Erdoğan Mitrani
Danimarkalı müzikal tiyatro kumpanyası Batida Tiyatro Topluluğu’nun gittiği her yerde büyük beğeni toplayan, 2014’te Grahamstown Ulusal Sanat Festivali Gümüş Alkış ile yine aynı yıl Varşova Assitej ödüllerini alan oyunu ‘A Man Called Rolex / Adı Rolex’, mayıs ayı sonlarında İstanbul sahnelerine de konuk oldu.
Bu enerjik ve canlı topluluğun, metin ve görsel tasarımı sahnede canlı müzik ve dansla birleştiren benzersiz, kendine has bir tarzı var. Her türlü harekete, özellikle de dansa yatkın beden dilleri olan deneyimli oyuncularının her biri, en az bir, ya da birden fazla enstrüman çalarak çok iyi birer müzisyene dönüşebiliyor.
Oyunlarını Kopenhag’da eski bir fabrikadan dönüştürülmüş kendi mekânlarında sahneliyor ya da dünyanın her tarafına, seyirci bulabilecekleri her yere götürüyorlar. Sahnelemeyi yıllardır sürdürdükleri ‘A Man Called Rolex’ 45 ülkeye turne yapmış.
Søren Ovesen’in yazdığı, ünlü İngiliz yönetmen Alex Byrne’ın yönettiği ‘A Man Called Rolex / Adı Rolex’, Eski Doğu Blokunun çöküşünden önceki yakın bir geçmişte, Doğu Avrupa’da bir yerde geçer. Antik Yunan tragedyasına konu olabilecek öyküsünün kara komedi biçeminde anlatıldığı oyunda çok yetenekli bir ressam, ülkesinin babası olduğuna inanan Büyük Liderin portrelerini yapmaktadır. Liderin en büyük portresini yapmakla görevlendirilen ressam, müzikseverlerden oluşan eğlenceli bir Roman ailenin kızı ile büyük aşk yaşar. Sevgisi yüzünden sadece kızın portresini çizerek lidere karşı asal görevini ihmal edince lider duruma el koyar. Terkedilen kızın ressamla ilişkisinden olan oğlu yalnız, sefalet içinde yetimhanede büyür. Yıllar sonra istihbarat servisinin üst düzey elemanı olan bu çocuk onu ruhunu satmak zorunda bırakmış olan megaloman diktatöre artık karşı duran ressamı öldürmek için lider tarafından görevlendirilir…
Öyküyü spoiler vermekten çekinmeksizin anlatmamın sebebi, düşünce özgürlüğü, totaliter rejimde sanat yapmanın ikilemi, yaşam sevinci sayesinde hayatta kalabilme gibi önemli konulara incelikle değinse de, pek sürprizi olmayan nasıl gelişeceği ve nasıl sonlanacağı az buçuk belli bir hikâye oluşu.
Batida’nın dehası böylesine bildik bir metinden, oyuncuların seyirciyle interaktif bir ilişki kurdukları, kıpır kıpır, danslı, müzikli, keyifle izlenen bir gösteri yaratmış olması.
Danay Anaya, Simon Holm, Karen Rasmussen, Maria Sonne, Tine Sørensen, Rasmus Glendorf, Per Thomsen, Lene Wendelin ve oyunun yazarı Søren Ovesen’den oluşan Batida ekibi, müthiş bir sahne sempatisiyle, kendi müziklerini kendileri icra ederek, oyunu hüzünle güldürünün iç içe olduğu, 75 dakika boyunca zevkle seyredilen çarpıcı bir izlence olarak sahneliyor.
Hepsi bir yana, ‘A Man Called Rolex’ sıradan bir öykünün nasıl heyecan verici eğlencelik bir seyirliğe dönüştürüldüğü konusunda çok etkileyici bir tiyatro dersi.
‘Hatırlarsamız Mahremiyet Demiştik’
Yaşam Özlem Gülseven’in yazdığı, Ozan Ömer Akgül’ün yönettiği ‘Hatırlarsanız Mahremiyet Demiştik’, annesinin ölümünden sonra eşyalarını açık arttırmada satan bir kadının anımsadıkları üzerinden, geçmişiyle hesaplaşmasının, kendisini yeniden tanımasının ve tanımlamasının öyküsüdür.
Seyirciler oturduktan sonra, elinde bir sürü nesneyle boş oyun alanına giren oyuncu onlarla bire bir konuşmaya başlayınca izleyici, satıcı / oyuncunun mallarının potansiyel alıcısı olarak bir mezat alanında bulunduğunu fark eder. Oyunun tek kişisi Tuğba Sorgun sahne sempatisi ve usta oyunculuğuyla izleyiciyle interaktif bir ilişkiye girerek her bir nesnenin ona anımsattıklarını, onda bıraktığı izleri, sanki seyirciyle teke tek paylaşırmışçasına aktarır. Tabii ki oyun ful interaktif değildir. Kimi diyaloglar gerçekten karşılıklı konuşulsa da, metinden dışarı çıkmamak adına kadın, kimi sorunun cevabın da almış gibi konuşmasını sürdürür. Ozan Ömer Akgül ile Tuğba Sorgun, gerçek interaktif ile ‘miş’ gibi olanı öyle güzel dengelerler ki oyun su gibi akmayı sürdürür.
Kadının annesi kısa bir süre önce ölmüştür. Saklanan ve biriktirilenleri ne yapacağını bilemeyen kadın, cenazeden bir hafta sonra eşyaları mezat yoluyla satmaya karar vermiştir.
İlk defa mezatta satış yapan kadın bazılarıyla karşılaştığı eşyalar aracılığıyla hem geçmişini hem de unuttuğu hatıraları anımsamaya başlar. Kadın izleyiciye açıldıkça satış, pek çok şeyin su yüzüne çıktığı bir terapi seansına dönüşmeye başlar. Giderek baskılanmış olan öfke azar azar duyumsanmaya başlar. Devamlı kavga eden anne ile babaya duyulan öfke, güçlü karakterinin baskıcı davranışlara ittiği anneye duyulan öfke, annesinden ayrılınca yok oluveren ilgisiz babaya duyulan öfke ve de en önemlisi, annesin tüm günlüklerini izinsiz okumasının yarattığı mahremiyet ihlaline duyduğu öfke…
Aslında bildiğimiz, yaşamış olduğumuz ya da yaşandığına tanıklık etmiş olduğumuz bir öykü. Samimi anlatımı, oyuncunun doğallığı ve de Ayşe Sedef Ayter’in ışık tasarımının, yaşananla düşleneni büyük ustalıkla ayırdığı çok keyifli bir seyirliğe dönüşmüş. Kaçırmayın derim.
Önümüzdeki sezon İstanbul sahnelerinde.
Öteki Tiyatro & Karagöz Sanat Atölyesi ‘Godot Bize Gelmez’
Gece yarısı sıkışıp, bahçesindeki tuvalete giderken kendini ‘Godot’yu Beklerken’ bulan Karagöz, arkadaşı Hacivat ile bu boyutta sıkışıp kalır. Türk tiyatrosunun baş kişisi olan Karagöz, Batı’ya ait bilinmez, esrarengiz bir figürü, kendi gözünden yani sokaktaki adamın gözünden beklerken, hem kendini hem kendiyle beraber bekleyen sözde aydın arkadaşı Hacivat’ı, hem de genel olarak ülke siyasetini sorgulaması ile sanatın muhalif yönüne selam verir.
Karagöz, oyunda neden beklendiği belli olmayan ancak yine de beklenen, geleceği iddia edilen, sürekli başkaları vasıtasıyla haber yollayan Godot’yu. hiç bir şeyi sorgusuz sualsiz beklemeyeceği için, bekleme işi bizden bir hâl alır; ve tabii ki Batı’nın Godot’su bize gelmez. Uyarlamanın kanımca en heyecan verici tarafı, gerek geleneksel Karagözümüzün, gerekse Beckett’in tüm üretiminin ortak paydası olan absürt kavramına ustalıkla oturtulmuş olması.
Önümüzdeki sezon İstanbul sahnelerinde. Sakın kaçırmayın derim.
Hepinize mutlu ve sağlıklı bir yaz dilerim.