‘Prekaryanın Görünmeyen Özneleri: Pandemi Döneminde Sanatçılar’ araştırmasına göre sanatçıların yüzde 43’ü ayda 2 bin lira altı gelire sahip, yüzde 80’i ise geçinmek için başka işler yapmak zorunda.
Pandemi döneminde sanatçıların neler yaşadığı, daha doğrusu neleri yaşayamadığı konusunda çok şey söylendi. Konu doğal olarak, döndü dolaştı, intihar eden müzik ve sanat emekçilerine geldi. Yaşanan krizin en belirgin, insan canıyla ödenmiş bedeliydi o haberlerde acıyla duyduklarımız. Bu krizin bedelini neden aç kalan, ekmek teknesi enstrümanını satan, bilmem kaç yaşında ebeveynlerinin evine taşınan, nihayetinde canına kıyan sanatçının ödemek zorunda kaldığını sorgulamaya her çalıştığımızda karşımıza adına tarih, toplum ve devlet denen o üç büyük sur çıktı. Mesele, sanatın, sanatçının, bir görevi de sanatın her anlamda toplumsallaşması, tartışılması, erişilebilir olması için yaşamasına destek vermek olan bu devletin ve toplumun gözünde ne anlamlara geldiği meselesi. Bu söyleşide bu meselenin sanatçının hayatına nasıl yansıdığını sanatçıların verdiği yanıtların ışığında okuyacağız.
Elimde bir kitapçık var: ‘Prekaryanın Görünmeyen Özneleri: Pandemi Döneminde Sanatçılar’. Bir araştırmanın sonuç raporu aslında bu kitapçık. Araştırmacı ve küratör Eda Yiğit’in sanatçıların pandemi döneminde neler yaşadığına dair kapsamlı anket araştırmasının sonuçlarını okuyorum. Bir müzisyen olarak burada karşılaştığım yanıtların çoğunu, soranlara bizzat ben de vermek zorunda kaldım şu bir buçuk yılda. Çoğu sanatçı da sesini, bulabildiği her mecrada yükselterek sanatçıların başına gelen “büyük felaket”i anlatmaya çalıştı. Ancak önümdeki kitapta, bu kez 150 gönüllü sanatçıyla yapılan anketin sonuçlarını rakamlar halinde görünce bir kez daha ürperdim.
Söyleşiden önce, Yiğit’in araştırmasının sonucunda gözüme çarpan kimi oranları paylaşmak istiyorum:
- Ankete katılan sanatçıların yüzde 54’ü yüksek lisans ve doktora tamamlamış olan, yüksek eğitimli bireyler. Resim, fotoğraf, video, sinema, tiyatro, müzik gibi alanlarda eserler üretiyorlar.
- Sanatçıya dair genel algının aksine, bu alanın emekçilerinin büyük çoğunluğu asgari ekonomik koşulların bile altında yaşıyor. Ankete katılan sanatçıların yüzde 43’ü ayda 2 bin lira ve altı gelire sahip olduğunu belirtmiş. Yüzde 26’sı 2 bin ila 4 bin lira arasında gelire sahipken araştırmaya katılan sanatçılar arasında aylık geliri 10 bin lirayı aşanların oranı yüzde 3.
- Sanatçıların yüzde 58’inin ev, araba gibi bir mülkü yok. Yine yüzde 36 gibi bir oran, ebeveyn desteğiyle ayakta durmak zorunda kaldığını ifade ediyor.
- Şu soru, sanatın toplumsal pozisyonu açısından çok kritik: “Sanatçılar, sanatsal üretimlerini gerçekleştirebilmek için başka bir işte çalışmak zorunda kalıyor mu?”
Soruyu yanıtlayan sanatçıların yüzde 80’i, başka bir işte çalışmak zorunda kaldığı yanıtını vermiş. - Sanatçıların büyük çoğunluğu, pandemi döneminde kapanmış ve hayatlarını küçültmüş. Ebeveynlerine taşınanlar, maliyetleri azaltmak için evlerini birleştirenler, mülk sahibinden kira indirimi talep edenler çok sayıda. Birçok sanatçı, bir buçuk yıldır “yalnızca yaşamsal giderler” için para harcayarak hayatta kaldığını ifade ediyor.
Meselenin psikolojik boyutu da çok önemli. Gazete Duvar için hazırladığımız Askıda Sanat’ta, pandeminin sanatçı üzerindeki psikolojik boyutunu da ele almaya çalışmıştık. Psikiyatrlar ve psikologlar, sanatçının, sanat pratiğinin yarattığı doyumdan mahrum kalmasının nasıl büyük psikolojik etkileri olabileceğinin altını çizmiş, bunu sorduğumuz sanatçılar adeta bir travma tablosu resmetmişti. Eda Yiğit araştırmasında bu konuya da eğilmiş. Araştırmaya göre psikolojik olarak bireysel mücadele veremediğini belirten sanatçıların sayısı azımsanamayacak kadar çok. Yaşanan ağır süreçler, kendini güçsüz ve anlamsız hissetme hali, hepsini kapsayan bir çaresizlik hissi… Kimi sanatçılar ise bu süreçleri yeni beceriler edinerek, meditasyon ve spor yaparak atlatabildiğini belirtiyor.
- Büyük oranda destekten mahrum kalan sanatçıların yalnızca yüzde 24’ü bakanlıklar, kimi ülkelerin sanatçı destek fonları, Türkiye’deki kimi sivil toplum örgütleri ve hatta Ahbap Platformu gibi kaynaklardan küçük destekler alabilmiş. Bir kısmı ise süreci banka kredisi alarak atlatmayı denemiş.
‘Prekaryanın Görünmeyen Özneleri: Pandemi Döneminde Sanatçılar’ araştırmasını yapan, sanat dünyasının içinden bir isim olan Eda Yiğit ile konuştuk.
Düzensiz ve güvencesiz çalışan sanatçılar, bu durumun en yaygın olduğu sektörlerden birinde emek verdikleri halde neden “görünmeyen özneler” size göre?
Görünmeyen özneleri tırnak içinde tutmakta fayda var. Çünkü ima ettiğiniz gibi bizzat yaşayan özneler için can yakıcı ve gayet ortada olan, açıkça görünen, hayat meselesi olan bir durum varken buna görünmez diyemeyiz. Belki de kalıcı ve gerçek çözümler üretilmeyerek yok sayılan, eşitsiz davranılan ve dolayısıyla görünmezleştirilen özneler olarak düşünmek daha doğru olabilir.
Prekarite kavramına tarihsellik içinde baktığımızda, 1970’lerden bu yana üretimin esnekleşmesiyle yaşanan toplumsal değişimle birlikte, emeğin doğası ve sınıf ilişkileri de dönüşüyor. Esnek çalışma koşulları sebebiyle giderek güvencesizleşen ve sınıfsal örgütlenme imkanı olmayan beyaz yakalılara prekarya denmeye başlıyor. En azından kavramın ilk kullanımları beyaz yakalılar üzerinden oluyor. Bu eğilimi ya da sınıflandırmanın dışında sanat alanında da farklı bir şekilde yaşanmayan ama sanat ve emek ilişkisinin karmaşıklığını da akılda tutarak prekarya olarak sanatçı öznenin de bu kategoride yer aldığını vurgulamayı önemsedim. Çünkü bu konuda yapılmış az sayıda çalışma var. Bilmemek ya da araştırma konusu haline getirmemek de sanatçıları görünmezleştiriyor.
‘SANATÇILAR ORTAK DİLİ İNŞA EDEMİYOR’
Anketinize katılan sanatçıların yüzde 43’ü aylık gelirlerinin 2 bin lira ve altında olduğunu söylemiş. Camiayı bilen biri olarak bile şaşırdınız mı bu oranı görünce?
Şaşırmadım çünkü yoksunluğu ya da yokluğu tanıyorum. Beni daha çok şaşırtan ve düşünmeye iten sanat alanında yaşanan kırılganlık ile söylem arasındaki mesafe. Güvencesizlik hallerini yaşayanların konuyu tartışmayı imkanlı hale getirecek ortak dili inşa edemediğini hissediyorum ve gözlemliyorum. Bu araştırmanın aciliyeti de bu gerekçeden doğdu. Eğer çerçevesini bildiğimiz, kırılganlığı ortak olarak tanımlayabildiğimiz noktalardan yola çıkarak gündelik hayatlarımızı dönüştürme mücadelesini örebilirsek doğru yolda yürümeye adım atmış sayılırız diye düşünüyorum.
Biz ‘Askıda Sanat’ adlı programda çok sayıda sanatçı ile pandemi koşullarının etkisi üzerine uzun uzadıya görüşmüş, meselenin psikolojik ve varoluşsal yönünün de çok önemli olduğunu görmüştük. Siz bu bağlamda ne gibi sonuçlara ulaştınız?
Katılırım. Bu konuda paylaşabileceğim konuyla ilişkili sonuçlar var. Katılımcılara pandemi döneminde bireysel koşullarında ne tür değişiklikler olduğu soruldu. Yüzde 38’i gelir kaybı yaşadığını, yüzde 24’ü psikolojik çöküş yaşadığını, yine yüzde 24’ü ev içi emeğinin arttığını, yüzde 4’ü sağlık sorunları yaşadığını, yüzde 3’ü çocuk bakım hizmetlerini üstlendiğini, yüzde 3’ü ise ebeveyn bakım hizmeti vermeye başladığını belirtti. Bu sonuçların doğrudan varoluşsal karşılıkları var. Psikolojik destek oranlarına bakabiliriz. Yüzde 58 psikolojik destek almadığını, yüzde 27 “ihtiyaç duymasına rağmen” psikolojik destek almadığını belirtti.
‘SANATÇILARIN ÖRGÜTLENMESİ ŞART’
Sanatçıların örgütsüzlüğü, örgütlenmesi tartışmaları, pandeminin ortaya koyduğu koşullarla birlikte yükseldi. Sizin genel olarak bu olasılıklar ve olanaklar ile ilgili görüşlerinizi merak ediyorum.
Bir sendika, sanatçılar ve kurumlar arasındaki ilişkinin güvenceli bir biçimde tesisi, telif ücretlerinde standartların belirlenmesi, sosyo-ekonomik anlamda yaşam koşullarının iyileştirilmesi ya da mobbing ile mücadele yönünde katkı sağlayabilir. Bir kooperatif, sanatçının üretimlerini farklı kesimler için satın alınabilir hale getirebildiği gibi sanatçının üretim koşullarını iyileştirecek malzemeleri sağlama, muhtelif hizmetlerin uygun fiyatlarla karşılanması, sanat alanında yaratıcı işbirlikleri geliştirme, sanat yapıtını piyasaya sunma konularında adımlar atabilir. Bir meslek birliği ya da meslek odası sanatçı menfaatlerinin arttırılması yönünde ve hak sahipliği bağlamında mücadele verebilir, ekonomik ve demokratik hak ve çıkarları savunabilir. Bir vakıf ya da dernek ise sanat alanında daha spesifik mücadele alanları yaratabilir, toplum yararı gözeten bir yapıda sivil toplumun parçası olarak uzun soluklu faaliyetler yürütebilir.
Bunların her biri mümkün fakat kendi gerçekliklerimiz ölçüsünde değerlendirmemiz gereken konular. Bu tür örgütlenme modelleri profesyonel emek, kaynak, zaman ve kolektif destek gerektiriyor. Sanatçılar için geçimlik işlerin güvencesiz koşullarından söz ederken, çalışma süreleri artarken ve emeğin değerinin karşılığını alamazken bu tür büyük örgütlenme modellerinin gerçekleştirilmesi zorlaşıyor. Diğer yandan kolektifler, inisiyatifler yani dayanışma pratikleriyle kendi özgücünü örgütleyenler güncel sorunlarını çözmeye dönük hamleleri umut vaad ediyor. Bildiğimiz anlamıyla geleneksel örgütlenme biçimlerinden öte dağıtık örgütlenmeye doğru bir kayıştan söz edilebilir.
Birer prekar olarak kendi gerçekliklerimizi tartışacak ortamları oluşturmak ve güç birleştirmek ve etkileşim içinde olmanın zamanıdır diye düşünüyorum. Verilecek ortak sözlerin ve belirlenecek ilkelerin somut kazanımlar yaratacağına inanıyorum. Görsel sanatlar ve sahne sanatları arasındaki bağları da güçlendirmenin önemli olacağını da söyleyerek sözümü noktalayayım.
NEDİR BU PREKARYA?
Prekaryayı, iktisadi olarak bir sınıf biçiminde tanımlamanın ötesinde, “kırılganlık” ile açıklıyorsunuz. Sanatçı özelinde, bize burada özetlediğini koşulların sonucunda, bu kırılganlık ne demektir, biraz bahsedebilir misiniz?
Prekarya tanımının farklı sınıfsallıklar içinde yaşanan kırılganlıkları kapsayan bir anlam dünyası var. Ekonomik olduğu kadar politik, ekolojik, patriyarkal boyutları da olan bir tartışmayı da mümkün kılan bir kavram. Tek başına güvencesizlik kavramını değil aynı zamanda belirsizlik, geleceği öngörememe, düzensizlik, eğretilik, geçicilik, kaygı, risk, tehlike gibi farklı anlamları da içine aldığını belirtmek gerek. Kırılganlık tanımına bakınca, bu kavramı bu bağlamda konuşabilmeyi Judith Butler’a borçluyuz. Butler, prekarya kavramını kırılganlık, yaralanabilirlik, öldürülebilirlik anlamına geldiğini, tüm canlıların paylaştığı ve bizi tanımadıklarımızla birbirimize bağladığını söylüyor. Salgının kırılganlıkları daha da açığa çıkardığını belirtiyor. Birbirine bağımlı olma, etkiye açık olma ve geçirgen olma halini paylaşılan bir toplumsal hayat içinde konumlandırıyor. Toplumsal eşitsizliğin ölümcül sonuçlarının adını koyuyor.
Salgınla beraber küresel bir çaresizliğin paylaşılan, ortak bir kırılganlığın evreninde yaşananların sanat alanında etkileri de sıkça tartışılan konular arasında oldu. Sanatçıların farklı sınıfsal pozisyonlara sahip olmakla birlikte çok büyük bir kısmının zaten hâlihazırdaki sahip oldukları güvencesizliğin, pandemi döneminde yaşadıkları kayıplarla daha onarılamaz, daha güvencesiz ve kırılganlaştığını görüyoruz. Üstelik müzisyen intiharları gibi Butler’ın toplumsal eşitsizliğin ölümcül sonuçları ile karşı karşıya kaldık.
Sanatçılar için güvencesizlik, kısa süreli ve proje bazlı işler, gelecek öngörüsü geliştirmeye engel bir çalışma rejimi anlamına geliyor. Prekarya olarak sanatçılar çalışmadıkları takdirde geçinme ekonomisini sağlayamayacak gruplar arasında yer alıyor. Çünkü üretme koşulları birikim yapmayı mümkün kılmadığı gibi sanatsal üretimlerini de sürdürmek için başka işlerde çalışma mecburiyetleri de bulunuyor. Bu bahsettiğim etkenler onları kırılganlığın merkezine çekiyor. Küçük bir not, görsel sanatlar ve sahne sanatlarını da kendi dinamikleri ve farklılaşan yanlarını dikkate alarak düşünmek gerek.