1984’ten 2022’ye

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Pınar Erol

NKT’nın sezon açılışını “1984” ile yapması beni heyecanlandırıyor. Prömiyeri “Nazım Hikmet Kültürevi”nde gerçekleşecek oyunu, girişteki “Piraye” Cafe’de beklerken Nazım ile Piraye’nin o dirençli aşkını, birazdan izleyeceğimiz oyun kişileri “Winston” ve “Julia” arasında “yeterince” göremeyeceğimizi bilmek içimi buruyor. Burukluğumu unutturan ise, bir kurum tiyatrosunun “özgürlüğün” yoksunluğunda başımıza gelecekleri anlatan bu cesur oyunu sahneleme “özgürlükleri” oluyor. Her fırsatta tiyatronun başlı başına politik olduğunu dile getiren NKT Genel Sanat Yönetmeni Murat Daltaban, bu sefer içeriği de politik olan bir oyun seçimiyle kendini doğrularken zamanlamanın da tesadüf olmadığını düşündürüyor. Metnin sorduğu her soru katmanını o da rejisör olarak açıyor. Zamanında Şehir Tiyatroları’ndan istifa eden biri olarak, üstten gelen her türlü yaptırım ve kurallara karşı tutumu, muhtemel ki o katmanların harcını oluşturuyor.

George Orwell – 1984

George Orwell, (her anlamıyla) distopyanın kitabını yazdı. “1984”, bu türe örnek gösterilen kitaplar arasında sanırım en meşhur olanı. Kelimenin mucidi Miil’in ise bu sözcüğü, “ütopya”nın zıt anlamlısından ziyade; “kötü yer” anlamında kullandığına inanılır. Yani gerçek olamayacak kadar kötü şeylerin (güya) meydana geldiği cehennemi tasvir eder. Ama aslında bakın önlem almazsanız, bu gidişe dur demezseniz, geliyor gelmekte olan demenin ibretlik ifadesidir. Olmasından korktuğumuz şeydir. Totaliter yapıda, makineleşmenin ürkütücü sonuçları gözler önüne serilir. Yazarın yaşamına baktığımızda, Hindistan İmparatorluğu Polis Teşkilatı’nda görev yapması çarpıcıdır. Savaş karşıtı sözleri ise, İkinci Dünya Savaşı’nda “madem savaşa girdik, o halde kazanmamız lazım” olarak yön değiştirir. Beklemiyorduk değil mi? İşte o buhran yıllarında,1946’da yazmaya başladığı kitap, sağlık sorunları yüzünden defalarca kesintiye uğrasa da 1949 yılında, ölümünden 7 ay önce basılır. Yayımcısı Fred Warburg’a göre Orwell’ın ölümüne sebep olan şey, yazmak için olağanüstü çaba harcadığı “1984”ün bizzat kendisidir. Kitap, onun için ölüm-kalım meselesi olmuştur. Yazarın seçtiği isim “Avrupa’daki Son Adam” olsa da (ileri derecede makineleşmiş kitle toplumuna karşı kendini öyle hissetmektedir) yayıncısı tarafından “1984” olarak değiştirilir. Kitabın sosyalizmi eleştirdiğini düşünenlere karşı da yazar, romanının sosyalizme ya da desteklediği İşçi Partisi’ne yönelik bir saldırı değil; merkezi ekonominin yol açabileceği ve komünizm ile faşizm adı altında kısmen gerçekleştirilmiş olan sapmaların teşhiri olduğunu söyler. Hangi ideolojiye ait olursa olsun, tek partili baskı rejimlerinin doğurduğu tehlikedir anlattığı.

Oyunlaştıranlar: Robert Icke & Duncan Macmillan

NKT, Robert Icke ve Duncan MacMillan’ın çağdaş uyarlamasını tercih eden ilk Türk topluluk oluyor. Bu seçimleriyle, hem kitaptan hem filmden hem de öncesinde sahnelenen yorumlardan ayrılan bir metinle karşılaşıyoruz. Kitabın sonunda yer alan “ek” onlar için yol gösterici oluyor. Rejisörlüğünü de birlikte üstlendikleri “1984” prömiyerini 2013’te Nottingham Playhouse’da yaptıktan sonra Broadway ve West End’i de kapsayan dünya turnesine çıkıyor. İngiliz tiyatrosunun büyük umudu diye bahsedilen Icke, yaptığı adaptasyonu “tarihin biriken tozunu almak” olarak nitelerken bunu da yurtdışına çıkıldığında uyumlu olmayan adaptörleri, oranın priz türüne uygun hale getirmek olarak örnekliyor. Türk tiyatro izleyicisi, Duncan MacMillan’ı ise “Akciğer”, “Bir Istakozu Öldürmenin En İnsancıl Yolu” ve “Harika Şeyler Listesi”nden tanıyor. İkili şimdilerde “1984”ü televizyona dizi olarak uyarlıyor.

Büyük Birader Bizi İzliyor!

Kullandığımız navigasyon programları, akıllı telefonlar, sosyal medya algoritmaları, orada tıkladığımız linkler, mobese kameraları, site güvenliği gibi pek çok kanal üzerinden dinlenip izlenmemiz yetmezmiş gibi daha salonda yerimizi alırken “Büyük Birader” gözlerini alenen üzerimize dikiyor. Bu öyle huzursuz edici ki! Hadi verilen bu örneklerde rızamız var diyelim, ya bunun devlet eliyle yapılanı? İşi gücü (ülkenin yönetimini) bir kenara bırakıp hedef gösteren, nefret söylemleri ile yaşam biçimlerine müdahale eden, tek tek insanlarla uğraşan iktidarın vahameti? Ama asıl ürkütücü olan, üzerimize dikilen o kadar göz yüzünden kendimize çeki düzen verme zorunluluğu hissetmemiz. Bu baskıyı ikinci deri gibi üzerimize giymemiz. Dahası, ne zaman izlendiğimizi tam olarak bilemediğimiz için her an izlendiğimizi varsayarak o sinmişlik duygusuna daimi teslimiyetimiz.

Olaylar Örgüsü

Okyanusya, Büyük Birader (BB) tarafından korku salarak yönetilir. Oyunun başkişisi Winston Smith ise Gerçek Bakanlığı’nda çalışan bir memurdur. Görevi, gerçekleri verilen direktifler doğrultusunda değiştirmek, yeniden yazmak ya da yok etmektir. Böylece geçmiş manipülasyona uğrar. Hem alıcı hem verici özelliği olan “tele-ekran” sayesinde sürekli izlenen kişiler hâl ve hareketlerine hatta akıllarından geçirdiklerine bile çeki düzen vermek zorundadırlar. Çünkü en büyük suç, tüm suçları kapsayan düşünce suçudur. Eyleme geçilip geçilmediğinin önemi yoktur. Dahası rüyalarınızdan bile sorumlusunuzdur. Kitabın yazıldığı, ithaf edildiği zaman ve mekândan azade; Çiğdem Mater gibi sadece planladığınız ama çekmediğiniz bir belgesel yüzünden hapis yatabilirsiniz orada. Bir an için BBC Radyo ve Tribune gazetelerinde çalışmış olan Orwell’ı da oyuna dahil edelim ve haber alma özgürlüğü üzerine tekrar düşünelim. Yine oranın parti başkanı, diğer deyişle Büyük Birader’i “basında dezenformasyon yok” diye demeç verebilir. Elbette bunun doğruluğu sorgulanmaz. Çünkü ağzından çıkan her sözü doğru kılmak için tarih yeniden yazılır. Anlayacağınız önce minare çalınır, sonra kılıf uydurulur. Sansür yasası sayesinde, istenilen teksesliliğe kavuşulur. Oranın BB’si “oy kullanma yaşının kendi döneminde 18’e indiğini” söyleyebilir. Kuşkuya yer bırakmadan “elektriği getirdiğine, önceden mum ile aydınlandığımıza” inandırabilir. Ve biz kanıtsız kaldığımız için ona inanmamayı bir an bile aklımızdan geçirmeyiz/geçiremeyiz. Zaten artık geride teyit edilecek bir bilgi de kalmamıştır. Enflasyonda düşüş yaşandığı söyleniyorsa, o ışıltılı gözlere kanmaktan başka çare yoktur. Hayır, düşmedi, aksine çıktı demenin de âlemi yoktur. Buna rağmen alım gücünün niçin gün be gün azaldığını sorgulamak beyhudedir. Aslolan yetinmek, dayatılan algıyı benimsemektir. “Diplomam var” diyorsa vardır. Derhal istediği bir üniversiteden afilli bir diploma var edilir. İşleri budur: Olmayanı var etmek, var olanı yok etmek.

Orada, önce etrafınızdaki her şey ve herkesten, sonra karşınızdakinden ve giderek kendinizden şüphe edersiniz. Gerçekliğin sağlamasını yapacak hiçbir dayanak kalmamıştır çünkü. Her biriniz, uzak adalara savrulmuş bir ıssızlık ve ürkeklik içinde yaşarsınız. Paranoya şizofreniye, şizofreni izolasyona, izolasyon da korkaklığa dönüşür. Zamanla hatırladıklarınız, hatıralarınız azalır. Ruh bütünlüğünüz kalmaz. Zihniniz bulanır. Belleğiniz yok olur. Geçmişiniz yok olunca, geleceğiniz de yok olur. Sonunda çaresi yok siz de yok olursununuz.

Gelecektekilere, henüz doğmamışlara günlük yazmaya başlayan Winston, bir anlamda boşa kürek çekmekte, diğer yandan, irade göstererek o ezici güce karşı çıkmaktadır. Ah o oynak tarih çizgisinin bir yerine çentik atabilmek, -o anlık bile olsa- tarihe şerh düşebilmek bilseniz ne ulaşılmaz bir kazanımdır! Önünde sonunda günlüğün ele geçirileceğini, hiçliğin dehlizlerine gönderileceğini, kendisinin de öldürülebileceğini ve “yokkişileştirilebileceğini” bilmesine rağmen Winston’ın bu çabası önemlidir. Daha güzeli ise, insanlar arasındaki sevgi bağını yok etmeye çalışan o barbar dünyaya rağmen Julia ile birbirlerine besleyebildikleri sevgidir. Bakın bu da politiktir. Partinin resmi dili olan “yenisöylem” söz dağarcığını azaltmak, sözcüklerin içini boşaltmak, onları tüm güzel çağrışımlardan arındırmak için sürekli yenilenir. Dilden ilk önce eyleme teşvik eden fiiller ve güzel sıfatlar atılır. Bu sayede sakıncalı sözcükleri yok ederken, onlara karşılık gelen düşüncelerden de kurtulurlar. Haz yasaklanır. Cinsel ilişki, partiye biat edecek nesil yaratmak içindir. (Oldu olacak BB’in her çiften en az üç çocuk istediğini de varsayalım). Devletin baş düşmanı ilan edilen Emmanuel Goldstein’ın, yazdığı kitabın ve gizemli “kardeşlik” oluşumunun var olabileceğine inanan Winston, yanına Julia’yı da alarak bu karabasandan çıkış yolu arar. Jurnalcilerin sırtının sıvazlandığı bu düzende yakalanmamaları imkânsızdır. Büyük küçük bütün biraderlerin gözü üstünüzdedir çünkü. Düşünce polisi, peşine taktığı ahlak polisi ile devriye gezerken, görünen saç teliniz için sizi öldürebilir. Direnç göstermezseniz bu kadar ileri gidebilirler!

Oyunun sonunda yenilgiden bahsedilse de, akıl oyunlarıyla insanı delirten işkenceye direndiği ve hatta direnmeyi düşündüğü her an için Winston’ın (geçici bile olsa) zafer kazandığını söyleyebilirim. Ta ki 101 no’lu odada korkusuyla yüzleşene kadar. Elindeki tüm kozları onu ehlileştirmek için kullanan partiyi yorması bile, yani sevdiğimiz tabiriyle “daha iyi yenilmesi” bile umut vermiyor mu size de? Hatta ah keşke onun gibi birkaç kişi daha olsaydı diye içinizden geçirmiyor musunuz? Biz “güç” ve “rıza”nın cebren ve hileyle nasıl yan yana geldiğini/getirildiğini izlerken Winston kendini gerçekleştirmiş sayılmaz mı? Sonunda o da Nazilerin “eğer önderimiz öyle istiyorsa 2+2= 5 eder” sözüne gelse de unutmayalım ki “acı karşısında kahraman yoktur”. Yine de nüfuz edemedikleri, ele geçiremedikleri son bir insanlık kalemiz varsa, o da kalbimiz işte. İçini yanlış sevgilerle doldurmasınlar, format atıp sıfırlamasınlar diye hep dolu tutmamız gereken kalbimiz… Çünkü her şey olup bittiğinde, artık ne dediğin değil; ne hissettiğin önemli olduğunda, kazıyamadıkları bir his kalır derinlerde bize gerçeği hatırlatacak olan. Tekrar kullanabilmemiz için insanlığın itibarını özünde saklayan…

Yaratıcılar

Oyunun dekoru, kullanılan multimedya, bizi panoptikon bir atmosfere götürürken ekonomik ve politik veriler ile makineleşmenin hikâyesi resmediliyor. Teknoloji estetikle bir güzel birleşiyor. Tasarlanan kostümler sürü psikolojisine uygun. Beyaz, siyah ve kırmızı renkler hem kitaptaki hem afişteki renklerle bütünlük içerisinde. Bu renkler, bir yandan metindeki hiyerarşiye omuz verirken bir yandan da zaman sıçrayışları için ipucu oluşturuyor. Hatta bizi dramaturjik çözümlemeye götürüyor. İç gösteren beyaz kostümlerle, kişilerin iliklerine kadar izlendiğini, röntgenlerinin çekildiğini hissederken; diktatörlüğün eziciliğini postallarda görüyoruz. Seks Karşıtı Gençlik Birliği’nin alametifarikası kırmızı kuşak unutulmuyor. Farklı zamanlarda kullanılan kar küresi, tüm o kâbusun içinde nahif bir zırh sanki. Zamanın durabildiği küçük korunaklı bir dünya. Sonsuz döngüde bir im. Müzik ve ses tasarımı, metnin kilometre taşlarını tema tema yorumluyor. Gongların hizaya sokuculuğu; insanlığı ve ruhları çalınan kitlenin robotik sesleri; beyin yıkamayı betimleyen ayin benzeri ezgiler; kutsal notalar ve mevcut gerilim, sırası geldikçe oyunculara eşlik ediyor. Ritmik hareketler, galeyana gelmeyi, kabullenişi ve faşizan düzeni bedenlere yüklerken Winston ve Julia buluşabilsin diye tren olmayı da unutmuyor. Oyuncular geriye saran hareketleriyle hem zamandaki bozulmayı hem kurgudaki farklı zamanları gösteriyor. Işık, o kâbusun tüm çirkin ve kasvetli renklerini gözlerimizin önüne seriyor.

Tek tipleşmeyi tüm oyuncuların saç tıraşında da görüyoruz. Vurucu maske kullanımı çok dilli. Sürekli izlendiği bir dünyada kişi, bir yandan kendini gizlerken bir yandan da diğerlerine benzeyerek, aynılaşarak silikleşiyor. Yabancılaşma efekti olurken, “yenisöylem” dilinde eksilen sözcükler yüzünden ana ifadeyi bedene taşıyor. Metinde yer alan “keşke sözcükler olsaydı” cümlesinin anlamı maskeler aracılığı ile pekişiyor. Basit jestler ile hikayenin büyüklüğünün yarattığı kontrast, etkiyi de büyütüyor. Yüzlerine giydirilen maske, emir erlerini gizleyemiyor. Oyuncuya zihinsel-bedensel köklerini aratırken, burada kökleri yok edilen insanlarla bütünleşiyor. Yine de maskelerin oyuncuların vokalini bozduğunu, kimi sözcüklerin anlaşılmadığını belirtmeliyim. Çeviri ise, kendi dilimizde yazılsaydı yine bu sözcüklerle olurdu dedirten türden. Terminoloji de akan replikler de yerli yerinde. Yarattıkları dünyaya ruhlarıyla, bedenleriyle eşlik eden tüm oyuncuları başarılı bulurken, Winston rolünü üstlenen Adem Mülazim’in zorlu sahnelerin altından oyunculuğunun görünen hünerleri kadar gözden kaçabilen ifadeleriyle de; mesela gövdesiyle, hatta diyaframıyla da kalktığını söylemek isterim.

Bana sorarsanız George Orwell bu kitabı yazarak biraz Winston Smith’lik yapıyor. İkisi de ölmeden veya dönüşmeden önce bize uyarılarla dolu birer kitap/günce bırakıyor. İşte bu yüzden Winston, O’Brian’ın iddia ettiği gibi dünyadan silinmiyor. Nesilden nesile geçen umudu bu kitapla somutlaştırıyor. Rejideki kasıtlı belirsizlik, belli ki eserdeki muğlaklığı gözetiyor. Etik ve politik doğruların el değiştiren yapısı bu motifi istiyor. İster parti kayıtları deyin, ister tutulan günlük, ister kitap okuma grubu, ne fark eder, bu hikâye bize ulaşıyor. Asıl zafer bu! Tüm olasılıklar kümesinden ben sonuncuyu seçiyorum. Seçme hakkımı kullanıyorum. Hazır seçim takvimi bu kadar yakınken… Siz de nasıl bir dünyada yaşamak istediğinize karar verin. Oyun kişisinin de seyirciyi dürttüğü gibi: “Yerinizden kalkın”… Yoksa kameraya el de sallasanız, bayrak da açsanız, 2+2=5 eder diye yemin de etseniz Büyük Birader sizi görmez! Ve korkarım yeniden yazılan tarihte esameniz bile okunmaz.

Çeviren: Ayberk ERKAY

Yöneten: Murat DALTABAN

Yardımcı Yönetmen: İbrahim Ersoylu

Koreografi: Tan Temel

Dekor Tasarım: Cem Yılmazer ve Burak Etöz

Kostüm Tasarım: Tomris Kuzu

Müzik Tasarım: Oğuz Kaplangı

Işık Tasarım: Cem Yılmazer

Video Tasarım: Okan Temizarabacı

Maske Tasarım: Aslı Akıncı, Tevfik Çelebi, Dükkan ül Hayal

İllüstrasyon Tasarım: Mehmet Akçakoca

Oyuncular: Adem Mülazim, Ayşe Gülerman Kum, Barıs Ayas, Batuhan Pamukçu, Gökhan Kum, Mert Tiryaki, Oğuzhan Ayaz, Pınar Hande Ağaoğlu, Cihat Temel

Konuk Oyuncular (Video): Murat Daltaban, Halil Küreş, İbrahim Ersoylu, Mesut Özsoy

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Pınar Erol

Yanıtla