Üstün Akmen
Cezmi Ersöz benim “Çok kitaplı” şair, yazar, denemeci, öykücü dostlarımdandır ve ben onun yapıtlarındaki yoğun melankolik havayı, ağır pesimizmi severim. İnsanın iç yolculuğunu kendine özgü bir dille anlatır, anlatırken insan-dünya ilişkisini sürekli tırmalar, “Duygular ve olaylar” karşılaştırması/kıyaslaması yapmayı da pek sever.
Bu kere bir oyunuyla çıktı karşıma. İstanbul Devlet Tiyatrosu, Devlet Tiyatroları’nın 60. Yılında dünya prömiyerini gerçekleştirdiği 60 yerli eserden biri olan Cezmi Ersöz’ün “Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk”ını 2010–2011 sezonu oyunu olarak repertuarına aldı. Konu, bir Amerikan tüketim anlayışı örneği olarak dünyaya lanse edilen “Sevgililer Günü”nde, kız arkadaşını bekleyen bir adam, gelmeyen sevgili ve gelmiş geçmiş tüm kadınlarla hesaplaşmaya varan bir süreçte geçiyor.
Ersöz’ün yapıtını oyundan sonra bir de tekst olarak okuduğumda (Tekin Yayınevi/Ocak 2007) ürettiği her (Yeniliği tartışılabilir) yeni kavram ile söylemek istediği her yeni sözcük çevresinde ve çerçevesinde laf kalabalığı oluşturduğunu gözlemledim. Konular, sözcük cümbüşü içinde yitip gidiyor, yeni bir bakış açısının getirebileceği yeni sorulara yer ve yol açmıyordu. Modern zaman, uygar kadın-erkek ilişkisi üzerine yeni öyküler duymaya hazırlanırken, hiç de farklı olmayan öykü, yeni sorular sorabilme yetisini okurun elinden alıyordu.
Kimse kusura bakmasın, ben öykü anlatmak için oyun yazılmasına karşı çıkanlardanımdır. Hal böyleyken, bir oyunun bir öykünün tanımlanmasından oluşmaması gerektiğini, sanırım Sevgili Cezmi Ersöz de kabul edecektir. Kabul ederse eğer, oyunun; güçlenen, gittikçe yoğunlaşan, derken ya yeniden çözülmek ya dayanılmaz bir karışıklıkla bitmek için birbirine geçen bir dizi bilinç durumu ya da olaylardan oluşan bir yapısı olması gerektiğini neden kulak arkası etmiştir, merak ederim. Soyuta kayan bir anlatımı yeğlemek, bu yapısal gerçeği ortadan kaldıramaz ki! “Tiyatroda her şeye izin vardır,” düsturundan yola çıkabilir, doğrudur, hakkıdır da… O halde, karakteri yaşatmak, kaygıları, içte olanları canlandırmak gerekmez mi? Hiçbir klinik tanımlama, aşık olmanın, neye benzediğini aktaramadığa göre; aşık olmayı, aşk acısını tatmış olmayı anlatmak “kalıp” gerektirmez mi? Gerekir! O halde kısaca: “Metin iyi yazılmamış; tiyatroya da uygun değil,” deyip geçeceğim.
Oyunu izlerken, Yönetmen Serap Eyüboğlu’nun insanın özel yaşamının giderek artan ağırlığı altında ezilişini anlatmaktan ısrarla kaçındığını sezinledim. Kimdi Sinan? Bal gibi bir kozmopolitti! Tanınmış bir yazardı falan, ama köksüzdü. Yaşadığı coğrafyayla kurduğu ilişkilerle kimliğini açıkla(ya)mayan bir yabancıydı. Başka dünyadan gelen bir yaratık değildi, ama bir “meçhul”dü. Hem toplumsal, hem de kişisel yaşamlarımızdan silinmiş biriydi. Yazar da böylesini istememişti belki, ama ola ki “kozmopolit”in yavaş yavaş ölüşünün öyküsüydü bilmeden istemeden anlattığı. Yazarın öne ittiği, yönetmenin geri çektiği gerçek ise, benliğin sonsuz tatmin arayışı olarak tanımlanabilecek “narsisizm” ve yıkıcı/dışlayıcı/reddedici anlayışın yüceltilmesiydi.
Cezmi Ersöz, modern sanayi kapitalizmine ve her türlü ayrımcılığa karşı başlayan hareketlerin vardığı nokta olan yıkıcı/dışlayıcı/reddedici anlayışı hiç dikkate almamış, kız arkadaşını bekleyen Sinan adında bir adam, onun gelmeyen sevgilisi ve yaşamının içinden gelmiş geçmiş kadınlarla hesaplaşmasını ele almıştı. Neydi Cezmi Ersöz’ün hesaplaşmasının temeli? İnsanın kendine ne kadar içten olabileceği… Oysa maddi ve zihinsel koşulların değiştirilmesinin yerine, günümüzde katılık ve dışlayıcılık yer tutuyor. O halde kim takar Sinan’ın pişmanlıklarını, Elif’in sevilip beklenildiği halde gelmeyişini, belki de o akşam bir başka erkeğin kollarında oluşunu ya da olmayışını?
Metnin anlamsal gücünün eksikliği, tiyatro diline pek uymayışı ve deneyimli oyuncu Kürşat Alnıaçık’ın solo oyunculuğa ısınamaması oyunu hayli sıkıcı kılmakta. Kürşat Alnıaçık imzalı hareket düzeni kurgusu da son derece hantal ve yersiz. İnsanın kafasını ikide bir iki elinin içine alıp yoğurması, kendini yerden yere atması kurgu mu Allah aşkına?
Vedat Sakman’ın müziğine sözüm yok. Ayhan Güldağlan’ın ışık düzeni, üzgünüm ama pek kötü. Benim bildiğim tepe ışıkları genel atmosferi tamamlamada ve diğer yönlerden gelen ışıkların gölgelerinin yok edilmesinde kullanılır. Eee? Ters ışık oyuncunun görünüşünün daha belirgin olması, dekor ve fondan daha uzaktaymış gibi görünmesi, biçim ve hatlarının daha net seçilebilmesi için, sahneye derinlik, atmosfer ve üçboyutluluk sağlaması amacıyla kullanılmaz mı?
O halde?
Üzerinde durmaya değmez! Işık neyse ne!
Serpil Tezcan’ın dekorundaki içki dolabı, kitaplık, büfe, koltuk, masa ve iskemleler kötü değil. Sinan’ın giydiği siyah fanila, beyaz keten pantolon ve gömleğe “kostüm” deniliyorsa sözüm yok, kostüm başarılı. Antrparantez, Sinan’ın giydiği ayakkabı gerçekten zevkli ve güzel… Yazarın: “Odanın bir köşesinde ceket asmak için bir cansız manken durur (Sayfa 6)” diye betimlediği iskemleyi, kadın vücudu biçiminde geliştirmekse son derece zekice!
Serap Eyüboğlu’nun rejisi organik bir dizge olarak kurulmamış. Dolayısıyla, her öğe bütün içerisinde kaynaşamıyor. Ne demek istediğimi anlayan anlar, anlamayanlar da anlayanlardan öğrenir, hiçbir şeyin rastlantıya bırakılmadığı rejilerden değil Eyüboğlu’nun rejisi. Bütünün kavranışı kapsamında işlevler üstlenilmemiş ve bu üstlenilmeyişler ister istemez yapıyı oluşturmamış. Şarap şişesinin yarıya kadar çekilmiş mantarını Sinan’a tirbuşonla yeniden açtırmaklaysa hata etmiş.
Sinan’da Kürşat Alnıaçık’ın performansı elbette övgüye değer, ama Alnıaçık’ın sesin oyun kişisinin gösterileninden, yani onun kurmaca içerisindeki kimliğinden daha çok bilgi aktardığını bilmez gibi yapmasını anlayamadım. O ne bağırış be Sevgili Alnıaçık! Serap Eyüboğlu hiç mi uyarmadı seni? Sesin anlatımbilimsel derinliğinin, cisimliliğinin, kösnüllüğünün ya da müzikalitesinin gücünü sen bilmeyeceksin de kim bilecek? O gücün, yeri geldiğinde metnin anlamını bile bastırdığını nasıl unutursun?
İşin doğrusu, bu “resital”de tanık oldum, Kürşat Alnıaçık’ın bedeniyle aynı kumaştan biçilmesi gereken çıplak sesi yitti; rakıyı, viskiyi, şarabı “su gibi” içti de içti, sarhoş olmadı gitti.
Arzular, korkular, baskılar, karşı çıkmalar, saldırılar oyun boyunca hançereyi yırtarcasına bağırarak ifade edildi; masalar, koltuklar, kanepeler yerlere devrildi.
Kısacası, salon boşu boşuna kuru gürültüyle şişti yani!
Sözün özü: Kendi kendine konuşmaktır aşk, tamam da, boş konuşmak da değil ki hani!
2 yorum
3 sene önce öğrenci yurdunda bir arkadaşımdan cezmi ersöz’ün otobiyografisini yazdığı kitabına rastlamıştım. alıp inceledim, gerçekten hoş kitaptı.
güzel.