Röportaj: Ayşe Draz & Mehmet Kerem Özel
İstanbul Fringe Festival, Fiziksel formatındaki gösterimlerine Mayıs ayında da devam etti. Festivalde gösterilerini canlı sunan sanatçılarla yaptığımız sohbetlerin bu haftaki konuğu 19-21 Mayıs 2022 tarihlerinde seyirciyle buluşan Katie’s Tales gösterisinin yazarı ve oyuncusu Agnieszka Kazimierska.
Katie’s Tales oyunundan Agnieszka Kazimierska, © Nikita Chuntomov
İstanbul Fringe Festival 2021-22 sezonunda heyecan verici bir karara imza atarak, sezon içinde her ay bir-iki yabancı gösteri sanatları topluluğunu İstanbul’da konuk etti. Böylece, şehirdeki diğer kültür-sanat kurumlarının organizasyon eksikliği nedeniyle sezon içinde yabancı gösteri sanatları topluluklarının pek uğrayamadığı İstanbul, adeta sezon boyu süren bir festival kazanmış oldu. Bu kapsamda İstanbul Fringe Festival’in, 17-24 Eylül 2022 tarihleri arasındaki yeni edisyonu öncesinde, sezon konuklarının sonuncusu Katie’s Tales 19-21 Mayıs tarihlerinde şehrin üç farklı gösteri mekânında sahnelendi. Workcenter of Jerzy Grotowski and Thomas Richards’ın Açık Program’ı kapsamında Mario Biagini tarafından yönetilen ve Agnieszka Kazimierska tarafından tasarlanan ve oynanan Katie’s Tales, sevgilisi tarafından korkunç bir olaydan sonra bir gün geri dönme sözüyle terk edilen genç bir kadının bir bahçede geçen hikâyesini anlatıyor. Heybemizdeki on soruyu, Agnieszka Kazimierska’a yönelttik.
Katie’s Tales oyunundan Agnieszka Kazimierska, © Renato Esposito
Tiyatronun özü sizce nedir?
Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Evet kesinlikle. Her sanat, veya herhangi bir “sanat” bu güce sahip değildir, ancak kesinlikle tüm sanatlar dönüştürme potansiyeline sahiptir. Ben tiyatro, yaşayan sanatlar hakkında konuşmak istiyorum: Burada ve şimdi, fiziksel mevcudiyetin ve dikkatin paylaşıldığı bir mekânda gerçekleşen sanatlardan. Bu dönüştürücü güç pek çok düzeyde etkili olabilir, tiyatro sanatıyla meşgul olan hem aktörler hem de seyirciler, hem profesyoneller hem de profesyonel olmayan pek çok insan için çok değerli olabilir. Profesyonel tiyatro sanatları bağlamında yüksek bir dönüşüm ve iyileştirme potansiyeline sahip olduğunu sezdiğim bir şeyden bahsediyorum. Potansiyel var, ancak gerçekten dönüştürücü sanatlarla tanışmak kolay değil. Aksine, benim deneyimime göre bu nadiren gerçekleşiyor. Ama olasılık var, o yüzden işlemeye devam edelim.
Bu dönüşüm nasıl olduğunu biliyormuş gibi yapmayacağım. Bununla birlikte, sanatın nasıl dönüşebileceğine ve iyileştirebileceğine dair kendi düşüncemde ve anlayışımda bana yardımcı olacak bazı fikirler, imgeler veya kavrayışlar sunabilirim. Öncelikle sanatçının hem yaratım sürecinde hem de icra ettiği sanat eseri içinde bir dönüşüm geçirmesi gerekiyor. Bu dönüşüm benim için yeni fikirlerle ya da farklı bakış açılarıyla karşılaşmakla ilgili değil. Ya da tek başına sadece bu değil. Bu kesinlikle önemli, ancak dönüşümün potansiyeli çok daha ilerilere ulaşıyor. Bu olasılığın gerçekleşmesi için, oyuncunun çalışmasının vücuduna, zihnine ve kalbine ulaşması ve onları buna dahil etmesi gerekiyor. Belki de olayı biraz basite indirgeyen bu üçlü birbirleriyle bağlılar ve de bu tanımlamayı yapabilmemin en net yolunu sunuyorlar. İkincisi sadece duygularla ilgili değil, bundan daha fazlası olduğunu seziyorum. Daha fazlasının tam olarak ne olduğunu söyleyemesem bile. Duygular önemli ve Batı toplumlarında, özellikle olumsuz olmaya mahkum olan duygularımızı bastırmak için çok fazla eğitildiğimizi biliyorum; bazen bir odada birlikte hissetmek bile çok önemli ve dönüştürücü hale geliyor ve bu anlamlı bir şey. Ancak yaşayan sanatların dönüştürücü gücü bundan çok daha ileriye gidiyor. O zaman başka sorular da sorabiliriz: Nereye? Ve bu olasılığa nasıl yaklaşmalı? Bu, kendisini bu arayışa adamak isteyen bir sanatçı için ömür boyu sürecek bir arayış.
Yukarıda bahsettiğim dönüşüm anlayışı ile ilgili, son zamanlarda kafamda kök salmış bir fikirden bahsetmek istiyorum. Bu bir bakıma, insan etkileşimleri sırasında neler olabileceğini tanımlama girişimi. Geçenlerde şöyle düşündüm; iki insan bir araya geldiğinde, iki DNA dizisi gibiler, birbirinden (bilgi) “kopyalayan” iki DNA dizisi gibi; böylece yeni diziler inşa ediyor, var olanları güçlendiriyoruz, ötekinde algıladıklarımızı – bir insanın bilgileri, yapı taşları – kopyalıyor, onları yeniden doğruluyoruz. Ve böylece kendimizi ve birbirimizi inşa etmeye devam ediyoruz. Bu büyük ölçüde, kendimizde ve başkalarında algıladıklarımızı yansıtarak gerçekleşiyor. Tüm bilgileri yansıtarak: Bu bilinçli olarak fark edilen bilgi parçalarının yanı sıra tam olarak tanımlanamayan tüm bilgiler. Başka bir deyişle, birbirimizle etkileşime girdiğimizde, aramızda çalışan bütün bir iletişim otoyolları ağı var – düşünceler, fikirler, algılar, bilgiler, izlenimler, uyanmakta olan anılar. Hızla akan bu otoyolların bazı çalışmalarını fark ediyoruz ve diğerleri unutulmaya devam ediyor. Ancak bu buluşmanın niteliği, onun ve karşımızdakinin genel izlenimi, hem fark ettiğimiz bilgiler hem de bilinçli olarak kabul etmediğimiz bilgiler tarafından bilgilendiriliyor. Yani sadece fark ettiğimizi değil, her şeyi “kopyalıyoruz”, bu fark edilmeyen her şeyin ne olduğunu saptamak zor olsa bile. Bütün insan-organizmamız, başka bir insan-organizmanın her şeyini algılıyor ve “kopyalıyor”. Sadece düşünceleri, bakışları, davranış unsurlarını değil, her şeyi: Vücutta istenmeyen duyguları, anıları, rüyaları, ruh hallerini, ruh halini taşıyan en minimal kasılmaları…
İnsan alanımızda, hepimizin etrafında taşıdığımız ya da içinde yaşadığımız harika gizemli psişik bir bulutta yüzen ve yaşayan tüm bu unsurları. Biz “kopyalıyoruz” – yani algılıyoruz (bilinçli ve bilinçsiz olarak), muhtemelen diğerini hissederek (empati), ama aynı zamanda kendimizi bu kopyalanmış bilgilerden inşa ediyoruz. Tüm bunların ortasında zihnimiz, algıladığımız ve yorumladığımız şeye yön verme, yönlendirme gibi inanılmaz bir kapasiteye sahip. Şaşırtıcı bir yönlendirme kapasitesine sahip – aklımızı nereye yönlendirdiğimiz, düşüncelerimizi nasıl çerçevelediğimiz, etrafımızdaki gerçekliği okuma şeklimizi etkiliyor: Nasıl ve neyi algılıyoruz? Ayrıca bu bedenimizin ve psişik sıvılarımızın çalışma şeklini de etkiliyor.
Bazı fikirler, bazı düşünme biçimleri, bazı farkındalıklar bizi besler, sağlıklıdır, yaratıcıdır, hayat verir, düşünme, anlama, tasavvur etme, algılama kapasitemize ufuklar açar. Başka fikirler veya düşünme biçimleri ise köreltici, sağır edici, sağlıksız, sıkışmış, kısır, hasta olabilir. Ve böylece bir oyuncunun, bir performansçının sağlıklı, besleyici, dönüştürücü fikir ve ideallere uyum sağladığı, zihin, beden ve duygularının birbirleriyle temas ve iletişim halinde olduğu bir performansa tanık olmak, sahnede oyuncunun duygu ve duyum yollarının serbest kaldığı, yaşayan bir insanın düşünce sürecini deneyimlemek ve oyuncunun bu düşünceye tepki verdiğini gözlemlemek o zaman bir izleyici ve kendini sürekli olarak kendisinden ve diğerlerinden yeniden inşa eden bir DNA yapı zinciri olarak -vay, bu benim için “kopyalayabileceğim” ne müthiş bir zenginlik. Bunların hepsi bugünlerde benim zihnimde oynadığım bir dizi metafor, imge.
Ve bir izleyici olarak sanatın dönüştürücü gücünü düşünürken şunu da söylemek istiyorum ki tiyatronun diliyle dokunduğu, üzerinde durulması gereken önemli konular var ve bunlar dönüştürücü. Ayrıca nitelikli oyunculuk -şarkı söyleme, dans etme gibi işler, bir oyuncunun çalışmalarının niteliği bana estetik bir zevk, bazen şaşkınlık, bazen hayranlık, bazen bunların karışımını veriyor – ve bu da beni dönüştürüyor, önümde eylemekte olan bir insana tanıklığımın niteliğini değiştiriyor. Bir bakıma beni şok ediyor ve orada olmak, onlarla yüzleşmek, onların varlığına ve yaptıklarına karşı daha dikkatle, kendi içimde daha mevcut bir biçimde gözlemlemek için beni kışkırtıyor.
Katie’s Tales oyunundan Agnieszka Kazimierska, © Nikita Chuntomov
Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinize etkisi olur mu?
Rüyalar, evet, bazen, rüyalarda tezahür eden farklı psişik güçlerin mitleri ve oyunlarından ve ilişkilerden beslenirim… Ama aynı zamanda metinler, şarkılar, dokular, sesler, hayal gücü nöbetleri, bazen tesadüfen duyduğum ama fikirler doğuran sözler, rüzgarlar, doğa ve doğanın davranışları, karşılaştığım insanların karşılaştığı zorluklar, benim kendi karşılaştığım zorluklar. Bazen mevsimler…
Bir yapıt üzerinde çalışırken ve yaratıcı bir akışa girdiğimde, kısmen, onun etrafında hazine baloncukları keşfeden kötü kalpli bir avcı gibi hissediyorum. Bir avcı – rüya yakalayıcısı gibi. Bu deneyimi seviyorum. Bazen gerçekten çılgınca olsa bile – fikirler her an gelir ve onları yazmak için ya da bir anlamda onlarla ilgilenmek için acele ederim… Ve eminim birçok sanatçı, yaratıcı, bir fikir tarafından baştan çıkarılmış veya bir fikir edinmiş herkes şunu bilir: Uyumaya gidiyorsun ve çok yorgunsun, ama fikir geliyor ve onunla ilgilenmemek, onunla etkileşime girmemek, kendi içinde gizlediğinin ne olduğunu açıklamamak çok yazık olurdu. Ve ayağa kalkıp yazıyorum, çiziyorum ya da seslendiriyorum… Bunu yapmayı seviyorum. Yaratıcı bir süreçle diyalog içinde olmak gibi, daha doğrusu bir dansta olmak gibi. Güzel, zengin ve büyüleyici bir his. Çok fazla sürpriz var ve gelen bir mevsim gibiler çoğu zaman. Diyelim ki, tüm tohumların ve tomurcukların çiçek açmaya başladığı baharda onları tanımak ve yapraklarını açtıklarını görmek istiyorsunuz. Bu yaratıcı anlar hediye gibidir. Onları harcamak yazık olurdu. Ve geldikleri gibi de giderler. Ve sessizlik dönemleri, hatta kısırlık dönemleri vardır. Bu bazen beni üzer. Ama bir sanatçı ve bir insan olarak olgunlaştıkça, o kısır anları kucaklamayı ve onların bilgeliğini de takdir etmeyi daha çok öğreniyorum.
Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
İhtiyacım olduğunda. Ya da işin gerektirdiği zaman. Bir eser belirli karakteristiklere veya temalara sahip olmaya başladığında ona bir isim veririm. Daha sonra bu isim değişse bile, bu ilk isim benim için zaten belli bir referans aralığı oluşturur. Daha sonraki çalışmalara yön vermeme ve o iş ile olan ilişkimi geliştirmeme yardımcı olur.
Katie’s Tales oyunundan Agnieszka Kazimierska, © Nikita Chuntomov
“Ustam” olarak tanımlayabileceğiniz veya size ilham verdiğini düşündüğünüz biri/leri var mı, varsa kimler?
Bu zorluğun bir kaynağı o halde kişisel: Yaratıcı hayatımın şu anki aşamasında herhangi bir dış otoriteyi reddediyorum. Kendi benzersiz sanatsal dilimi ve sesimi keşfetmeye ve beslemeye devam etmek istiyorum. Ve bu meydan okumanın, belki de sadece kişisel değil, aynı zamanda kültürel olan başka bir nedeni daha var: Belki kültürel veya tarihsel bir kahraman seçme eğilimini (usta, deha, kötü adam, şeytan – hepsi erkek, çünkü kahramanlar ya da ustalar hakkında konuşurken hala çoğunluk böyle “düşünüyor” ve dil hala bunu öneriyor) ve onları besleyen tüm karmaşık “arka planı”, içinde büyüdükleri ve çoğu zaman gururla içinde bulundukları ekosistemi, reddetmek. Elbette, bu dünyada olağanüstü bireyler var. Bunu reddetmek istemiyorum. Onun yerine, kendilerini etkileyen tek bir kişi olmadığını – ya da varsa – tek başlarına, kendi başlarına var olmadıklarını kabul etmek istiyorum. Eylemleri tek başlarına ve sadece kendilerinden var olmuyor. Ne “iyi” ne de “kötü” olanlar. Ne takdire şayanlar, ne de aşağılık olanlar. “Hiç kimse bir ada değildir”, değil mi? Hiçbirimiz kendi başımıza yokuz, kendi başımıza büyük işler yapmıyoruz, kendi başımıza ürkütücü işler yaratmıyoruz. Hepimiz, bizi besleyen ve yapmamıza, yaptığımız ve olduğumuz şey olmamıza izin veren karmaşık bir ekosistem tarafından destekleniyoruz… Bu bizim büyümemizi sağlıyor. Ve bence hala kültür, kahramanlarımız, yaratım, sanat ve sanatçılar hakkında “düşüncemizde” bu çok sık göz ardı edilen veya unutulan bir şey. Bu önemsiz bir şeyse, şu anda benim için çok önemli olan bir önemsizlik. Beni tutan ve besleyen ekosistemin (ilişkilerin ve etkilerin) tüm öğelerinin desteğini adlandırmak, tanımak, kabul etmek. Beni tutan tüm insanlar: Yaşamış ve ölmüş. Beni, sanatçı arkadaşlarımı veya zamanımın veya geçmiş zamanların kadın ve erkek kahramanlarını tutuyorlar. Yanımda taşıdığım önemli bir soru, her şeyin karmaşık bir ekosistemden ortaya çıktığı kabulüyle nasıl ilişki kuracağım. Bir sanat eseri yaşar. Yaşayan ilişkiler ortamından ortaya çıkan yaşayan bir “şey”dir. Bu ortamdan beslenen arzu ve ihtiyaçlar; ve ayrıca tatmin edilmemiş olanları da dahil. Hem bolluk hem de eksiklik bizi şekillendirir. Eksiklik çoğu zaman tepki vermemiz ve yaratmamız için – eksik olan bolluğu sağlamak için – bir çağrıdır. Görevimiz, duyduğumuz, gördüğümüz ya da algıladığımız ve cevaplanmayan çağrılara cevap vermektir.
Sanat dünyasında, zanaatımı ve tiyatro anlayışımı doğrudan etkilemiş pek çok insan var. Ama perde arkasından sanatıma etki eden o kadar çok insan var ki, ailemin üyeleri, büyüklerim, bazı arkadaşlarım. Beni etkileyen önemli hocalarım kimler? Doğduğum dünya, halklar, içine doğduğum millet, içine doğduğum aile, atalarım ve onların hayat hikayeleri. Eksiklikleri ve bollukları. Hayalleri, sınırları ve arzuları. İşimi etkilemiş isim verebileceğim birkaç kişi var. Ve adını sayamadığım daha pek çok görünmez ilham. Ve tarihimizin nasıl anlatıldığı için, kahramanları adlandırmanın, dâhileri tekil bireyler olarak adlandırmanın öğrenilmiş eğilimi nedeniyle, sanki kendi başlarına var olmuşlar gibi, çok önemli öğretmenlerimin kim olduğunu neredeyse reddetmek istiyorum. Çünkü sadece onlar yoktu. Ya da onlara isim verirsem, isimleri tekrarlanacak ve hatırlanacak. Tekrar ve tekrar. Ve diğerlerininkiler bilinmeyecek. Ve bu şekilde, benim fikren katılmadığım bir tarih anlatma biçiminin sürdürülmesine katılıyor olacağım. Ama evet, kesinlikle çalışmamı ve yaşayan sanatların olasılıkları kavramını güçlü bir şekilde etkileyen benzersiz insanlar var. Onların etkisi, sanatı yaşayan bir uygulama, yaşayan insanlar arası da bir olay, bir değiş tokuş, toplumsal dönüşüm potansiyeli taşıyan değerli bir hazine olarak görmeme yardımcı oldu. Sanatı bir meta olarak değil, bir yaşam mücadelesi, bir ayrıcalık, kişisel bir dil olarak, evrenle evren hakkında konuşmanın -evreni kendisine yansıtmak için- bir yolu olarak görmeme yardımcı oldu. Bir insan, bir sanatçı, bir yaratıcı olarak beni etkileyen gerçekten çok sayıda insan var. Pek çok parlak kadın, erkek, insanlardan öğrendiğim, çalıştığım veya yürüdüğüm insanlar. Bazıları sanatçı, diğerleri başka önemli işlerle meşgul; bazılarını yaşayan sanatçılar olarak görüyorum. Sadece birkaçını saymak gerekirse: Grotowski, Weil, Chagall, Gaugin, Złotowska. Bu çalışmanın oluşum sürecinde ve sanatçı olarak oluşum sürecinde önemli bir kişi, İstanbul’a getirdiğim performansım Katie’s Tales‘in yönetmeni. Yanındayken keşfettiğim ve öğrendiğim her şey için kendisine çok minnettarım. Ve ondan hem olumlu hem de olumsuz şekillerde öğrendim. Ayrıca uzun yıllar birlikte çalıştığım tiyatrodaki tüm meslektaşlarımın o yıllarda bana ilham kaynağı olduğunu ve sanatsal çalışmalarıma etki ettiğini söylemek isterim.