Bir Onlardan… ´Love´s Labour´s Lost/Aşkın Çabası Boşuna´

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Erdoğan Mitrani

Özellikle öğrenimini İngiliz ekolünde yapmış olanlar Shakespeare’i aydınların, kültür birikimine sahip seçkin okurların ve izleyicilerin tat alabileceği bir yazar olarak görür.

Biraz da “biz en iyisini biliriz” ukalalığının ürünü olan bu bakış açısı çoklukla yanlıştır.

Shakespeare bir halk ozanı, öykülerinin örgüsü ve kurgusuyla, 16. yüzyıl İngiltere’sinin büyük çoğunluğu cahil seyircisinin ilgisini çekmeyi bilen bir yazardır. Öykülerinin büyük bölümü de, üç saat boyunca ayakta dikilerek, alçakları yuhalayan, kahramanları alkışlayan ‘ayaktakımını’ her daim heyecanlandırabilecek cinstendir. Ancak, yukarıda ‘çoklukla’ ve ‘büyük bir bölümü’ ifadelerini kullanmış olmamın sebebi, az sayıda da olsa, çağının entelektüel seyircisine hitap eden oyunlar da yazmış olmasıdır.

Shakespeare’in ilk kez 1598’de Kraliçe II. Elisabeth huzurunda sahnelenmiş erken dönem komedilerinden ‘Love’s Labour’s Lost / Aşkın Çabası Boşuna’, karmaşık kelime oyunları, cinaslar, tanınmış edebiyat eserlerine göndermeleriyle, döneminin şiirsel biçemlerini hem zekice iğnelemesi ve taklit etmesi, hem de yüceltmesiyle, sıradan seyirciden çok, entelektüel üst sınıflara hitap eden bir oyundur.

Kendi çağının izleyicileri tarafından pek tutulmamış olan Aşkın Çabası Boşuna, 16. yüzyıla ait şiirsel içeriği ve formları günümüz seyircisine de yabancı kaldığından, hiçbir zaman ustanın diğer komedileri gibi popüler olmadı.

John Caird, oyunu Stratford Festivali’nin 2015 sezonu için sahnelediğinde, görkemli klasik dekoru ve kostümlerine karşın çağcıl ve güncel bir yorum getirmeye çaba göstermiş.

Love’s Labour’s Lost / Aşkın Çabası Boşuna’nın olay örgüsü ustanın daha ileri dönem komedileriyle kıyaslandığında oldukça basit. Oyun başladığında Navarre Kralı Ferdinand (Sanjay Talwar) ile üç asilzade arkadaşı Berowne (Mike Shara), Dumaine (Thomas Olajide) ve Longaville (Andrew Robinson), gelecek üç yılı ciddi akademik çalışmalara adamaya ve kadınlarla vakit geçirmemeye yemin ederler. Diğerlerine nazaran daha çekingen davranan Berowne, Fransız Prensesinin (Ruby Joy) üç nedimesi Rosaline (Sarah Afful), Maria (Ijeoma Emesowum) ve Katherine (Tiffany Claire Martin) ile birlikte krallığa geleceğini ve bu asil hanımların ağırlanması gereğini krala hatırlatır. Ferdinand, bu durumun yeminleri için önemi olmadığını, hanımların saray dışında bir arazide kamp kurularak ağırlanacaklarını söyler. Ancak hanımlar geldiğinde Kral Prenses’e, üç arkadaşı da nedimelere âşık olurlar. Önce kimin yeminini bozacağı konusu etrafında, ağır İspanyol şivesiyle İngilizce konuşan silahşor Don Adrieno de Armado (Juan Chioran), genç uşağı Moth (Gabriel Long), ahmak köylü Costard (Josue Laboucane), bilim adamı Holofrenes (Tom Rooney) ve vaiz Nathniel’in (Brian Tree) karıştığı birkaç komik alt-konu da gelişir. Oyunun sonunda Prenses, babası öldüğünden Fransa tahtına çıkmak için ülkesine dönmek zorunda kalır. Kral ve asilzadeleri Fransız kadınlara onlar ayrıldıktan sonra da sadık kalacaklarına yemin eder. Erkeklerin aşklarının gücüne ve sadakatlerine güvenmeyen asil hanımlar ayrılmadan önce, bir yıl ve bir gün bekleyip onların yeminlerine sadık kalıp kalmadıklarını sınayacaklarını belirtirler. Böylece oyun pek kesin olmayan ancak, öykünün masalsılığını gerçekçi bir yola süren bir sonuçla sona erer.

Aşkın Çabası Boşuna, şiir ve kelime oyununu hem kutsayan hem mahkûm eden tavrı, dilsel zekâsı ve ustalığıyla tematik olarak çok çapraşık bir dokuya sahiptir. Ezelden beri şiir dilinde ‘fairness / beyaz tenlilik’in güzelliği, ‘darkness / esmerlik’in çirkinliği simgelemesinin, tarihsel olarak Anglosakson kültüründe ırkçılığın ve koyu renk tenli düşmanlığının gelişmesinde mutlaka payı vardır. John Caird, metnin büyüsüne kapıldığı ‘fair’ ve ‘dark’ ikilemini, üç siyahi ve bir beyaz kadına, iki beyaz, bir çikolata renkli ve bir siyah erkeğin kur yapmasıyla görsel olarak da yansıtır. ‘Fair’ ve ‘dark’ sözcüklerinin farklı renklerde insanlar arasında uçuşması bu yoruma çok farklı bir bakış açısı getirir. Oyunun renksel / ırksal bilincinin ulaştığı doruk, beyaz oyuncu Andrew Robinson’un canlandırdığı Longaville “Siyah cehennemin simgesi, zindanların rengi ve gecenin giysisidir” dediğinde siyah Thomas Olajide’nin oynadığı arkadaşı Dumaine’in müthiş eğlenceli sözsüz karşı çıkışıdır.

1948 Kanada doğumlu İngiliz John Caird, 11 yaşına kadar Montreal’de yaşadıktan sonra ailesiyle İngiltere’ye taşınmış. Tiyatro eğitimi aldığı bu ülkede yönetmen olarak başladığı kariyerinde zamanla tüm dünyaya açılarak tiyatro yönetmeni, oyun, müzikal ve opera yazarı olarak uluslararası ün kazanmış, oyunları, müzikaller, operalar, tematik konserler sahnelemiş, beşi Tony, dördü Laurence Olivier olmak üzere yirmiyi aşkın ödül almış. Shakespeare’in aşka âşık ve lisana âşık oyunuyla, doğduğu, çocukluğunu geçirdiği Kanada’ya ilk kez tiyatro yönetmeni olarak dönüyor.

Patrick Clark’ın zarif dekoru ve kostümleri öyküyü 17. yüzyıla taşımış. Erkekler, kesik pantolonları ve dantel yakalarıyla Dört Silahşorları anımsatırken, kat kat kollu ve iç etekli elbiseleriyle kadınlar peri masallarını prenseslerine benziyor. Michael Walton’un sımsıcak ışık tasarımı görselliğe bir bahar havası katarak, oyuna masalsı bir tonlama getirmiş.

Tabii ki Caird’in asıl büyük kozu ekibin tamamının müthiş başarılı oyunculuğu.

Shakespeare’in erkek dünyasını öne çıkaran oyununda, ikincil kalsalar da kadın oyuncuların dördü de doğal yorumlarıyla çok inandırıcı.

Caird, birbirini tamamlayan, neredeyse tek bir kişiliği aksettiren bu dört erkeği ustalıkla ayrıştırmayı başarmış. Kralın arkadaşları arasında en şüpheci ve en mantıklısı Berowne’u canlandıran Mike Shara olağanüstü yorumuyla hemen öne çıkıyor. Alaycı ve hınzır monologlarını aktarırken, karmaşık kelime oyunlarını müthiş bir berraklıkla, sanki doğaçlama yaparcasına yansıtıyor. Seyircilerle nerdeyse interaktif bir iletişim kurup, saldırgan ve kimi zaman küstah çıkışlarının aslında müthiş bir kırılganlığı perdelediğini onlarla paylaşıyor.

Yan rollerde ukalâ Holofernes’e tüm bedeniyle can veren Tome Rooney ile haşin Nathaniel’i oynayan Brian Tree kimyaları uyuşan komik bir ikili oluşturuyorlar. Juan Chioran Adriano de Armado’yu en komik tarafıyla hiç abartmadan oynarken genç uşağını canlandıran çocuk oyuncu Gabriel Long, küstah çekiciliğiyle tüm ekipten rol çalıyor.

Sonuç olarak, Shakespeare’in az sahnelenen ilk komedilerinden birinin çok parlak bir yorumu. Olaydan çok konuşmaya dayanan durağan yapısıyla izlenmesi zorlayıcı bir deneyim. Yine de keşfedilmeyi hak ettiği kanısındayım.

İki Bizden…

Ankara’nın Yeni Tiyatrosu Çankaya Sahnede’den İki Oyun

İstanbul’da çağdaş anlamda tiyatro Muhsin Ertuğrul’un 1958’de İstanbul Şehir Tiyatroları başrejisörü olarak yeni kuşak tiyatrocularla kurumda yeni bir döneme girişmesiyle başlar. 1959’da sahnelediği Hamlet’i 24 yaşındayken canlandıran en genç oyuncu olan, Actors Studio’da eğitim görmüş Engin Cezzar’ın oynadığı efsanevi ‘Hamlet’ tiyatromuzun tarihinde bir milattır. Bir diğer milat da 1959-1960 sezonu başında Ankara’dan gelen Kenter Kardeşlerin Kent Oyuncuları adıyla İstanbul’da bir özel tiyatro açmasıdır.

O yıllarda lise son ve üniversite ilk dönem öğrencisiyken benim ve benim gibi 18-20 yaşında olan meraklıların, sahne sanatlarını ancak Ankara’da, Devlet Tiyatroları ile Operasında ve Ankara Sanat Tiyatrosu’nda izleme olanağı vardı. Yakın bir arkadaşımın babasının işinin başkentte oluşu ve orada bir dairesi olması bizim için büyük bir fırsattı. Ayda iki – üç kez hafta sonları, bazen perşembe akşamından gece treniyle Ankara’ya giderek matine, suare oyun, sabah konseri ve opera izliyorduk.

Moda Sahnesi Sahneden Naklen programının Ankara’da 2019’da açılmış olan Çankaya Sahnesi’nin iki oyununu misafir edeceğini öğrenince, bizler için bir dönem çağcıl sanatın kâbesi olan bu kentten gelen oyunları büyük heyecanla beklemeye başladım.

Banttan yayın oldukları belirtildiği için Moda Sahnesi’nin çok kameralı görselliğini, başarılı ses düzenini beklemesem de, topluluğun deneyimli kurucusu Mehmet Atay’ın sahnelediği oyunların görsel olmasa da sanatsal düzeyde parlak birer çalışma olacağını düşünüyordum.

Ancak sonuç her açıdan düş kırıklığı oldu.

İlki, İstanbul’da pek çok oyununu izlemiş olduğumuz Bulgar yazar Stefan Tsanev’in ‘Sokrates’in İlk Gecesi’ idi. Dramatik mi komik mi olacağını çözümleyememiş iki arada bir derede yorumu, ne yazık ki Tsanev’in o hınzır ve keskin mizahının güme gitmesine sebep olmuştu. Beklediğimden daha başarısız ses düzeni müthiş çınlamalar oluşturuyor, iki erkek oyuncusunun zaten epey sorunlu diksiyonlarını iyice anlaşılmaz kılıyordu. Oyuncuların doğallıktan uzak, ‘rol kesme’ye yakın yorumları olaya tuz biber ekiyordu.

Dostoyevski’nin o nefis ‘Beyaz Geceler’i ise, tüm şiirselliğini yitirmiş bir yorumla sahnelendiği için öykü olarak epey eskimiş kalıyordu. Devlet Tiyatrosu tarzı oyunculuklar yapaylığı iyice arttırıyordu.

Anlayacağınız, İstanbul tiyatrolarının değerini daha da ortaya çıkaran, kullanmayı pek sevmesem de ‘demode’ sıfatının cuk oturduğu iki çalışma izlemiş oldum.

Herkese sağlıklı ve huzurlu seyirler dilerim.

Şalom

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Erdoğan Mitrani

Yanıtla