılarla ve öğrencilerle eserler üretiyorum ve sahneye çıkmaya devam ediyorum. En son Francisco Camacho (EIRA) ve Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın işbirliği içinde çalıştım. Sürekli olarak değişen koşullar, kısıtlamalar ve acil durumlarla mücadele ediyorum ve finansal sebepler ve pandemi bunların tek sebebi değil. Artık bisiklet süremiyorum ama yürüyüş yaparken karşılaştığım birçok sokak kedisi ve köpeği var. Bu karşılaşmalar günümü güzelleştiriyor. Ayrıca hayatımda ilk defa evde kedilerle yaşıyorum. Bu son yılllarda başıma gelen en iyi şeylerden biri. Uzun zamandır hayalini kurduğum gibi hayatımı sevgilimle paylaşıyorum ve elimden geldiğince aile büyüklerimle ilgilenmeye çalışıyorum. Seyahat etmenin getirdiği mesafeler eskisi kadar olmayınca hayat farklı ve zorlayıcı geliyor. Bırakıp gitmemeyi öğrenmem gerekiyor.
Türkiye’deki sosyo-politik koşulların senin ve eserlerinin üzerinde ne gibi bir etkisi var?
Her hareketin veya eylemin eskisinden çok daha fazla enerji gerektirdiğini hissediyorum. Şiddetin bu denli arttığı, adaletin sürekli göz ardı edildiği, ekonomik krizin günbegün derinleştiği, hükümet politikalarından kaynaklanan toplu bir bunalımın yaşandığı birçok yerden birinde yaşarken, umuda ve iyimserliğe alan açmakta, hele de genç insanlarla çalışırken, son derece zorlandığım zamanlar oluyor. Umudu kaybetmemek için ve umutsuzluğa alışmamak için çok uğraşıyorum. Burada dans alanında dâhil olduğum bütün işler sosyo-politik durumun bir ifadesi ve ona bir yanıt gibi.
İstanbul’da dans ve sanatlar alanında kolektif bir dinamik var mı? Bu nasıl ortaya çıkıyor?
Dansın talep edilmediği, önemsenmediği veya sayılmadığı, ekonominin bir parçası olamadığı bir bağlamda herkesin kendini bu sanat formunu görünür kılmaya adadığı kolektif bir dinamik görüyorum. Dans yalnızca dansı var eden dansçılar olduğu için var. Dansın geleceği yalnızca kendi inisiyatifimizle var olabiliyor. Dansçılar zar zor geçiniyorlar, oysa dans güzelliği geliştirmek ve baskın güçlere karşı direnmek için, yani bu ülkede yaşamak için, hayati bir öneme sahip. Profesyonelliğe yönelik kasıtlı bir yaklaşım ve projelerin başlatılmasında kendiliğindenlik var. Dayanışma bu şartlarda gerçek olabiliyor. Ancak estetik anlamda bir birlikten söz edemeyiz.
Kadınlık bağlamında direniş yolları var mı? Bu, politik veya sanatsal olarak nasıl ortaya çıkıyor?
Kadın+’ların gittikçe güçlenen otoriter gidişata karşı en güçlü muhalefetlerden birini oluşturduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Kadın+’lar her alanda bir araya geliyor, kadın cinayetlerine, eril tahakküme ve tacize karşı seslerini yükseltiyorlar; eşit ücret talep ediyor ve en önemlisi, “kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye” ilişkin İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasında ısrar ediyorlar. Sanat çevrelerinde, sinema ve tiyatro alanlarından kadın+’ların #SusmaBitsin ya da “gösteri sanatlarında kadınlar” gibi adlar altında bir araya geldiklerinden pandemi sırasında haberdar oldum. Bu buluşmalarda deneyimler paylaşılıyor, ifşalar yapılıyor, temel kavramlar üzerine seminerler düzenleniyor, akademik çalışmalar ve kaynaklar paylaşılıyor, anketler oluşturulup duyruluyor, ekonomik dayanışma ağları kuruluyor, dava takipleri ve sosyal medya dayanışmaları sağlanıyor. Dans alanına baktığımda önemli temsilcilerin ve sınıftaki öğrencilerimin çoğunluğunun kadın+’lar olduğunu görüyorum. Bu durum illa ki kadınlık bağlamına vurgu yapmaz ama burada geçtiğimiz yıllardaki deneyimlerime göre, kadın+’lar stüdyolarda üretim yapmak için bir araya geldiğinde, bu sanat üretiminin ötesine geçiyor ve daha önce deneyimlemediğim şekilde bir sevgi ve dayanışma ağının içinde buluyorum kendimi.
Senin bireysel olarak direnme yolların neler?
Dans etmeye, önemsemeye, dinlemeye devam etmek; sevmek, yavaşlamak, tereddüt etmek ve hala Facebook veya Instagram hesabı açmamak. Son zamanlarda yaralanmaktan korktuğum için eylemlere katılamadım. Bir gün bu korkumu yenmeyi umuyorum.
Cynthia Madansky’nin “KALAN – What remains” adlı dans filmine bu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.madansky.com/filmography/kalan