Erdoğan Mitrani
Geçen mevsimin en iyi oyunlarında, bıraktığımız yerden devam ediyoruz.
‘Kabarede Cyrano’
Edmond Rostand’ın iyiliğe, aşka, dostluğa dair ne varsa hatırlatan geç-romantik başyapıtı ‘Cyrano de Bergerac’, haddinden fazla büyük burnu, tüylü şapkası, gururu ve tafrasıyla şair, silahşor ve aşık Cyrano’nun, kuzini Roxane’a aşkını bir türü dile getiremeyişinin, duygularını yeni yetme yakışıklı Christian’a suflörlük yaparak, mektuplarını yazarak Roxane’a aktarmasının öyküsüdür. Roxane’ın başlarda yakışıklılığına kapıldığı Christian’ın artık fiziğine değil, ruhunun aynası sözcüklerine aşık olduğunu öğrendiğinde tam ona gerçeği açıklamaya hazırlanırken meydana gelen trajik bir olay Cyrano’nun ebediyen susmasına sebep olur…
Kabarenin Cyrano’nun tavizsiz özgürlük tutkusuna, sivri diline, hınzır mizahına son derece uyan bir tarz olduğunu düşünen Yiğit Sertdemir, yirmi yıldır birlikte olduğu altıdan sonra tiyatro ekibiyle ‘Cyrano de Bergerac’ın büyüleyici dünyasını kabarenin danslı, müzikli dünyasında taşırken, izleyebilseydi Rostand’ın çok seveceği bir ‘Cyrano’ sahneler.
Sertdemir, kahramanının ironik bakışına günümüzün yalnızlaşmış insanına gerçek aşk duygusunu yeniden anımsatan benzersiz bir şiirsellik katar, Cyrano’yu tüm ikilemleriyle, tavizsiz özgürlük tutkusu, benzersiz cesareti ve fiziksel gücünün yanında, Roxane’a sevgisini açamayan çocuksu çekingenliğini de öne çıkararak canlandırır. Meriç Rakalar yıllardır izlediğim en derinlikli Christian yorumunda, genç adamın başlardaki yüzeyselliğinin giderek olgunlaşmaya bilinçlenmeye dönüşmesini ustalıkla yansıtır. Ayşegül Uraz da aşkı güzel, süslü sözler sanan Roxane’ın zamanla bu sözcüklerden aşkın özüne ulaşmasını başarıyla aksettirir. İsmail Sağır’ın Cyrano’nun arkadaşı Le Bret’ye inandırıcı yaklaşımını, Murat Kapu’nun De Guiche’in kötücüllüğüne neredeyse sevimlilik katarak sonlara doğru kişiliğinin olumlu yönlerini zarafetle ortaya koymasını, her dem muhteşem Sinem Öcalır’ın benzersiz Ragueneau’sunu da unutmayalım.
‘Ubu Roi / Kral Übü’
Sarı Sandalye, Alfred Jarry’nin 1896’da, 23 yaşındayken yazdığı, kültürel görevleri, normları, eğilimleri tersyüz eden, müstehcenlikle flört eden, çılgın ve karanlık güldürü anlayışıyla sadece absürt tiyatronun değil, 20. yüzyılın gerçeküstücü, dadaist ve absürt edebiyat yaratılarının da öncüsü ‘Kral Übü’yü hem Jarry’nin özüne sadık, hem de güncellenmiş, gençleşmiş, uyarlamayı aşan nefes kesici bir yeniden yazım olarak sahneler.
Oyunu uyarlayan ve yöneten Doğa Nalbantoğlu, Übü Ailesi’nin vahşi açgözlülüğü ile teklifsiz kabalığı üzerinden tarihteki tüm zorbalara ve diktatörlere, özellikle de son yüzyılın muhteşem Übü’lerine selam gönderir.
Nalbantoğlu, pırıltılı giysiler içinde, olağanüstü bir fiziksel doğaçlamayla hem sözlerin hem bedensel hareketin izini süren yalınayak başı kabak ekibini benzersiz bir teatral yolculuğa çıkarır. Tek aksesuarın yerdeki taç olduğu, tacı her kafasına geçirenin ‘Übü’ oluverdiği, böylece fırsatı her ele geçirenin ‘übü’leşebileceğini simgeleyen yorumunda, zaten karmaşık öyküyü tam bir kaosa çevirir. Ama bu kaosu öylesine ustalıkla yönetir ki, sonuçta oyun kusursuz bir bütünlüğe, absürt, açık seçik bir anlaşılırlığa dönüşür.
‘Suzy Storck’
1984 doğumlu Magali Mougel’in ‘Suzy Storck’u, ataerkil baskıyla tüm özlemleri öğütülmüş bir kadının pasif ama yıkıcı tepkisini müthiş ustalıkla yansıtan, günümüzde kadın olma durumuna odaklanan, bir kadın tarafından yazılmış, çok iyi sahnelenmiş ve oynanmış bir kadın oyunu.
Çocuk sahibi olmak, çocuklarını sevmek, korumak kadının kaderi midir? Mutlak görevi annelik midir? Fransız taşrasının insanlarının geleceğinin yüzyıllarca önceden belirlenmiş bu yöresinde Suzy Storck, toplumun kendisine biçtiği modele uyum sağlamak, kocasının doğal kabul ettiği kalıba girebilmek için birkaç sene içinde hiçbirini istememiş olduğu, büyük olasılıkla da sevemediği üç çocuk doğurur. Umutsuz hem ürkünç hem de belirli saygınlığa sahip Suzy, Medea gibi eline bir bıçak alıp çocuklarını kesmez ama, onları yan yana bir duvara dizip öldürmeyi tahayyül eder. Eve gelen annesinin onu çok sert biçimde azarlayarak tokatlamasından itibaren, tersine çevrilmiş bir kronolojiyle birey olarak inkâr edilmiş bir kadının, tek çıkış yolunun trajik ve insanlık dışı bir biçimde ortaya çıktığı dramını yeniden inşa eder…
Reyhan Özdilek, Suzy’nin kuşkularını, isyanını, kalbinin, ruhunun ve bedeninin paramparça oluşunu depresyonun duygusuzluğunu kıdım kıdım aşan minimalist dokunuşlarla izleyicinin ta yüreğine aktarırken, Mert Şişmanlar, kocası Hans’a müthiş inandırıcı bir yorum getirir. Suzy’nin çocuklarına da ses veren Çağlar Yalçınkaya, yerinden hiç ayrılmadan oyunu ustalıkla bir protokol şefi gibi anlatır ve yönlendirir.
‘La mère / Anne’
21. yüzyılın önde gelen yaratıcı dehalarından Yasmina Reza ile yaşayan en iyi iki Fransız tiyatro yazarından biri olarak görülen, Florian Zoller’in kendi ifadesiyle “istem dışı bir üçleme” oluşturan, günümüz aile yapısını ve bireylerini ele alan ‘La Mère / Anne’ (2010), ‘Le Père / Baba’ (2012) ve ‘Le Fils / Oğul’ (2018) üçlemesinin en sert ve etkileyici halkası ‘Anne’, çocukları evden ayrılmış orta yaşa yakın bir annenin, modern eril aile yapılanmasında kayboluşunu, hayatının elinden kayıp gidişini fark etmenin yarattığı psikolojik gerilimi gerçekle hayalin iç içe geçtiği bir dünyada anlatır.
Zoller, yaşlanma, bellek, aile ve çift ilişkilerinin girift yollarında gezinirken, Antik Yunan’dan günümüze sayısız kez değinilen, oğlunun tek ve büyük aşkı olmayı düşleyen anne konusuna farklı ve taptaze bir bakış getirir.
Geri dönüşler ve tekrarlarla ilerleyen, seyirciyi, kimi zaman oyunun gerçek zamanında, kimi zaman annenin zihninde gezdiren anlatı, tek bir gerçeği doğrulamak yerine her an birden fazla gerçek olduğunu belirtir. Birbirini izleyen sahnelerin biraz değiştirilerek tekrarlanması, aynı diyalogların farklı çeşitlenmeleri, izleyicinin anlatıya kuşkuyla yaklaşılmasını sağlar.
Onur Ünsal, ilk yönetmenlik denemesinde metnin belirsizliklerine ve çift anlamlılığına ustalıkla teatral bir karşılık oluşturur. Dekoru oyunun karakteri olarak ele alarak her çeşitlemeyi hem oyuncuların bedenleri ve replikleriyle, hem mekânı, kostümleri, sahneye giriş-çıkışları farklılaştırarak ve her sekansı aynı inandırıcılıkla işleyerek Zoller’in peşinde olduğu buğulu, bulanık, biraz fantastik gerçekliğe başarıyla ulaşır Kendisi de müthiş bir oyuncu olan Ünsal, oyuncu yönetiminde de çok başarılı. Defne Kayalar, anneyi var eden, yaşayan ve yaşatan nefes kesici yorumuyla tiyatroya olağanüstü bir dönüş yapar. Yılların oyuncusu Engin Hepileri’nin koca yorumu dört dörtlük.
‘Madam Giyotin’
Lauren Gunderson’un 2017’de sahnelenen ‘Madam Giyotin’ oyunu, umut dolu kitlesel bir başkaldırı olarak başladıktan kısa süre sonra Korku Krallığına dönüşen Fransız Devriminde yaşamış, gerçek hayatta yolları kesişmemiş olsa da, eylemleri ve fikirleriyle aynı tarihin birer parçası olmuş, giyotinle idam edilmiş dört kadını, zamansız ve mekânsız bir ortamda buluşturur.
Feminist ve aktivist oyun yazarı Olympe De Gouges (Zeliha Gürsoy), Jean Paul Marat’nın katili gözüpek suikastçı Charlotte Corday (Merve Güran), Karayipli casus Marianne Angelle (Çiğdem Yıldız) ve tuhaf şekilde ileri görüşlü Marie Antoinette (Betül Arım), oyun içinde oyunda birlikte takılarak 1793 Paris’inin çılgın ve çığırından çıkmış kanlı vahşetine mizahın gücüyle direnmeye çalışırlar.
Yağmur Yağmur’un sahnelemesinde şiddet ve vahşetin gülünçleştirilerek yerildiği, hüzün ve kahkahanın bir arada olabildiği ‘Madam Giyotin’in başarısında, bu kadınları başlarına ne gelirse gelsin düzenle dalga geçecek kadar cesur, parlak, cüretkâr ve eğlenceli karakterler olarak yorumlayan dört müthiş oyuncunun büyük katkısı var. İyi seyirler.