Gelenekselin İçindeki Tutsak Özgürlük: Misket

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Rumeysa Ercan

2010 yılı sonrasında Türkiye’de oyun yazarlığının önemli bir konusu haline gelen toplumsal cinsiyet rolleri, tiyatronun neredeyse temel sorunu olmaya başladı. Feminizm ve kadın meselesi baş köşeye otururken, LGBTİ, LGBTİ Plus ve Queer teori üzerinden de pek çok cinsel kimliğin toplumdaki konumu sahnede daha da görünür olmaya başladı. Ancak bana göre çok da üzerinde durulmayan bir konu daha var: “Erkeklik” meselesi. Bulunduğumuz toplumun içinde bir “kadınlık” meselesi kadar “erkeklik” meselesi de var. Üstelik son zamanlarda hiç de göz ardı edemeyeceğimiz kadar derin ve içsel bir yerde duruyor bu mesele. Genç ve yetenekli bir yazar olan Turgay Korkmaz, bir “erkeklik” haliyle Queer  teoriyi harmanlayarak yazmış Misket’i. Tam da geleneksel bir yerden, bizim topraklarımızdaki normlardan, kalıplardan, o gündelik, sıradan yaşamların içinden ele almış konuyu. Kendisi de “erkek” kimliği üzerine yüklenen tüm misyonlarla savaşmaya çalışan Deniz’i canlandırmış oyunda. Rol arkadaşı ve yetenekli oyuncu Orkuncan İzan ise kendi cinsel kimliğini anlamaya başlayan, topluma karşı çıkmaya cesaret edebilen ve neyle karşılaşırsa karşılaşsın kendi olmaktan vazgeçmeyen Ersin’i canlandırıyor. “Misket” adı oyunun hem içeriğiyle hem de yarattığı duyguyla oldukça güçlü bir metaforu oluşturuyor.

Genç yönetmen Kayhan Berkin’in başarılı bir reji ile ele aldığı oyun başlarken, ilk olarak sahne uzamı dikkatimizi çekiyor. Sahnedeki oyuncu seyirci ilişkisi, çerçeve sahnenin yarattığı o soğuk histen olabildiğince uzak bir yerde, klasik bir oturma düzeni olmayan samimi bir ortam yaratıyor. Sanki gerçekten bir eğlence mekanına veya bir düğüne gelmişiz hissiyatını yaratan bir uzamın içinden izlemeye başlıyoruz oyunu. Cem Değirmen’in tasarımını yaptığı eğlenceli müzikler ile neşelenirken Ayşe Sedef Ayter’in rengarenk ışık tasarımı ile aydınlanıyor sahne. Hemen sonra fırıl fırıl iki köçek görüyoruz: Ersin ve Deniz. Bizim tiyatromuzda görmeye pek de alışık olmadığımız kadar kıvrak, enerjik, heveskar ve seyirciyi oynamaya davet eden bir koreografiyle giriyorlar sahneye. Tam da o geleneksel havayı yansıtan hem olağan halindeki sadelikle hem de o dünyanın gösterişiyle içine çekiyor bizi. Oyunculara eşlik etmeye, alkış tutmaya başlıyoruz. Bu sırada çarpıcı bir cümle duyuyorum: “Misket demek, alem demek, sen demek, ben demek, biz demek!” Bu cümle seyircileri ve oyuncuları ortak bir zemine davet ediyor. Kimse “öteki” ya da “bir başka”sı değil! Herkes bir demek! Bu rengarenk, ışıl ışıl, fırıl fırıl dünyanın içinde Ersin ve Deniz’in arasındaki ilişkiye tanık olmaya başlıyoruz yavaş yavaş. Kulislerine gittiklerinde iki arkadaş arasında çıkan tartışmada aralarındaki ilişkiyi anlayabiliyoruz. Çocukluklarından bu yana birlikte olan Ersin ve Deniz, aralarındaki bağı anlamlandırma arayışındalar. Ersin kendi cinsel kimliğinin farkına vardıktan sonra bunu yaşayarak bir hayat kurmayı düşlerken, Deniz bir kimlik karmaşası içinde kalıyor ve sürekli ailesinin ya da toplumun belirlediği standart normlar üzerinden hayatı sorguluyor. Bir yandan sorumluluk hissini taşırken, bir yandan da ekonomik anlamda bir gelecek kaygısı taşıyor. Ersin ve Deniz’in askerlik yaptıktan sonra bu düşüncelere ulaşması da oldukça dikkat çekici. Çünkü askerlik meselesi Türkiye’de tüm “erkeklik” hallerini derinden sarsan bir mesele. Misket adındaki pavyonda köçeklik yaparak, kaşık oynayarak, düğünlere giderek kazandıkları paranın “düzen” dışı olduğunu savunuyor Deniz. Tam da Türkiye toplumunda erkekler üzerine yüklenen geçim meselesine, bir erkek evlat olarak aileye karşı sorumluluk hissetmeye, standartlara uygun bir “düzen” kurmaya değiniyor. Annesi ve babası verdikleri tepkilerle, inançlarını yaşama biçimleriyle tipik bir Anadolu insanını ve oradaki düşünme biçimini yansıtıyor. Geleneksel olan düşünce kalıplarının dışına çıkamayan, dışarıdaki insanların hakkında ne dediğini kendi hayatından daha fazla önemseyen ve hep başkalarına göre yaşamayı kendine ilke edinen dedikoducu bir mahalle prototipi görüyoruz. Bu bağlamda baktığımızda iki karakterin yaşam mücadelesi, o renkli dünyanın içinde bir yerde sıkışmış kalmış, tutsak bir hayatı gözler önüne seriyor. Sahne boyunca hiç görmediğimiz ancak varlıklarını her daim hissettiğimiz Deniz’in ailesi, Ersin’in ablası ve eniştesi, konsomatris Arzu, garson ve uyuşturucu satıcısı Zafer, cinsel kimliği yüzünden birçok sorun yaşamış ve sonunda toplumun onun için belirlediği role bürünmüş olan Yunus prototipleri içlerinde bulundukları dünyayı çok net bir şekilde anlamamızı sağlıyor. Ersin ve Deniz’in oyunun başında gördüğümüz bembeyaz kıyafetleri de tüm bu göstergeleri destekleyen bir dramaturji üzerinden işlenmiş ve aralarındaki saf, temiz bağı imgeleyen bir yerde duruyor. Hilal Polat’ın tasarımını yaptığı bu kostümler ile olabildiğince sade ve minimal tercih edilen dekorların da beyaz olması farklı bir imgelemi beraberinde getiriyor. Sanki o dış çevrenin “kirliliğinden”, katı ve yobaz düşüncelerinden hiç etkilenmeyecekmiş gibi bir saflık halini uyandırıyor.

Deniz’in kendi cinsel kimliğini kabul edememesi ve Ersin’i yer yer şiddet de uygulayarak susturması toplum baskısının bireyde vücut bulmuş hali. Burada Ersin karakteri aslında bir temsile dönüşerek tüm LGBTİ bireyler adına söylemlerde bulunuyor. Söz konusu söylemlerde yer yer didaktizm olması biraz kör göze parmak hissiyatını getirmiyor diyemem, ancak o tartışmaların içerisinde Ersin’in maruz kaldığı durumlar başka türlü nasıl ifade edebilirdi diye de sormadan edemiyorum. Bu durum bir anlamda empati kurma halini de beraberinde getiriyor. Ortak bir duyguyu paylaşan iki farklı perspektifi aynı anda izleyebiliyoruz. Bu açıdan da yazar bize geniş bir bakış açısı sunuyor. Ne sadece geleneksel bir erkeklik halini, ne de sadece ötekileştirilmiş bir LGBTİ bireyi izliyoruz sahnede. Bu bambaşka bir derinlik katıyor oyuna. Ersin’i canlandıran Orkuncan İzan, iç dinamiği yüksek oyunculuğuyla etkileyici anlara sürüklüyor bizi. Aynı zamanda oyunun yazarı olan Turgay Korkmaz ise Deniz’in tüm gel-gitlerini, üzerindeki baskıyı, “hiper erkek” modeline uygun davranmaya çalışırken nasıl da bocaladığını hissettiriyor bizlere. Her iki oyuncu da oyun boyunca hiçbir enerji kaybı yaşamadan fiziksel ve enerjisel olarak başarılı bir şekilde devam ediyorlar oyunlarına. Özellikle Korhan Başaran tarafından yapılan koreografilerdeki başarıları, o kurmaca dünyanın içindeki karakterlerle bütünleşip bir anda bizi Misket pavyonuna veya düğüne götürmeyi başarabiliyor. Oyuncuların bu yöresel oyunların içerisinde hiç de eğreti durmamaları, başarılı bir şekilde o sahnelerin içine seyirciyi çekebiliyor olmaları o hikayeyle bütünleşmemizi sağlıyor.  Ankara’nın tüm havasını içimize çeker gibi, sanki seyirci olarak o anlattıkları çevreden, mahalleden insanlarmışız gibi ve bu olanlara o anda tanık oluyormuşuz gibi bir hissiyat yaşatıyor. Bu noktada ayrıca yazarın kullandığı dilin, iki erkek karakter arasındaki diyalogların samimi bir şekilde, sokak jargonuyla ele alınmasının da önemli olduğunu düşünüyorum. Üst bir bakışla veya özellikle bir mesaj verme kaygısıyla değil, tam da halkın içinden o sıradanlıkla anlatıyorlar durumu. Yönetmenin metni gösterişten uzak ve olduğu gibi ele alması da tıpkı misketi güneşe tuttuklarında gördükleri o berrak ve renkli anları canlandırmamıza yardımcı oluyor. Sahne geçişlerindeki sisler, ses efektleri ve ışık değişimleri gösterimin bütünleştirici ögelerini bir arada tutarken, oyunun bu canlı atmosferine de katkı sağlıyor.  Tüm bunlar olurken ve oyun bir sona yaklaşırken arka planda gerçekleşen kentsel dönüşüm meselesiyle birlikte bir değişim ve dönüşüm ihtiyacına da vurgu yapılıyor.

Oyun hem metniyle hem de onu bütünleştiren rejisiyle samimi bir şekilde karakterlerin iç dünyasını anlatarak Ersin ve Deniz’in hayatlarına ortak ediyor bizi. Ersin ve Deniz günümüzde de karşılığını bulan gerçekliklerle birlikte o büyük resmin içine sıkışıp kalmış, belki içimizde olup farkına bile varamadığımız yaşamları anlatıyorlar. Yazarın ve yönetmenin geleneksel toplum yapısının altında tutsak edilen, üzeri örtülen, açığa çıkmayı bekleyen ne varsa bunları olduğu gibi ele alması oldukça başarılı ve cesur bulduğum bir yaklaşım. Temel bir meselenin ve basit bir olay örgüsünün üzerine konulan etkileyici rejisi, koreografisi, ışık ve sahne tasarımıyla bütünleşen bu oyuna yetenekli oyuncuların eşlik etmesi ayrıca bir alkış sebebi. Bu oyunun Türkiye tiyatrosu için farklı perspektiften bir kırılım noktası olduğunu ve umut verici bir oyun olduğunu düşünüyorum. Renkleriniz, alkışınız bol olsun Misket ekibi!

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Rumeysa Ercan

Yanıtla