Tiyatronun “Her Kadın”ı: Zerrin Tekindor

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Bugün (5 Ağustos) Zerrin Tekindor’un doğum günü. Sitemiz yazarlarından Pınar Erol’un Kasım 2012’de Zerrin Tekindor ile yaptığı söyleşiyi paylaşıyoruz sizinle.

Pınar Erol

Kapı açılıp içeri buyur edildiğinizde artık ev sahibinin hayatının da misafirisinizdir. İlk kez girilen evlerin çekiciliği çoktur. İçeride gördükleriniz, duyduklarınız aceleci ama çekingen merakınızın yanıtlarıdır. Zerrin Tekindor kapıyı araladı. Renkler girdi gözüme. Yeşil, kırmızı, siyah, beyaz, mavi, mor… Sanat gözümü aldı. Gözlerinden kelebekler uçuyordu. Vallahi! Sonra duvardaki kadın suretlerinin gözlerine konuyordu. Ben o kadınları da Zerrin Tekindor sandım. Çok çarpıcıydılar çünkü. Sessiz kahkahaları vardı. Cesurdular, güçlüydüler, bireydiler, düştüler… Eyvallahları yoktu. İstemedikleri yerde beş dakika bile durmuyorlardı. Tam da olmayı sevdiği kadınlar gibi: Dolu dolu yaşayan, iyi şeyler yapan, tercih ettiği hayatı yaşayan, kuvvetli kadınlardı. Çaba gösterdiğini söylemeden uğraşan kadınlardı onlar.

Kararını çoktan vermiş Zerrin Tekindor. Resim yapan oyuncu bir anne o. Zarif, mutlu, çalışkan, samimi, yalın. Sadeleşiyor. Sadeleştikçe zenginleşiyor, katmanlaşıyor. Sesi cıvıldaşıyor konuşurken. Tiyatrodan, kulislerden, sergilerden, kitaplardan, yazarlardan, gezdiği yerlerden besleniyor. Beslendiği kaynaklar zayıflasa da Allahtan kendinden tekrar tekrar kaynak yaratacak bir iyimserliğe sahip. Ankaralı sanatseverler yokluğuna nasıl alıştı bilmem ama İstanbullular canlarının içiyle seviyor onu.

Söyleşiler bazen kâğıda dökülemiyor. Kalbinizin odalarında gizleniyor. Bu, o türlü söyleşilerden biri. Kendini anlatmayı sevmiyor; zaten her şey ortada diyor. Kapı aralık duruyor.

1985’ten itibaren Devlet Tiyatroları oyuncususunuz. 1985-87 yılları arasında Adana Devlet Tiyatrosu’nda stajyerlik, devamında uzun yıllar Ankara Devlet Tiyatrosu’nda ve 2003’ten beri de İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda oyunculuk yaptınız, yapıyorsunuz. Bu sezon Oyun Atölyesi’nde “Antonius ile Kleopatra”yı oynadınız. Devlet Tiyatrosu dışında ilk çalıştığınız tiyatro mu Oyun Atölyesi?

Evet. Daha önce özel tiyatrolardan, -hemen hemen hepsinden- teklif geldi diyebilirim ama hem benim Devlet Tiyatrosu’ndaki programımın yoğunluğundan hem de gelen projelerin bana çok uygun olmadığını düşündüğümden teklifleri kabul edememiştim. Ankara’da yaşarken Tiyatro Stüdyosu’nun oyunlarını izlerdim turneye geldiklerinde. Haluk Bilginer’i ve diğer oyuncularını oradan bilirdim. Zaten bir beğenim vardı Tiyatro Stüdyosu’na, Oyun Atölyesi’ne karşı. Shakespeare olması, Haluk Bilginer ile oynayacak olmak, Oyun Atölyesi’nde olması… Bunların hepsi bir araya gelince kulağıma çok hoş geldi bu teklif. Tabii böyle bir şeyin olabilirliği nedir diye Genel Müdürümüz Lemi Bilgin’e danıştım. Lemi Bey, “ne güzel projeymiş tabii git, yap” dedi. Sonra İstanbul Devlet Tiyatro’sundaki oyunum “Vahşet Tanrısı”yla, “Antonius ile Kleopatra”nın provalarını dengeleyerek -ki Devlet Tiyatrosu çok anlayış gösterdi bana- gittim ve oynadım.

1994’te Ankara Devlet Tiyatrosu’nda oynadığınız “Gürültülü Patırtılı Bir Hikâye”de rol arkadaşınız Baykal Saran “Sevgili Zerrin, hep böyle işine saygılı, çalışkan, sevecen ol. He mi? diye yazmış size. (12.11.1994). Dediğini yapmış, mesleğinizde ilerlerken, bu sözü unutmamış gibi görünüyorsunuz.

Baykal Abi’den bahsetmek isterim önce: Onunla üç yıl devam etti oyunumuz ve birçok yere turne yaptık. Bu kadar zarif, bu kadar hassas, bu kadar başarılı oyuncu hakikaten az gelir. Melek gibiydi, o kadar tatlı biriydi ki… Hem çok komikti, hem çok akıllıydı. O kadar kalbinden oynayan biriydi ki elinde teksti bile yoktu. “Baykal abi tekstte size bir şey göstermek istiyorum, bir bakar mısınız” dediğimde “ne teksti yavrucum, yok ki benim tekstim” derdi. Harika bir partnerdi. Çok mutluydum onunla çalışırken. “Ben tiyatro yapıyorum” gibi öyle ağır haller olmadığını öyle güzel gösteriyordu ki. Tiyatro eğlenerek, heyecanla yapılacak bir iş bana göre. Baykal Abi’nin “işte tam böyle olmak istiyorum ben” dedirten bir hali vardı. Onun dediği gibi oldu mu, sevecen miyim bilmiyorum ama tiyatroyu çok sevdiğim kesin.

Tiyatro sahnesini seviyorum ama hayatımın merkezi değil, beni koruyan bu diyorsunuz. Bir de rol ile şizofrenik bir bağınız yok; sadelikten yanasınız.

Evet, ben kızıyorum hakikaten bu hallere. “Tiyatrosuz yapamam”, “hayatımın merkezi tiyatrodur” gibi sözler bana çok artistçe geliyor. Tiyatro, nihayetinde yaptığınız iştir. Siz onun eğitimini almışsınızdır. Başkaları da eğitimini aldıkları başka işleri yapıyor. Tabii şanslı kısmı, sevdiğiniz şeyi yapmak. Sahneye çıkmak, başka başka karakterler olmak zaten çocukluğumdan beri sevdiğim şeylerdi. Bir de bu benim mesleğim oldu. Daha şanslı bir durum yok.

Ankara’da önemli oyunlar oynadıktan sonra 2003 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu’na tayin oluyorsunuz. 2004 yılında “Müfettiş” oyunundaki Anna Andreyevna rolüyle 8. Afife Tiyatro Ödülleri Müzikal ya da Komedi Dalında En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, 2010 yılında da “Vahşet Tanrısı” adlı oyundaki Annette Reille rolüyle 14. Afife Tiyatro Müzikal ya da Komedi Dalında En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’ne layık görülüyorsunuz. Ödüllerin türlerine baktığımızda, bu galiba sizin hayattan keyif almanızla, keyif vermenizle, gülmeyi ve güldürmeyi sevmenizle de ilgili. Bunu sadece komediye yatkınlık olarak değerlendiremeyiz sanırım.

Tabii biz envai çeşit rol oynuyoruz. Drama da var, tragedya da var, komedi de var. Ama benim içimdeki hakikaten gülmek, güldürmek ile ilgili enteresan şeyler… Böyle oyunculuktaki hem gerçek, hem tuhaf, hem ilginç buluşlar filan… Bayılırım… Komedi yanım da daha renkli bir şekilde tezahür ediyor, doğru. Yoksa ben komedi eğitimi görmedim sonuçta. Konservatuvar eğitiminin içerisinde hepsi vardır. Sınav parçalarında da her yıl komedi oynayarak geçmedim. Komediye yatkınlığımı da bilmiyorum, sevdiğim kesin ama. Yatkınım demek bana kendini övmek gibi geliyor biraz.

İstanbul sizi ödüllerle karşılamış, farkınıza varmış…

Afife zaten Ankara’da verilen bir ödül değil. Ödüller genelde İstanbul’da verilir. Ankara’daki oyunculardan pek kimsenin haberi olmaz. Yoksa ben dünya kadar oyun oynadım. Bir sezonda dört farklı oyunda oynadığım da oldu. Tabii çok mutlu oldum ödül aldığım için. Ne kadar güzel; bir komisyon var ve onlar beni ödüle değer görmüşler. Sağ olsunlar, hakikaten mutlu eden bir şey ama biz hiçbir zaman ödül amaçlı oynamadık Ankara’da. Burada da böyle hoş geldin hediyesi gibi oldu. Şansıma da çok güzel oyunlarda oynadım. Gelir gelmez Müge Gürman ile çalışmak harikaydı. Çok beğeniyorum Müge’yi. İnanılmaz yaratıcı buluyorum. Onunla “Müfettiş”te çalışmak şanstı. Arkasından Ayşenil Şamlıoğlu ile “Dünyanın Ortasında Bir Yer”de çalıştım. Ona da bayılıyorum. Ondan sonra “Vahşet Tanrısı” var Celal Kadri Kınoğlu ile çalıştığımız. Hem oyunlar güzeldi, hem de rejileri güzeldi. Her şey iyi gitti.

Yaşasın sanatların kardeşliği! Resim yapan bir oyuncu olduğunuz resimlerinizden anlaşılıyor. Sahnede geçici olan kadınlar tuvalde kalıcı oluyor. Çok çarpıcılar. Düşünüzdeki kadınlar oyundan, sahneden, dekordan, makyajdan çıkıyor; fantastik, çarpıcı figürlere dönüşüyor. “Shakespeare hayatımda okuduğum en iyi yazar. Onun cümleleri atasözlerim gibidir” diyorsunuz ve önce Shakespeare’in resimini yapıyorsunuz, sonra Shakespeare’in oyununda (“Antonius ve Kleopatra”) oynuyorsunuz. İlk Shakespeare oyununuz değil mi?

Evet, ilk defa Shakespeare’in bir oyununda oynuyorum. Benim için kaçmaz bir şeydi gerçekten. Haluk (Bilginer) telefon ettiğinde biri telefonda beni işletiyor galiba dedim.

Haluk Bilginer size Shakespeare’den bahsettiğinde, ben “Shakespeare’s Globe’un önünde sadece fotoğraf çektirilir diye biliyordum” demişsiniz. O da size “e o zaman bu sefer sahneden çektiririz” demiş.

Çünkü seneler önce turist olarak onun önünde çekilmiş fotoğrafım var. “Ben onun önünde fotoğraf çektirilir diye biliyordum” dedim. “Bu sefer sahneden çektiririz” dedi Haluk. Nitekim öyle oldu. Tabii o da şahane bir deneyimdi bizim için. Tiyatro tarihinde okuduğumuz, sınavda dekorlarını çizdiğimiz sahne burası mı şimdi diyerek Globe’a çıkıp oynamak şahane bir şeydi. Zaman zaman oyundan koptuğumu söyleyebilirim şimdi ben gerçekten burada mıyım diye.

Rolü çıkarırken yönetmeniniz Kemal Aydoğan bugünkü Kleopatra’yı istemiş. Ve siz Macide Tanır ve Haldun Dormen’den önemli ipuçları almışsınız.

Bugünün demedi de; Kleopatra’nın “şimdi”den bahseden bir kadın olduğunu söyledi. İşte geçmişte şöyle oldu, ben onu şöyle şöyle oraya gönderme yaparak oynayayım, şunu hatırlatayım ya da gelecek için şöyle bir plan kurayım gibi çıkışlarım olmadı. Planları olduğu kesin ama oracıkta karar verip oracıkta oynayabilen bir karakter… Hemen, yani şu an yaşayan bir karakter. Kin gütmek, öç almak gibi planlar yapan bir kadın değil. Gerçekten de repliklere baktığım zaman onun öyle bir kadın olduğunu gördüm ve ben onun bu hızına ve anlık değişimlerine nasıl yetişeceğim diye düşündüm. Beni en zorlayan bu kısımdı aslında. Çok bilindik hallerden de gitmek istemedim. Bir şey buluyorum “ya Zerrin geç Allah aşkına, ilk aklına gelenle ne işin olur senin” diyorum. Kendi kendime zaten işi zorlaştırdım. Belki ilk hallerle, ilk hislerinizle, ilk düşündüklerinizle de yapabilirdiniz ama ben “ilk”lerden kaçındım. Haliyle değişik bir şey oldu. Yine de her yerinden çok memnunum diyemem ama genelde memnunum çıkan şeyden.

Aşık bir kadının yolunu izlemeye karar vermişsiniz. Aşkından hırslı, aşkından hırçın, aşkından deli… Macide Tanır, “bu kadını hırsından yakalarsın” demiş. Haldun Dormen’e de “karakterin değişkenliği beni korkutuyor; aklı bir geliyor, bir gidiyor” dediğinizde, “kadın çok âşık, ne yapsın?” demiş. Bu cümleler rolü şekillendirmenize yardımcı olmuş.

Evet, çok hoştu. Haldun Bey, geçen sezon “Antonius ile Kleopatra”nın provalarına başladığım dönemde “Vahşet Tanrısı” oyunumuza geldi. Oyundan sonra bizi evine davet etti. Bütün oyuncu arkadaşlarımızla beraber gittik. Neler yapıyorsun filan diye konuşurken ben de “Oyun Atölyesi ile “Antonius ile Kleopatra” çalışıyoruz” dedim. “Ama Haldun Bey, o kadar değişken bir karakter ki” diye de ekledim, Haldun Bey de “ama kadın aşık, aşık kadın neler yapar sen biliyor musun? Aşık kadından çok korkacaksın” dedi. O zaman kendi kendime “evet ya, bu kadının Antonius’a aşkını hiçbir noktasında unutmamam lazım” dedim. Hırsının filan altında yatan nedeni o koskoca aşk diye düşündüm hep ve onu hiç atlamamaya çalıştım. Macide Hanım’a söyledim sonra onu bir ziyaret ettiğimde. “Zerrin’ciğim bana teksti getirir misin, okumak istiyorum” dedi. Götürdüm, okudu ve bana uzun uzun Kleopatra’yı nasıl düşündüğünü anlattı. “Bak Zerrin, Kleopatra aza kanaat eden bir kadın değil, hırsını hiç unutma, bu kadını hırsından yakalarsın” dedi. O kadar tatlıydı ki ve söyledikleri benim için çok önemliydi. Hayatlarını tiyatroyla geçirmiş iki oyuncu söylüyor bunları.

Kleopatra, Shakespere’in yazdığı en güçlü, en güzel kadın karakter. Lunapark gibi diyor Haluk Bilginer. Zerrin gibi diye de ekliyor. Biz Shakespeare’de Kleopatra gibi başka bir kadın görmüyoruz. Bu kadar canlı, hayat dolu, manik dalgalanmaları olan başka bir kadın yok… Gökkuşağı gibi, binbir renk ipek kumaş gibi. Teatral. Hatta Kemal Aydoğan Kleopatra dünyanın en büyük oyuncusu diyor. “Her kadın”mış o.

Çok oyunbaz. “Antonius’u keyifsiz bulursan, benim dans ettiğimi söyle ona. Neşeliyse, aniden hastalandı de” diyor. Yani her cümlesi bir numara. Herhangi bir paragrafına baktığınızda o geçisleri hemen görebilirsiniz. Şimdi o konudan bahsetmiyor muydu, buraya nasıl atladı filan diyebilirsiniz. Yani o kadar rahatça değişebilen bir kadın ki… Akıl pıt diye bir oraya uçuyor, bir buraya uçuyor. Bu replikleri nasıl halledeceğim dediğiniz noktada bayağı zorlayan bir şey oluyor ama o kadar da renkli ki… Ben bunun böyle olduğunu bilmiyordum. Yoksa ben Kleopatra oynamak istiyorum diye gezen biri olurdum şimdiye kadar. Okumuştum ama layığıyla okumamışım meğer, üstünkörü okumuşum demek ki.

Herkesin gözü olan bir rolü oynuyorsunuz. Oysa siz rol seçmiyorsunuz, hatta köyün delisini oynamak istiyorum diyorsunuz. Rolle tanışmak istiyorsunuz.

Hayatımda bir kere bile ben şu rolü oynamak istiyorum demedim… Rolle oracıkta tanışmaktan çok hoşlanırım. Ama emin olun, ben Kleopatra’yı vaktiyle aklı başında okusaydım onu oynamak istiyorum derdim. Shakespeare oynamak çok önemliydi. 48 yaşındayım ve bu kadar sevdiğim Shakespeare’in bir oyununda ilk defa oynayacağım… Kleopatra’yı da iyi ki tanımışım.

Bir de rolü çıkarırken “kraliçe filan hiç oralara takılmadım” diyorsunuz. “Kadınlığı beni ilgilendiriyor, kadın hallerini kendimden biliyorum” diyorsunuz…

Kadın da erkek de iyi numaracıdır, hepimiz öyleyiz. “Ben oynamayı hiç beceremem, çok doğalım” derler. Bu ne demek? Hayatımızın her noktasında bir oyun var bana göre. Ne bileyim arkadaşınıza bile “yanlış anlama” filan derken bir oyununuz vardır. İlgileniyormuş gibi yaparsınız; ilgilenmiyormuş gibi yaparsınız; saygı duyuyormuş gibi yaparsınız birine; birine “sen umurumda değilsin”i oynarsınız. Böyle bir şey vardır. Yoksa bu gösterme halleri neden? Oynadığınız için! Ben hayatta oynamayı bilmem diye bir yalan yok. Herkesin içinde var; bazıları daha başarılı, bazıları değil ama herkes oyuncu.

Nihayet geldik Globe’a. Dünyanın en önemli yazarının, en önemli tiyatrosunda, en önemli rollerinden bir tanesinde selama durmak… Kime nasip olur ki?

Şahane bir şey canım! Londra’ya, o turneyle gidişimiz “rüya gördüm” gibi geliyor bana. O kadar hoştu ki… Her bakımdan çok güzeldi. Şahane bir ekip var. Oyunda herkes çok iyi niyetli, herkes mesleğini çok seviyor. O on bir kişi hakikaten o kadar severek yapıyorlar ki işlerini bir kere, onlarla her şeyi paylaşmak çok güzeldi. Hepsini çok seviyorum. Kendimi hiç yabancı hissetmedim aralarında. Benim tiyatroda çalışmayı sevdiğim biçimde seviyorlardı işlerini.

“Bugüne kadar yaptıklarımın ödülü gibiydi” demişsiniz.  

Evet, hakikaten öyleydi. Yapıyorsunuz yapıyorsunuz ondan sonra zaten yok olup gidiyor. Birisi çıkıyor “sizi şu oyunda seyretmiştim” diyor, şaşırıyorsunuz. O bir kişinin aklında kalmak bile bana ilginç geliyor. O kadar unutulduğuna eminim ki bu işin. Film değil ki bu insanlar bilmem kaç yıl geçtikten sonra da seyretsinler.

Örneğin “Müfettiş” oyunundaki “benim gözlerim koyu değil mi, kopkoyu” repliğiniz sizinle anılan bir şey olmuş. O nasıl bir söylemeydi öyle diye…

Çok hoş gerçekten. Çok şaşırıyorum, çok gülüyorum, hoşuma da gidiyor. Tamam “benim gözlerim koyu değil mi, kopkoyu”… Bu bir replik. Bir dolgu maddesi gibi de söyleyebilirsiniz bunu. Repliği çok sevip diğerlerini fonu oluşturan bir şey gibi düşünüp o repliği öne çıkarabilirsiniz. Resim gibi, resimde de sevdiğiniz bir şeyi öne çıkarmak için kenarlarını fazla beslemezsiniz ki pat diye o patlasın. Ben öyle yaparım. Replikler de bana öyle geliyor. O da sevdiğim bir replikti ve öyle öne çıktı ve birileri de farkına vardı demek ki.

Globe to Globe’ta dekorsuz, ışıksız gündüz vakti oynuyorsunuz oyunu. Shakespeare zamanındaki oyunlar gibi. Oyunculuk altı çizilen bir unsur oluyor böylece. Burada oynamak ile orada oynamak performans ve motivasyon olarak farklı mı? Tiyatronun tarifi, algısı değişiyor mu?

Tabii, bir kere arkanızda bile çepeçevre seyirci var. Oynarken yönünüz bizim İtalyan sahnelere göre farklılık gösteriyor. Bir şeyi söylerken bir de şu tarafa da göndereyim halleri yapmadık değil. Zaten Globe’da olması gereken bu bence. Daha sonra Mark Rylance’dan “III. Richard”ı seyrettim orada. O kadar muhteşem oynuyordu ki, bir kere daha seyrettim. Ve onların hallerini görünce “evet buranın bir oynama şekli var” dedim. Alanı baya geniş geniş kullanıyorlar, tavaf ediyorlar. Her seyirci yararlansın, hiçbir ifadeyi kaçırmasın diye yöntemler bulmuşlar. Tabii bizimki o manada pek başarılı değildi ama biz de oyuncu olarak elimizden geleni yaptık oyunu açabilmek, seyircilerin oyuncuları daha iyi görebilmelerini sağlayabilmek için. Bir de tabii yardımcı unsurlar orada yoktu. Mesela üstünüzdeki lokal ışık size çok yardımcı olabilir. Onların görsel kuvvetleri vardır. Oyuncuya verdiğiniz ışık seyirciye, buraya daha dikkatli bak diyebilir. Orada öyle bir şey yok. Orada sadece inana inana oyunculuk yapıyorsunuz.

Hem Türkiye’de hem de İngiltere’de oyun hakkında birçok kritik yazıldı. İçlerinden “The Guardian”ın tiyatro eleştirmeni Michael Billington’ın övgüsü dikkat çekti.

Çok hoşuma gitti. Ama bir gazete de tutup “Haluk Bilginer’e kırık not” gibi şeyler yazdı Türkiye’de… Çok tuhaflar; eğer bir iyi niyet varsa “bir Türk ekip ilk defa Shakespeare’s Globe’da oyun oynadı, çok da beğenildi” filan yazılır. Nitekim bu da bir gerçek, İngiliz basınında birçok eleştiri çıktı, hepsi de çok iyiydi… Bizim pek hoşumuza gitmedi Türk basınının yaklaşımı. İyi niyetli değildi maalesef.

Kerem Akça (Habertürk) “Yetkin ve incelikli bir vücut diliyle karakterin etrafını saran Tekindor, negatif ile pozitifi, sevinç ile hüznü aynı anda farklı yanaklarda yansıtmayı becermesinin ötesinde ani çıkışları, çığlıkları, garip gülümsemeleri ve ses tonuyla da dikkatleri üzerine çekiyor diyor. “Antonius ile Kleopatra” belki de oyunculuk dersi işlevi görmesinin yanında bu düşünceyi de bir kez daha hatırlatmasıyla anılabilir” diyor.

Harika bir şey tabii. Kerem Akça çok iyi bir sinema eleştirmeni. Oyunumuzla ilgili yazdığı yazıya bayıldım. Prova döneminden itibaren çok uğraştığım, sürekli kafamı meşgul eden bir roldü Kleopatra. Arkadaşlarımla bile doğru düzgün görüşmedim o dönemde. Çünkü sadece iyi bir şekilde Kleopatra oynamak istiyordum. Onun için de tabii çok çalıştım. Hep erken gittim provalara. Şöyle olmalı, böyle olmalı diye düşündüm durdum. O kadar kolay değildi. İstediğim gibi olmaya başlayınca da zevkle bunun üstüne üstüne gitmeye başladım. Böylece rol çıktı. Tabii çok önem verdiğiniz, fikirlerine güvendiğiniz insanlar da bakıyorsunuz iyi şeyler söylüyorlar. O zaman “tamam ben buradan giderim” dedim ve devam ettim. Her şeyden önce rol tabii ne kadar iyi bir rolmüş, ne kadar şahane yazılmış!

Shakespeare’in en iyi kadın rolüymüş belki de…

Kesinlikle öyle. İnanılmaz iyi bir rol. Tamam Shakespeare çok şahane bir yazar ve her oyununa bayılıyorum ama ben bunu nasıl atlamışım, inanamıyorum.

Buluşmanız ne güzel olmuş. Sizin için de şans, izleyici için de. Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Sizi tanımak ne güzeldi!

Ben çok teşekkür ederim. Sizi de tanımak çok güzeldi.

Paylaş.

Yanıtla