Gitmek Üzerine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Fatih Gençkal

Türkiye’de doğmuş ve büyümüş bir genç olarak her zaman yurtdışına gitme hayalim olmuştur. Pek çok akranımda da yurtdışına gıpta ile bakma durumu, burada hayatın çok iyi olmadığına, orada her şeyin daha iyi olduğuna, bu yüzden imkan varsa gitmek gerektiğine dair bir algı vardır sanırım. Bu ülkeden gitme isteği özellikle benim gibi şehirli orta sınıfa mensup insanlar için çok da yeni bir şey değil, belki de öğrenilmiş ve tekrar tekrar teyit edilmiş bir şey. (Burada gidilecek yönün hemen her zaman batı olduğunu eklemek gerek sanırım.)

Ben de lisans eğitimimden sonra 2006’da ‘daha iyi bir tiyatro eğitim almak’ niyetiyle ABD’ye gittim. 2010’da döndüğüm İstanbul, Avrupa Kültür Başkenti olmasının da etkisiyle gösteri sanatları alanında çok hareketli ve gelecek vaat eden bir yerdi. Ben de yaptığım işin burada gerçekten anlamı olduğu, bir değişim yaratabileceği gibi (naif) düşünceler ve heyecanlar içindeydim. O günden bugüne geçen 10 yıllık süreçte pek çok insanın çok kıymetli girişimlerde bulunup harika işler yaptıklarını, ancak zaman içinde muhtemelen bunu devam ettirecek enerjileri, kaynakları ya da hevesleri kalmadığı için yavaş yavaş alandan çekildiklerini ya da ülke dışına gittiklerini gördüm. Bunu şu an bakınca daha net görüyorum çünkü ben bu alana müthiş bir heyecanla girerken bile tamamen kendi imkanlarımla ve birlikte yürüdüğüm insanların özverisiyle bu işi yapacağımı, neredeyse hiç yoktan bir şeyler ortaya çıkaracağımı seziyor, görüyor ve belki de bu meydan okumayı seviyordum. 2010 yılından itibaren önce Studio 4 Istanbul ekibiyle, sonra Köşe performans mekanıyla ve son olarak A Corner in the World Festivali ile ve büyük çabalarla bu hayalin peşinden gittim. Festivalin her 3 edisyonundaki giriş yazılarında[1] tohum ve çorak toprak metaforu kullanmış olmamız yazının başında bahsettiğim hisle umudun dansını anlatması adına anlamlı geliyor bana. 2016’da yazdığım şu yazıyı da, bu ruh halinin yansıması olarak okuyorum bugün.

Fotoğraf: Cansu Pelin İşbilen

Bu satırları Gizem Aksu’nun Aytül Hasaltun Bozkurt’a verdiği mülakatı[2] okuduktan sonra yazmaya giriştim. Gizem’in ülkedeki durumu kendi perspektifinden (ki bu benim de perspektifimi yansıtıyor) anlatan sözlerinde tam da yukarıda değindiğim hislerin karşılık bulduğunu düşünüp ona hak verdim. Buradan giden pek çok kişi de (özellikle 2016’dan sonra sanatın farklı alanlarından katlanarak artan sayıda insan gitti) benzer hislerle gittiklerini anlatırlar.[3] Her ne kadar bu hissin yeni olmadığını düşünsem de bu hisle yaşamanın giderek daha boğucu hale geldiği ve artık insanlarda hayatlarını bu koşullarda tüketmektense kendileri için bir şey yapıp gitme fikrinin giderek daha ağır bastığını anlayabiliyorum. Bu fikir benim de zihnimde sürekli yüzeye çıkıp duruyor çünkü. Şu sıralar burada ‘kıymetimi(zi)n bilinmesi’ şöyle dursun istenmediğim(iz)e, hayatta kalmaya harcadığımız çabanın bizi tüketip yaratıcılığımıza ket vurduğuna ve kendimizi bu girdaptan çıkarmak gerektiğine dair her zaman var olan his iyice yoğunlaşmış durumda. Bu ülkede on yıllardır var olagelen beyin göçünün son 5 yılda aldığı hali, bazı araştırmacılar 80 darbesinden sonra ülke dışına doğru gerçekleşen entelektüel insan göçüyle karşılaştırıyorlar.

Bu ülkede sanat alanında bir girişimde bulunan ve varlık göstermeye çalışan birine bunun ne demek olduğunu anlatmaya gerek yok aslında. Ne kadar yetenekli, donanımlı ve deneyimli olurlarsa olsunlar, yegane dayanaklarının kendi emekleri olduğunu, bir şey inşa etmenin kumdan kale yapmaktan farksız olduğunu biliyorlar zaten. Buna ilaveten bugün bu alana giren genç bir sanatçı, benim 2010’da bulduğum tablodan bambaşka bir tabloyla karşı karşıya. Bu ülkede benim görebildiğim kadarıyla bir jenerasyon gelip her daim yaşam mücadelesi içinde kendi imkanlarıyla bir şeyler inşa etmeye çalışıyor ve bir noktada yorulup çekiliyor. Sonra gelen jenerasyonlar ise çoğunlukla kendilerinden önceki çabalardan bihaber, ‘0’dan başlama hissiyle, benzer bir heyecanla, yine yaşam mücadelesi içinde ve kendi imkanlarıyla bir şeyler inşa etmeye çalışıyor. Bu durum, nesiller arası bir birikimin oluşmasını da çok zorlaştırıyor.

Bunun çözümü nedir bilmiyorum. Gidenleri anlıyorum. Buranın nasıl olduğunu herkes biliyor. Kaldı ki gitmek için buranın korkunç bir yer olmasına da gerek yok, insan pek çok nedenden gidebilir. Öte yandan buranın mevcut halini tekrar telaffuz etmenin, durumun ne kadar çarpıcı olduğunu haykırmanın bir anlamı olsa da bunu kim duyuyor, duysa da kim önemsiyor bilmiyorum. Bazen kendi kendimize, kendi aramızda konuşuyoruz hissine kapılıyorum ve bu, mevcut durumu daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bu noktada hepimizin, pek çok şeyi seçemesek de dile getirmek istediğimiz şeyi seçme şansımızın olduğunu hatırlıyorum. Örneğin Gizem, verdiği mülakatta ülkedeki durumun zorluğunu anlatıp ‘Benim vizyonuma kim alan verir bu ülkede?’ demeyi seçtiğinde yapısal bir durumdan, özellikle kamu, yerel yönetim ve özel kurumlardan bahsettiğini sanıyorum. Ancak mülakatın geneline bakınca ona alan verenler olduğunu ama bunların çok güçsüz kaldığını, büyük zorluklar, belirsizlikler ve güvencesizlik içinde hareket ettiğini seziyorsak bile bunu ondan duymuyoruz. Halbuki kötü olanı anlatırken bile, hatta belki en çok o zaman, iyi olanı da anlatmayı sürdürmeye ihtiyacımız var. Çünkü iyi olanı telaffuz etmeden kötüyü telaffuz edip durarak kendimizi ona mahkum ediyoruz. Bu örnekte Gizem’in sözündeki eksiklik, bu ülkedeki kültür-sanat alanındaki bağımsız kişi ve kurumların emeklerini görünmezleştiriyor. (Gizem örneğini hepimizin sıklıkla mustarip olduğu bir hale işaret ettiği için dile getiriyorum.) İyi örnekleri telaffuz etmedikçe, kötü gördüğümüzün de iyiyi besleyip çoğaltmadığına işaret etmedikçe içinde bulunduğumuz döngü bizi daha da boğacak gibi geliyor bana.

Bu döngüden nasıl çıkılır? Covid-19 öncesindeki ‘normal’imiz buyken pandeminin daha da belirsizleştirdiği bir ortamda bu alanda var olmak belki de hiç olmadığı kadar zor. Bugün üretmeye, bir şeyler inşa etmeye çalışan insanlar bunun için nasıl bir güç ve motivasyon bulabilir? Yine, yeniden bir enerji örgütlemeye gücümüz var mı? Bu sorulara -en azından eskisi kadar- güvenle ve inançlı bir şekilde cevap veremediğimi fark etmek beni korkutuyor. Belki bu korkuyla yüzleşmeli ve zaten memnun olmadığımız bir ‘normale’ dönmeyeceğimizi kabul etmeli. Eski modellerden medet ummak ya da onlarla savaşmak yerine onları anlamsız/geçersiz kılacak yeni modeller inşa etmemiz gerekecek gibi görünüyor. Bu süreçte yaptığımız işe dair pek çok ezberimizi, alışkanlığımızı da bırakmamız gerekecek muhtemelen. Bir güç ve motivasyon bulacaksak bunu bu koşullara rağmen varlığını sürdüren iyi örneklerde bulabiliriz ancak. Var olmanın yeni yolları aranırken yine gidenler gidecek, çekilenler çekilecek. Kalanlar ise iyi örneklerden ilham alarak, ihtiyaçlar doğrultusunda ve birbirini tutarak ilerlemeye çalışacak. Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın 2007’den bu yana Çukurcuma’daki bir demirci atölyesinden İznik’teki araziye giden yolculuğunda etrafında oluşturduğu topluluk, İzmir’de bir grup sanatçının tarihi sanayi bölgesi Umurbey’de mahallenin eski adı olan Darağaç adı altında şehrin sanatçılarına ve mahallenin sakinlerine açtığı alan, Diyarbakır’da bir avuç sanatçının çabalarıyla yürütülen Mordem Sanat’tan tüm şehre ve köylere yayılan yaratıcı enerji, Mardin’de 13metrekare’lik bir alandan taşan ilham, Tahran’da Kahkeshān’ın, Beyrut’ta Collectif Kahraba’nın tuttuğu yaşam alanları ve daha niceleri… Beyrutlu tiyatro sanatçısı ve aktivist Hanane Hajj Ali, ona bunca mücadelenin bize ne getirdiğini sorduğumda şöyle demişti: ‘Epey acı getiriyor belki, ama bundan daha fazla özsaygı ve haysiyet getiriyor, bizi özgürlüğe bağımlı kılıyor.’[4] Hanane’ın bahsettiği hayatlarımıza nakşolmuş bu durum, bir yandan da üretimleri biricik kılabilecek bir koşul ve veri. Bugünlerde sanat alanındaki pek çok aktör geçim sıkıntısı içindeyken bunu söylemek biraz lüks görünüyor olabilir ama Semih Fırıncıoğlu’nun sanatın gereksizliğindeki gereklilik ve bunun getirdiği özgürlük kavramları da sıkça aklıma düşüyor bugünlerde.[5] Hanane’ın tarif ettiği özsaygı ve Semih’in işaret ettiği özgürlük alanı birbirlerine bakıyorlar gibime geliyor. Bizler yaptıklarımızla, sözlerimizle, yürüyüşümüzle kendi özgür alanlarımızı kuruyoruz ve kendimizi yazıyoruz. Bu alanlar birbirleri ile konuşuyor ve birbirlerini besliyor. Ve umuyorum ki başka var oluş imkanlarının, yaratım biçimlerinin yeni bir hikayesini yazıyorlar.

Zor bir yerde, zor bir zamandayız. Ve tutunabileceğimiz sadece birbirimiziz.

[1] Festival kitapçıklarına şu linklerden ulaşılabilir: A Corner in the World Festival 1, A Corner in the World Festival 2, A Corner in the World Festival 3

[2] ‘Bütün donanımımın geldiği Türkiye’den kendi toprağıma, bir değer üretemeyeceğimi gördüm’

ArtıGerçek, Aytül Hasaltun Bozkurt

[3] Son yıllardaki göçe dair Gözde Kazaz ve İlksen Mavituna’nın Bu Ülkeden Gitmek adlı eserine bakılabilir.

[4] Hanane Hajj Ali ile sohbet, Conversations.

[5] Sanatın Gereksizliği Üzerine, Semih Fırıncıoğlu.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Fatih Gençkal

Yanıtla