Hasip Akgül
Şimdi cenaze kortejindeyiz mizahımızın belki Aziz Nesin’le birlikte en büyük ustası olan Ferhan Şensoy’un ardından yürüyoruz.
Yürürken her Allahın günü magazin ekran ve basınında gördüğümüz, kendilerine “showman” adı verilen, beyaz ve sevimli oldukları, çok güzel hareketler yaptıkları ileri sürülen bir grup mizah sanatçısına bakıyoruz ve sonra ölümüyle toplumun bütün kesimlerinde derin bir kayıp duygusu yaşatan ustanın peşinde yürüyüşümüzü sürdürüyoruz.
Bunların tamamında Ferhan Şensoy etkisi açıklıkla görülür. Hatta bir kısmının onun “Nöbetçi Tiyatro”sundan çıktığı bilinir. Ama yaptıkları işin özünün birbirinin tersi olacak kadar farklı oluşunu nasıl açıklamalıyız.
Vakur yürüyüşümüzü bir yandan sürdürelim ama yapmacık bir “ölüm karşısında saygı duruşundan” çıkaralım. Gerçekçi sorular soralım yürürken. Belki bu tavır daha büyük bir saygıyı üretecektir. Şu an “Ses Tiyatrosu” önündeyken şu soruyu soralım örneğin: Beyoğlu’nda ve İstanbul’da ve dolayısıyla Türkiye’de en eski yaşayan tiyatro binasını bu hale getirmek için “Ferhangi Şeyler” oyunuyla kaç yüz turne yapmıştır?
Sonra kara gözlüklerinin ardında tanınmak istemiyormuş gibi yapan “süper komik” sanatçılarımıza tekrar dönelim. Hangisinin araba koleksiyonu daha kalabalıktır? Ya da hangisinin ayrıldığı manken eşi daha büyük nafaka almaktadır? Ya da hangisinin reklam şirketi film şirketinden daha büyüktür?
Ama haksızlık da yapmayalım, hızlı zenginleşme yaşamak ve artık egemen sınıfların yanında olmak bir komik için gerçekten de çok komik değil midir?
Galatasaray’ın önünde duruyor kortej. Ferhan Şensoy’un birçok öyküsünün mekânı, okul yıllarının geçtiği yer. Buradan mezun çok ünlü arkadaşı var cenazeye katılmış olan. İşte bir tanesini hemen tanıyoruz okuldaki ismiyle “Ayı Engin.” İnsanın gençliği neyse yetişkinliği de o tanımamak mümkün değil. Evet, havuzlu güneşli, pipetli kokteylli, Sabah gazetesinin ünlü köşe yazarı! O da mizah yazmaya çalışmıştır ama iktidara yakın bir yerde bu nadide bitkinin yeşermeyeceğini bilememiştir. Sonunda gazete köşe yazısı denilen ne idüğü belirsiz bir yazı türüne sarılmıştır. Köylüler tarlanın ekin ekilmeyen ucunda bir yerinde hacet giderirler ve burada beliren koyu yeşil-kahverengi tonlara sahip tohumsuz-çiçeksiz-yosunsu bitkiye orostopol derlermiş. Köylük bir yerde Engin’in mahlası orostopol da olabilirmiş. Ferhan Şensoy yanından geçerken onun duyabileceği şekilde kendi vurgusuyla fısıldıyor ona: “Orostopollardan bir demet mi getirdin, En-gin!”
Mizahı telden balon köpükleri üflemek, yalnızca belden aşağı imalar, düğün-dernek tarzı kaba saba kalabalık yardakçılığı olarak değerlendirenler ustanın ardında yürürken insanlığın insan kalmak ve gelişmek konusunda en önemli buluşunu heba ettiklerini bir anlığına da olsa içlerinden geçiriyorlar mıdır? Kortej çok kalabalık, ne kadar çok seveni varmış. Bilirdik de, yani bu kadar çok olduğunu… “Bu yolun bedelleri ağır ama cenaze törenin hayvan gibi yakışıklı oluyor, olm Os-man.” Arada bir kendi aralarında gülüşmelerinden çok da derin iç hesaplaşmalara girmediklerini anlayabiliyoruz.
“Mizahımızın Aziz Nesin’le birlikte en büyük yazarı” demek sıradan bir övgü değil gerçekçi bir değerlendirmedir. Çünkü ikisi de mizahı ciddiyetle yapmışlardır. Neredeyse asık suratlı ve günlük ilişkilerinde ödünsüzdürler.[1] Ve bir hayat boyu ezilenlerden yana olmuşlardır. Büyük bir kitleyi okur ve izleyici yapmışlardır. Mizahın acısı olanlar ve ezilenler için olması gerektiğini, orada çiçek açabileceğini ve orada işe yarayabileceğini anlamışlar ve kendilerini ciddiyetle buna vakfetmişlerdir. Bunun bir bedeli olduğunu görmüşler, bilinçle bu bedeli ödemeye razı olmuşlardır. Acıları gülmeceye, gülmeceyi karşı bir saldırıya dönüştürebilmişlerdir.
Aziz Nesin’in özünde bir ekonomi-politik dersi niteliği taşıyan “Büyük Grev” öyküsü mizahın çarpık olanı ters yüz edişine güzel bir örnektir. Ekonomi-politiğin değme teorisyenlerinin kitaplar dolusu istatistik ve tabloyla anlatamayacağı bir boyutunun komik bir öyküyle kafamızda şimşekler çaktırmasıdır. Ferhan Şensoy’un ucuz market zincirlerinin henüz olmadığı bir dönemde ortaya çıkan tek tük marketten yola çıkarak büyük bir dönüşümü sezip soyutladığı “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı” oyunu, benzer şekilde Türkiye’nin sınıfsal yapısındaki sosyolojiyi açıklıkla ortaya koyan bir mizah şaheseridir.
Benzer şekilde “İstanbul’u Satıyorum” oyunu da düzenin kendi döngüsünü ürettiği çok önemli bir yeri keşfeder. Bugün olduğu gibi dün de herkes İstanbul’a nostaljiyle, temcit pilavı, Topkapı, sultan safahatı, harem hoşafı ile yaklaşırken; O, kentsel dönüşümle, kurulan tenekeli mahallelerle, önce tapu verilip sonra yıkılan gecekondularla, her şeye karşın orada tutunup ikinci üçüncü katların betonarme filizlerini çıkan sınıf atlamış yoksulların tutuculuğu ve muhafazakâr destekçiliğine kafa yormuş düzenin döngüsünü anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır. Anlamadan değişim olamayacağını bilen filozof bir mizahçıdır Ferhan Şensoy. İstanbul yıldızını kırpıp kırpıp satmak yalnızca Özal döneminde başlayan Arap şeyhlerine arazi satmanın eleştirisi şekliyle basit bir eleştiri olurdu, İstanbul’u en kötü yerlerinden bin bir çileyle boğuşan göçmenlere, sürgünlere, gariplere satmak sonra onları ucuz iş gücüyle şehrin en pis işlerine sokmak bu düzenin sürdürülebilirliği sağladığı en büyük numarasıdır. Oyunun ismi bile bugün düzenin nasıl sürdüğünü anlamamıza yeterlidir.
Yürüyoruz… Mizah budur ey kara gözlüklü meşhur komikler. Kortej halkınca sevilmiş yazarlara özgü dalga dalga büyüyor.
Beyoğlu’nda kocaman banka yayınevlerinin önünden geçiyoruz. Başlarda kitaplarının yayınlanması konusunda çok naz yapanlarla uğraşmak, enerjisini bunlara harcamak istemedi Ferhan Şensoy. “Ortaoyuncular Yayınevini” kurdu, kitaplarını- birkaç istisna dışında-buradan çıkardı. Kendi değerinin ne olduğu konusunda hiçbir zaman şüpheye düşmedi. Haldun Taner Devekuşu Kabare için neyse kendisinin Ortaoyuncular için o olduğunun bilincinde oldu. Şimdi varislerinin peşinde koşan kaç yayınevi vardır bilemiyorum. Bu arada Aziz Nesin, Haldun Taner benzetmelerini bırakayım, zira duysa hazretin tabutu aralayıp “Ben kimselere benzemem, herkesin elindeki kendine!” demesi muhtemel. Elimizle yapışıp altına girdiğimiz söylemesi ayıp iki metreye seksen santimlik bir tabut, pardon yani!
Bıraksanız Zincirlikuyu’ya kadar yürüyecek kalabalıklar. “Halim yok oraya kadar dingildeyemem, ben cenaze aracına otostop yapıyorum.”
İsteği üzerine hazreti cenaze aracıyla motorize ediyoruz. Yetişmek istediği dostları var sanki! Ferhan Şensoy gibi çok yazan azdır ama onun kadar okuyan yazar daha da azdır. Kitapları içine girerek okuyan, onlarla ruh köprüleri kuran, onları gözaltlarında torba torba taşıyan bir yazar olduğunu bilmek için kitaplarını okumuş olmak yeterlidir. Gerçekten hiç ayrılmadığı, içinde birlikte yaşadığı son derece belirgin birkaç yazar vardır ki kortejde onların isimlerini de anmalıyız: Boris Vian, Karl Valentin, Berthold Brecht, Haldun Taner onun can dostlarıdır. Onları göremeyeceğini bilecek kadar hınzır bir materyalist, iflah olmaz bir kâfir de olsa her insanda bir öte dünya hayali vardır. “Mazur görün İngilizce Bilmeden Hepinizi I Love You, Arapça bilmeden bana el Fatiha!”
Ferhan Şensoy kendi özgün dilini yaratırken doğal olarak birçok yazarı hatmetmiş bir “Hacı Komünisttir.” Onun dilinin içinde biraz Salah Birsel baharatı da vardır: “Krallar erkleri, erk koltuklarını severler. Ama bir sanatçı gibi severler. Bir musikici kemanını nasıl severse onlar da onu öyle severler. Ondan sesler, uyumlar çıkarmak isterler. Yalnız, bu seslerin, zindan çığlıkları, zincir şıkırtıları olması gereklidir. İyi düzenlenmiş bir zindan örgütü kurmadan, devlet var olamaz. Bu da bizi şu noktaya getirir ki, kral olmanın, padişah olmanın da bir sanatı vardır. Ve de bu sanat, hiç mi hiç, halkın yararına değildir.” (S.Birsel, Paf ve Puf, Sel Yay., s.92)
Mizahın şahaneleri olduğunu ve onun halktan yana olduğunu Ferhan Şensoy gibi temiz yaşamış, acısına ortak olmuş sanatçılardan biliyoruz.
“Kazancı Yokuşu”nda olaylar 1 Mayıs 1977 katliamı sırasında geçer. Orada küfürbaz bir karakter vardır, her şeye küfredip dururken, sonunda kör bir kurşun gelip onu da vurur. Karakterimizin son sözleri artık komik olduğu kadar içimizi yakan bir şiirdir: “Vurulduk amına koyayım…”
Ancak Ferhan Şensoy’un güzel yaşanmış hayatından mizahın sanatların en keskini olduğu ve onun bir gün şahları da vurduğunu biliyoruz.
“Zincirli kuyuda ne çok tanıdık varmış lan!”
Onun ihtişamlı aktör bedenini 1Mayıs 1977’de vurulmuş öykü kahramanının yanına yatırıyoruz. Öykü kahramanı çok sevinçli:
“Hadi artık uzatmayın da gömün ustamı… gömün azrailine koyayım!”
[1] İstanbul’a gider onun oyununu izler ucuz bir otelde bir gece kalır geri dönerdim. Bunlardan birinde, Küçük Sahne’de (kış gecesi fuayesinde şömine, duvarlarında Muhsin Ertuğrul oyunlarının afişleri) İçinden Tramvay Geçen Şarkı oyunu olsa gerek, oyun sonunda herkes gittiği halde beklemeyi sürdürdüm. Görevli biri genç birine davranılması gerektiği gibi anlayışla yaklaştı: “Görüşmek istiyorsunuz herhalde, haber vereyim.” Kafamdan ne diyeceğimi gözden geçirerek bekledim. Aslında diyecek bir şeyim yoktu. Oyunları ezberimizdeydi. Seviyorduk işte. Onu görmekten çok onun beni görmesini ve varlığımdan haberdar olmasını istiyordum aslında. Sonunda “gelsin” dedi üstat. Makyajını silerken “Evet buyrun!”dedi. Tutuklaştım, ne diyeceğimi bilemedim “İzmir’den geliyorum, sizi izlemek için geldim” dedim. “Eee?” dedi Ferhan Şensoy, yapmacık diyaloglara izin vermeyen her zamanki katı gerçekçiliğiyle. Biraz bozuldum ama kendimi toplayarak hafife alınacak bir genç olmadığımı göstermek istedim. “Eee’si hiç, ben de bir tiyatro öğrencisiyim, Özdemir Nutku’nun öğrencisiyim. Sizin hiçbir oyununuzu kaçırmıyorum.” dedim. Kendime güvenim gelmişken tam burada kestim. “Size başarılar dilerim, hepsi bu kadar, umarım ileride yine görüşürüz.” Biraz sitem de vardı sözlerimde kendimce. Neyse ki gülümseyerek kalkıp elimi sıkmıştı bu sözlerimin üstüne. Bu olağanüstü ama seyircisine hiç yüz vermeyen adamdan karışık duygularla ayrılmıştım. Ondan sonra onun tüm oyunları gibi tüm kitaplarını da aynı tutku ve beğeniyle okudum. Sezgilerim sevgimi kaybetmemek için onu hep uzaktan izlememi söyledi. Şu an ona sarılmak ve ağlamak istiyorum. Hoşçakal Ferhan Şensoy. Eskiden yalnız genç ve tutkulu tiyatro öğrencilerinin yaşamında bir yerin vardı, şimdi tüm Türkiye insanın gönlünde ve bilincinde “DNA’lardan bir demetsin”…