Ahmet Ayaz YILMAZ
Onun adı Yücel Erten. Bu hikâye belki de soğuk bir sonbahar günü Anadolu’da başlıyor. Kahramanımız, 1945 yılının 19 Ekiminde, Enise hanım ve Mecit beyin çocuklarından biri olarak açıyor, o iri gözlerini dünyaya… Anadolu’da aldığı o ilk nefesin, onu yıllar geçtikçe şehirlere, bölgelere, ülkelere ve hatta kıtalara sığmayan bir rejisöre dönüştüreceğini nerden bilebilirdi ki… Onun Muş’tan Antalya’ya ve ardından Ankara’ya uzanan yolculuğunun kuşkusuz ki ilk önemi adımı; 19 yaşında kitaplarla dolu bir valiz ile Ankara Devlet Konservatuarı’nın Cebeci’deki o muhteşem binasına adım atması oluyor. Erten, konservatuvarda geçirdiği yıllarda Mahir Canova, Nüzhet Şenbay, Nurettin Sevin gibi Türkiye tiyatrosunun ilk taşlarını koyan hocalar ile yoğun bir eğitimden geçiyor. İstemi Betil, Enis Fosforoğlu, Şermin Hürmeriç, Cihan Ünal, Işıl Yücesoy gibi sayısız kıymetli sanatçı ile geçiyor yılları. Okurken bir an içimi çocuksu bir sevinç kaplıyor, benim de Ankara Devlet Tiyatrosu’nda ilk kez sahneye çıktığım, çok genç yaşta sahneyi paylaşma şansına eriştiğim Işıl Poyraz ve pek kıymetli rahmetli Mehmet Ege abi ile olan geçmişlerini öğrenince, tanışıklığın yarattığı hisle gözlerim sulanıyor… Başka kimler yok ki o dönemde, Nurşim Demir’den, Ayşe Akınsal’a, Can Gürzap’a, Çetin Tekindor’a derken, o dönemin sanat eğitiminin ne denli güçlü olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor insan…
1969 yılının Haziran’ında konservatuvar mezunları adına yaptığı konuşmada, “Sanatçı nedir?” diye soruyor Erten. Ve cevap ediyor: Sanatçı, mesleğini hayatın akışı içinde gerçek yerine yerleştirebilen bir düşünürdür. Sanatçı, sevgisini namusuyla, yüreğini aklıyla yoğurmayı başaran, aydınlığa uzanan bir savaşçıdır! Bu yıl 60. sanat yılını kutladığımız Türkiye Tiyatrosunun en üretken rejisörü olan Yücel Erten, o gün bu sözleri söyleyen genç adamdan bugüne dek, yazan, çeviren. oynayan ve yöneten bir sanat savaşçısı olarak geçiriyor bu 60 yılı. Ha, savaşmayı o ister miydi, sanmıyorum. Ne ile mi savaştı? Tutuculukla, cahillikle, köhneyen kurumlar ve sistemler ile koltuk sevdasına yenik düşen insanlarla… Belki tüm bunlar olur iken yer yer yenik düştüğünü de hissetti. Ancak tarih onu haklı çıkardı. O her savaşın altından yepyeni çeviriler, kitaplar ve rejiler ile çıktı. O her koşulda, bugün dahi üretmeyi, yol açmayı, el olmayı bırakmadı.
19 Ekim Çarşamba akşamı, Yazar ve Dramaturg Eren Aysan’ın koordinatörlüğünde İzmir Şehir Tiyatroları ekibi, Erten için sürpriz bir 60. Yıl kutlaması organize ettiler. Geceye Türkiye’nin dört bir yanından sayısız sanatçı, yazar ve gazeteci akın etti. Erten’in tedrisatından geçme şansına erişmiş, onunla çalışmış, onunla omuz omuza mücadele etmiş Ahmet Mümtaz Taylan, Hatice Aslan, Zafer Algöz, Sündüz Haşar, Selva Erdener, Turgay Erdener, Hüseyin Avni Danyal, Özge Borak, Selçuk Borak, Güvenç Dağüstün, Orhan Alkaya, Hatice Altan, Çiğdem Erken, Müge Kızılbağlı ve Burçin Buke gibi kıymetli sanat insanları hocalarına duydukları vefayı anlatabilmek için Adnan Saygun Konser Salonunda bu sürpriz geceye katıldılar. Geceye, Selçuk Yöntem, Ayşenil Şamlıoğlu, Ayten Uncuoğlu, Berrin Ötenel, Levent Üzümlü gibi isimler video sistemleri aracılığıyla katılarak, Erten’in 60. Sanat yılını kutladılar. Bu kıymetli gecenin ev sahibi, başkan Tunç Soyer, İzmir’in 70 yıllık hayalini, böyle bir dev ile gerçekleştirme şansına eriştiklerini anlatırken, umut ve gelecek dolu idi. Sayın Soyer, belki de en son Cumhuriyet döneminde hatırladığımız biçimde, bir siyasetçinin sanatçıya olan saygısını ifade etmek için, Yücel Erten’i yürekle ve gururla başını eğerek, saygıyla selamladı. Ülkenin sanat alanlarının, sanatçısının tahrip edildiği ve değersizleştirdiği bir dünyadan sonra, dün gece gerçek bir değere saygısını, hayranlığını böyle gösterdi İzmir.
Yücel Erten’in sanat ile dolu özgeçmişini anlatmak sayfalara sığmayacaktır. Ancak biraz bahsetmek isterim. Kazandığı devlet bursu ile 1970 yılında Federal Almanya’ya giden Erten, burada Essen Folkwang Yüksek Okulunda Reji Bölümünü bitiriyor. Aynı okulda, Dekor-Kostüm alanında ihtisas öğrenimini de tamamlıyor. Almanya’daki öğrenimi sırasında; İsviçre’de Züricher Schauspielhaus, Almanya’da Staatstheater Hannover, Stædtische Bühnen Essen ve Bühne 64’de reji asistanlığı ve yardımcı rejisörlük yapıyor. Diploma çalışması olarak sahnelediği oyunla “Folkwang Ödülü”nü alarak rejisörlük bölümünü bitiren Erten, 1974 yılında edindiği birikimi Türkiye Tiyatrosuyla paylaşmak üzere ülkeye geri dönüyor. Devlet Tiyatroları’nın birçok bölgesinin yanı sıra, Devlet Opera Balesi’nde, İstanbul ve İzmit Şehir Tiyatrolarında ve Tiyatro Stüdyosu, Kent Oyuncuları gibi önemli özel tiyatrolarda sayısız oyunlar sahneye koyan Erten’in, bugün sahnelenmiş 80’i aşkın rejisi bulunuyor. Sadece rejisör kimliği ile yetinmeyip, 1992 yılında 16 ay süreyle Devlet Tiyatroları’nda Genel Müdürlük ve Başrejisörlük görevlerini üstleniyor. Ancak Yücel Erten’in bu kısa görünen Genel Müdürlük dönemi, söz konusu kurumda o güne dek yapılmamış, bahsi bile olamamış derecede önemli reformlar ilan etmesi ile gün geçtikçe atıllaşmaya başlayan bir sanat kurumunu küllerinden yeniden doğurma çabasına dönüşüyor. Tabi ki de, ülkemizde başarı cezasız kalmıyor. Erten, vizyoner özerk tiyatro düşüncesini kurum içinden ve dışından yok edebilmek için her türlü şey yapılıyor. Çok sonraları yazdığı “Devletin Tiyatrosu Olmaz mı?” adlı kitabında;
“Genel Müdür Yardımcıları, Başrejisör, Yönetim Kurulu Sanatçı Temsilcisi, Edebi Kurul Sanatçı Temsilcisi, Tiyatro Müdürleri, Baş Dramaturg, Sanat Teknik Müdürü.. Bunların hepsinin Bakanın ya da Genel Müdürün iki dudağı arasından çıkacak bir sözle idari görevlerine son verilebildiği bir kurum, nasıl özgür olabilir? Böyle bir sisteme, kim özerk ya da özgür diyebilir?” diye acı gerçeği okuyucunun yüzüne vuruyor.
Burada, siyasal erkin genel müdürlük mekanizması üzerindeki etkiye ve kurum içerisinde genel müdürlük makamındaki imparatorlaşmaya dikkat çekiyor. Ne acı değil mi? Rejimi Cumhuriyet olan, Atatürk’ün demokrasi temellerine oturttuğu bir ülkenin en önemli sanat kurumlarından bir tanesinin, hala otokrasi ile yönetiliyor olması… Erten, Haziran 2002’den başlayarak 2 yıl boyunca İzmit Şehir Tiyatrosu’nun Genel Sanat Yönetmeni olarak, yeni kurulmuş bir tiyatroyu sağlam temellere oturtmak için emek sarf ediyor. Ne yazık ki, bu görevden AKP Türkiye’siyle asfalt belediyeciliği zihniyeti tarafından uzaklaştırılıyor. Ancak o gün, Erten’in İzmit Şehir Tiyatrosunun yapılanmasında yaptığı yenilikler, kuşkusuz ki bugün o tiyatroyu hala ayakta tutan önemli temellerdir.
Erten, günümüzde 80’i aşan sahnelemesiyle, 7’si yurtdışında olmak üzere 30’u aşkın ödülle ödüllendiriliyor. Sadece Türkiye değil, Almanya, Polonya, Makedonya, Kıbrıs vb. ülkeler tarafından tanınan saygın bir tiyatro insanı olarak anılıyor. Almancadan dilimize kazandırdığı sayısız oyun çevirisi, sahne uyarlamaları ve dilimizden Alman Tiyatrosuna kazandırdığı çevirilerinin yanı sıra, “Devletin Tiyatrosu Olmaz mı?”, “Akıntıya Kürek” gibi basılı eserleri ile tiyatro sanatına yarım asırdan fazladır değer katıyor. Yakın bir tarihte ise, kendi konfor alanında kalmayı tercih edebilecek her şeye fazlasıyla sahip iken, ülke tiyatrosuna daha çok faydalı olabilmek, genç oyuncuları eğitmek ve İzmir’in 70 yıllık hayalini sağlam temellerle gerçekleştirebilmek için, danışma kurulunun talebiyle İzmir Şehir Tiyatroları’nın başına geçiyor. Yaz kış demeden her gün provaya gidiyor. Her akşam oyunlar okuyor ve kitaplar yazıyor. O savaşçı ruhunu hiç bırakmıyor, genç sanatçılara ışık olmaya devam ediyor!
Gecenin sonunda yapmış olduğu konuşmasında; Akıntıya Yürek adlı eserinin devamı olan, ikinci kitabı uzun zaman önce bitirdiğini, ancak yoğunluktan yayın aşamasını geciktirdiğini ve üçüncü kitabın da yazma sürecinde iken, her şeyi bırakıp, İzmir’e nasıl geldiğini anlatıyor. Gecenin en kıymetli sözleri, Adnan Saygun salonunun kubbesinde güçlü bir yankı bırakıyor. “Kitaplara tarihi yazıyordum ama İzmir’e geleceği yazmaya geldim. Şimdi onu yazıyorum.” diyor Erten.
Başka söze gerek var mı? Çok yaşa usta!