Festivalin Kadın Yönetmenleri

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Ödüller nasıl bölüştürülür tahmin edemem ama ulusal yarışma filmlerinin büyük bir bölümünün Altın Koza gibi önemli bir festivalde yarışabilecek asgari seviyede olduğunu düşünmüyorum.

Bu seneki Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Yarışma “Yarışma seçkimizde cinsiyet eşitliğini göz önünde tuttuk” sözleriyle açılışını yaptı. Ulusal yarışma bu sene diğer yıllara oranla daha az filmden oluşuyor, bunların dördü kadın dördü ise erkek yönetmene ait. Bu noktada her ne kadar bunun iyi niyetle söylenmiş bir cümle olduğunu varsaysam da bir kadın olarak bunu doğru bulmadığımı söylemek zorundayım. Kadınların pozitif ayrımcılık değil eşitlik talepleri olduğunun altını kalın bir şekilde çizmek isterim. Liyakat ve hak etmek her şeyin ön koşulu olmalı.

NEYİN LOBİSİ BU?

On sene önce, film festivallerindeki saadet zinciri kırılmalı diye yazmıştım ve görüyorum ki bu durum hâlâ geçerli. Hemen her film festivali boyunca, haksızlığa uğradığını iddia ederek bir lobinin varlığına işaret edenler oluyor. Peki senelerdir ağızlarda pelesenk olan bu lobi kimlerden oluşuyor? Bu sorunun cevabı on beş senelik festival katılımcısı olarak benim için değişkenlik gösteriyor, ülkenin siyasi atmosferinin geçirdiği ataklara paralel olarak o sene sektörde güç kimin elindeyse lobi denilen bu olgunun form değiştirebildiğini gözlemliyorum. Ama şunu biliyorum Adana, Antalya ve İstanbul başta olmak üzere film festivalleri, rolleri bazen yapımcı bazen festival başkanı bazen jüri bazen yönetmen bazen sinema yazarı olarak değişen bir avuç insanın etrafında paylaşılmış durumda. Şeffaflığın olmadığı, festival bütçelerinin nasıl harcandığının açıklanmadığı, birbirinin içine geçmiş ilişkilerin ve çıkarların ayyuka çıktığı, güven duygusunun yitirildiği, doğru söz söyleyenin bilmem kaç köyden kovulup dışlandığı bu durumlar adeta Türkiye panoraması gibi.

KAZANANLAR BELLİ Mİ?

Bundan seneler önce filmi hakkında olumsuz eleştiri yazdığım bir yönetmen/yapımcı ödül töreninden haftalar önce “en iyi film ödülünü biz alacağız” diyerek benden şikâyetçi olmuştu. Şaka gibi di mi bu cüret ve bu itiraf? Veya hangi ödülü hangi filmin hangi festivalde alacağının zarflar açılmadan çok önce biliniyor olduğuna dair genel bir kaygı var. Ne kadar korkunç di mi bundan şüphe dahi duymak? O yüzden kriter sadece sinema olmayınca bu sene festivallerde ödüller nasıl bölüştürülür tahmin edemem. Her sene olduğu gibi halk oylamasıyla seçilen film bence esas en iyi filmdir diyorum. Yarışma filmlerinin büyük bir bölümünün Altın Koza gibi önemli bir festivalde yarışabilecek asgari seviyede olduklarını düşünmüyorum. Diğer başvuran ve ön jüriyi geçemeyen filmleri merak etmiyor değilim. Düşünün daha şimdiden, Antalya’da şu yönetmene şu sebeple ödül verilmeyecekmiş diye fısıltılar dolaşıyor. Evet dedikoduya girmeyelim yoksa çıkamayız ama sinema salonlarının önündeki ruh hali ve konuşulanlar bunlar. Çok üzücü değil mi bu güvensizlik hissi?

AMATÖR DURAN SİNEMA

Festivalin Ulusal Yarışması, yapımcısı ünlülerin menajeri Ayşe Barım’ın olduğu “Bana Karanlığı Anlat” isimli filmi ile başladı. Kısa film ve dijital tiyatro geçmişi olan Gizem Kızıl’ın yazıp, yönettiği ilk uzun metrajı olan film, sinema filminden ziyade bir radyo tiyatrosuna daha yakın duruyor. Filmin jenerik öncesi açılış sahnesinin abartılı yakın çekimleri ve mizansenini baz aldığımızda bu bölümün filmin geri kalanından çok ayrı bir dile sahip olduğunu görüyoruz. Filmin ana kütlesi ile olan bu kopukluk oldukça hatalı. Abartılı ve fazlasıyla teatral oyunculuklar ile ilerleyen sahneler özellikle gasilhane içi uzun monolog sahnesinde sinemadan tamamen uzaklaşıyor. İç mekân sinematografisi ile dış mekân sinematografisi arasındaki uçurum ise filmin bütünlük sorununa işaret ediyor. Kadının kendi adaletini suç işleyerek sağlaması ile vigilanteye dönüşmesi sinemada en sevdiğimiz durumdur ancak kadına hakkını suç işleterek aldırmak ve bunu senaryo gücü ile aklayamamak her şeyi yanlış sunmaya yol açar. Aynen bu filmde olduğu gibi. Bu filmin hemen ardından izlediğimiz diğer yarışma filmi “Bir Zamanlar Gelecek: 2121” dizi ve sinema sektörünün mutfağından gelen Serpil Altın’a ait. Yönetmenin bilimkurgu ve dram türünde olduğunu yazdığı bu ilk uzun metraj filmi dünyamızın yüzleşmek zorunda olduğu öncül büyük meselesi olan iklim krizi sonrası hayatta kalan insanların yaşamları üzerine bir dünya kurmayı hedeflemiş. Türk sinemasının bilimkurgu türünde film çekmeye henüz hazır olmadığını veya düşük bütçenin ciddi handikap olduğunu düşünürsek bu türde bir filmin en sağlam ayağının senaryo ve oyuncu yönetimi olduğunu hepimiz kabul etmeliyiz. Ne yazık ki filmin bu iki önemli noktada büyük zaafiyetleri vardı. Yer altında kolonileşmiş jenerasyonlar üzerinden kurulan post apokaliptik dünya tahayyülü, robotik ve düşük zekâ davranışlar sergileyen insanlar üzerinden piyese hatta parodiye daha yakın duruyordu.

KABAHAT VE SUNA

Ümran Safter’in “Kabahat” isimli filmi ise sürpriz bir film. En azından benim için. Bütçe azlığının prodüksiyonun her alanında hissedildiği bu film ilk yirmi dakikasından sonra kendi dünyasının içine seyircisini almayı başarıyordu. Bunu başarabilmiş olması bile kayda değer bana kalırsa. Bundaki en büyük etken başrolde 13 yaşındaki Reyhan karakterini oynayan Z kuşağı temsilcisi Mina Demirtaş idi. Reyhan’ın muhafazakâr, geleneksel köy aile yapısından gelse de modern eğitim sisteminin bir üyesi olarak Türkiye’nin laik, ilerici, sorgulayan ve en önemlisi özgürlükçü genç kız temsili olması tüm kadınlar adına herkese cesurca cevap vermesi çok hoştu. Belgeselcilikten gelen Ümran Safter’in gözlem becerisi ile organik ve sahici anlar yarattığını söyleyebiliriz. (Yazının devamı için buraya tıklayınız…)

Paylaş.

Yanıtla