Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu
EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA
26 Nisan 2021
Mutluköy, Ayvalık
Hocam,
Mektubunuzu aldığımdan beri size yazıyorum. Bahçede geçirdiğim hemen her ân aklımdan geçiyorsunuz. Kimi zaman kağıtlara yazıyorum. El yazımı okumakta zorlanacağınızı düşündüğümden onları hiç yollayamadım. Bugün nihayet bilgisayar başına geçip yazmaya başladım.
Nasılsınız? Ben hâlâ Mutluköy’deyim. Birkaç gün süren yağmurdan sonra yeniden güneşli buralar. İnanmayacaksınız belki, size son yazdığımda sözünü ettiğim tohumlar çoktan filizlendi, sebze yataklarına ekildi bile. Burada yaşama öyle alıştım ki. Her sabah kahvaltıdan sonra Vasıf beyle bahçeye giriyoruz. Bu sabah hepsinden farklıydı. Sanki her şey gizlice büyümüş de bugün kendini açmış gibi. Aman Allahım enginarları görmeniz lazım. Oysa birkaç gün önce var mı yok mu diye kocaman yapraklarının içini açıp bakmam gerekiyordu. Şimdi kiminin rengi mora çalmış, kimi kat kat açılmış kimi hâlâ büyümekte tedirgin. Düğümlediğimiz bezelyeler büyümüş. Baklalar ve enginarlar arasında gelincikler açmış. Kimi artık veda etmek üzere. Dokunsanız köklerini ele veriyorlar ama tohuma, çiçeğe yürüyor hepsi. Yaşam ve ölüm dengesi üzerine bir ıspanaktan öğreneceğimiz öyle güzellikler var(mış) ki! Bencilliğin yerine ölümü böyle güzellikle kabullenen, ölürken yaşamı şükranla karşılayan bir varlık olmak ne çok şey değiştirirdi hayatlarımızda. Belki, hepimizin mustarip olduğu tahakküm, işgal, şiddet burada kaynaklanıyor. Hikâyemiz sona ererken yaşam mücadelesi niyetine sergilediğimiz abartılı hareketlerden.
Burada kompos yapıyoruz hocam. Evsel atıklardan çürüyen bitkilere, kesilen otlardan odun, çalı çırpı, kese kağıtlarına dek bir sürü atıkla yeşil ve kahverengi dengesini tutturuyor ve toprağa dönüşmelerini izliyoruz. Bu komposlar yeni sebzeler ekilmeden önce toprağı işlemek, nemli tutmak ve iyileştirmek için kullanılıyor. Sonra üzerine malçlama denilen bir yöntemle bir araya getiren ağaç kabukları koyuluyor. Bu işlemi ilk yaptığımızda ve bir hafta sonra dönüp bakalım sebze yatakları ne durumda diye baktığımızda gördüğümüz şeyler olağanüstüydü. Yeryüzü bütün çeşitliliği ve canlılığıyla orada. Böcekler, solucanlar, renk renk tırtıllar, yavrularını (kanguru misali) ardındaki torbasına koymuş geçip giden yeşil böcekler, karıncalar… Bunlar gözle görülenler. Görmediğimiz, duymadığımız sesler saymaya gelmez. Umarım bu söylediklerim size romantik gelmiyordur ama ben bunları her gördüğümde bir kez daha ama bir kez daha bu kainattaki yerimizi anlıyorum. Çürümeye, toz olmaya direnmek nafile diyorum kendime; bak işte, köklendiğin yer, oraya bıraktığın ışık ve gölgeden başka nesin!
Zorlukları yok değil buranın. Kale denen bir bitki var biliyor musunuz? Çok lezzetli. Buralarda pek yetişmez. Tohumunu dışardan getirmişler. Kara lahana ile karahindiba ailesine benziyor. Onların zayıf olanlarını söküp bahçenin uzak bir köşesine dikerken başlarda biraz yoruluyordum. Çünkü işlenmemiş toprak çok zorlu. İri taşlar ve yabani otlarla dolu. Kazma, kürek, kesici aletlerle o bölgeyi ekmek için uygun hâle getirmek, derken her çukurda yeniden taşlarla karşılaşmak… O sırada hocam, ağıran bileklerinizden, geldiğim günden beri hep aynı yerden batan dikenlerden, giderek açılan kesiklerden, birbirine karışmış saçlarınızdan ve topraktan çok kendinizle mücadelenizden başka bir şey olmuyor hayatta. Ama ekim bittikten sonra başınızı kaldırıp baklalar ve enginarlar arasında açmış gelinciklerle göz göze gelmek, sürekli başınızın üstünde uçan kırlangıçların şarkısını dinlemek, bahçenin en küçük zeytin ağacının dibine serptiğimiz salatalık tohumlarının filizlendiğini görmek ve altında kitaplar okuyarak büyüdüğüm çocukluğun söğüt ağacını bana hatırlatan karabiber ağaçlarının altında oturup güneş batarken her şeyin son bir gayret kendini açışını izlemek kadar güzel bir mükâfat yok. Bir diğer zorluk yılanlar. Babam söylemişti. Orada yılan çok olur dikkat et diye. Sevil hanım var buranın emektarı, otlar arasında yürürken ayağını sürt, sesini tanısınlar diyor. “Böcekler kaçar, yılan da. Kimse kimseye zarar vermez”. Şu düşüncenin zarafetine bakın.
Anlayacağınız hocam başlardaki tedirginliğim yerini merak ve hevese bıraktı. Hemen her şeyi öğrenmek, denemek istiyorum. Yılanlarla karşılaşmaktan eskisi kadar korkmuyorum. Ancak bu iş İstanbul’da evimizin önündeki küçük alanı yeşertip saksıda sardunya, küpeçiçeği, begonya büyütmeye hiç benzemiyor. O sadece sevmekle olan bir şeymiş. Buradaki ise benim sevmek dediğimin ötesinde. Vasıf beyin kelimenin her manasıyla “bakmak” ve Defne hanımın “bitkilerle kendi bekanın yan yanalığını görmek, yani muhabbet etmek” dediği şeyle olabiliyor. Bazen Defne hanımı izliyorum, hamur açışını, ekmek yapışını. Odun fırında ekmek pişirmeyi denerken hiç vazgeçmemesi. Her yapışında yolunda giden kadar, hata payını anlamaya çalışması… Siz hocam, bir işi yeni denemeye başladığınızda kendinize sınır biçer misiniz? “Bir yaptın, iki yaptın olmadı. Üçüncü de bırak artık, sen bu işi beceremeyeceksin” der misiniz? Biz hep bunu salık veren bir zihniyetle büyümedik mi? “Allah’ın hakkı üçtür”den “çekirgenin sıçrayışına” ömür biçmeye kadar. Bir şeyi yapmakta yeterli olmadığımızı ya da bu işi yapabildiğimizi kaç denemede anlıyoruz? Ne kadar çabuk pes ediyor ve başarısızlığa mahkum ediyoruz kendimizi. Potansiyelimizin önüne aşılmaz engeller koyuyoruz. Öğrenme, hiç bitmeyen bir süreç oysa. Şimdi geriye dönüp bakıyorum. Bir iki denemede kendimi başarısızlıkla işaretleyip bıraktığım neler var diye.
***
Hocam, geri dönüşüm dramaturgisinin sizdeki karşılığını duymak çok hoşuma gitti. İki şeyden bahsettiğinizi düşündüm. Birincisi “sahne ve seyirci” ve dolayısıyla “oyun ve yaşam” ilişkisi. İzlediğimiz şey, oradaki dönüştürücü fikir ve duyguları yaşama serpilmiş tohumlar gibi düşünmüşsünüz ve arasında hep bir süreklilik olduğunu, dönüştürücü bir döngü olduğunu. Performatif Estetik çalışmasında Erika Fischer Lichte’nin geri bildirim döngüsü (“feedback loop”) dediği şeye benzettim bunu ve bana kalırsa geri dönüşüm dramaturgilerinin yaptığı/yaptığını umduğum şeylerden biri de bu. Size yazdığım ilk mektuplarda adını andığım ve yazdığı her şeyi büyük bir hevesle okuduğum Jill Dolan’ın “ütopik performativiteler” adını verdiği dönüştürücü estetiği buna ekleyebilirim. Özetle, Lichte ve Dolan’ın söylediklerinden hareketle tiyatronun oynayan ve seyredenler topluluğunun belli bir mekân ve zaman dahilinde bir araya gelmeleriyle oluştuğunu ve bir oyun dahilinde bu bir araya gelişin bizi özlemini duyduğumuz daha “iyi bir dünya”nın gerçekleşebileceğine dair bir umuda sevk ettiğini de. Eğer dünya, iyi bir oyunda yan yana/iç içe/birbirine karşıt olarak geçirdiğimiz her tekil ân’daki gibi olsaydı kim bilir nasıl bir yer olabilirdi? Dolayısıyla geri dönüşüm, fikirleri ve duyguları da dönüştürüyor. Sizin geri dönüşüm’e yanıt verme biçiminize katılıyorum. İşaret ettiğiniz ikinci şey de, Piscator’un politik tiyatrosu ile Brecht’in epik tiyatrosu arasındaki süreklilik ve değişim ilişkisinden hareketle tiyatro tarihinin bir “yıkma/yerinden etme” yerine hep diğerinin içinden giderek onu dönüştürmeyle ilerlediğiydi. Bence bu da bir geri dönüşüm estetiği. Çünkü her yeniden yazma bir geçmiş okuması değil sadece, geleceği nasıl tasavvur ettiğimize yönelik bir hamle. Belki geçmiş ve gelecekten çok şimdi’yi anlamanın, şimdi’nin dayanaklarını geçmiş ve geleceğe yerleştirerek kendimizi ve dünyayı anlamanın/dönüştürmenin bir yolu.
***
Tam bu noktada sizinle paylaşmak istediğim bir şey var hocam. Geri dönüşüm kavramını hem yukarıdaki hem de açıklaması bu mektuba sığamayacak diğer çağrışımlarıyla düşündüğümde karşılaştığım karşı yorumlardan biri de “cancel-culture” oldu. Mücadele ettiğimiz kimi geçmiş pratiklerin dönüştürülecek bir tarafı olmadığını, yeni bir yaşamın bunların tamamıyla yıkımı üzerine olduğunu söylüyordu. Bir nevi, “iptal-kültür”. İster karakter deyin ister başka bir şey bu yaklaşıma irkilerek bakıyordum. Ama ne yalan söyleyeyim alternatif fikirleri duymak, hep bir “üçüncü yol” olduğunu görmek iç gıdıklıyor. Bir gün AKP iktidarı sona erecek ve onlardan kalanlarla ne yapacağız? Geri dönüştürmek mi yoksa yıkmak mı? Yoksa ileri dönüşüm (upcycle) dedikleri mi? Bir çırpıda cevap verilemez. Kendi tarihimizle en sorunlu ilişkimiz burada yatmıyor mu? Her yeni siyasi yönelimle hiç değişmeyen bir “unutma ve unutturma siyaseti”yle bir açmazda yol alıyoruz. Cumhuriyet, imparatorluk mirasını düzlüyor. AKP, “yeni türkiye” söylemi altında bir Osmanlıcılık fantezisine dayıyor sırtını ve Kemalist anlatının kültür mirasından hıncımı alacağım diye her şeyin canına okuyor. Peki ya sonra? Sonrasında ne yapacağız? Hep böyle yıkma, yerinden etme, hınç ve siyasi bencillikle mi ilerleyeceğiz? Bunların geri dönüşüm siyasetiyle ya da iptal-kültür siyasetiyle ilişkisi nedir? Çözümü nerede aramak gerekir diye düşünüyorum. Cumhurbaşkanının soykırımla ilgili bugünkü açıklamaları örneğin. Sürekli inkâr. Bir kez yüzleşme ve suçları kabullenmeye başladığımızda gerisi çorap söküğü gibi gelecek. Bireysel ve kolektif suçlardan arınmanın en kolay yolu, inkâr. Geçmişte yaşananlardan kendini sorumlu görmemek, “yok saymak” ve bu konudaki her talebi de kişiselleştirmek.
Yine iptal-kültür’le beraber düşünülecek bir diğer şey ise “lağvetmek” edimi. Örneğin, buradakiler dört yıl önce köye yerleşmeden önce şehrin (ekolojik anlamda) tükenmek üzere olduğunu, artık onu dönüştürebilecek bir politikanın söz konusu olmadığını düşünmüşler. Yapılacak en iyi şey; şehri lağvetmek, boşaltmak, geri çekilmek, el çekmek diyorlar. Pandemi başında sokaklardan el çekmek zorunda kaldığımız günleri düşünün. Her şeyin tazelendiğini fark etmiştik. İnsanın denize, ormana, sokaklara bir ay el sürmemesiyle yaşamın kaybettiklerini nasıl telafi edebildiğini. Bu anlamda “lağvetmenin” kısa vadede nasıl bir dönüştürücü gücü olduğunu anlıyorum. Bilmiyorum siz bu konularda ne düşünüyorsunuz. Ben burada, nar, zeytin ve badem ağaçları arasında oturmuş her şeyin nasıl tohuma yürüdüğünü izlerken cevabı hep bir birlikte varlık göstermenin, birlikte arz-ı endam etmenin hâllerinde arıyorum. Her türlü ikiliğe, “ya şu ya bu” dayatmacılığına karşı koymanın, geçmişimizle “ona rağmen”, “yan yana”, “iç içe” ilişki kurmanın şimdi’yi dönüştürebilmenin bir yolu olduğunu düşünüyorum şimdiki aklımla. Zaman geçiyor hocam, insan değişiyor. Belki bir mektup sonrasında ben de “geri dönüştürülecek bir şey yok, geçmişe geri dönmekten çok, geçmişten geri çekilme vakti” diyeceğim. Ama şairin dediği gibi insan her koşulda “sorumluluktur”. Şimdi ve burada sorumluluğumuzun ne olduğunu sorgulamak, bunu hatırda tutmak iyidir.
***
Akşamları birlikte film izliyoruz. Florance Zeller diye bir oyun yazarı var. En son onun kendi yazdığı Baba (The Father) oyunundan yaptığı filmi izledik. Anthony Hopkins’in oynadığı. Alzheimer hastası bir babanın belleğinden, onun hayatı görme, olaylar arasında ilişki kurma ve bu süreçle baş etme biçiminden doğru filmi izliyorduk. Yaşadığı acıyı, sürekli kaybetme, kaybolma, yalnızlaşma ve köksüzleşme hissini öyle güzel veriyor ki film. İzlemenizi öneririm.
Benden haberler böyle hocam. Umuyorum bu yaz Türkiye’ye gelir, Eylül ayını yine Olimpos’ta geçirirsiniz. Orada yazacağınız yeni oyunlarınız olsun. Geçen mektupta yazmayı unutmuşum. Yeni kitabınız için tebrik ederim. Okuru bol olsun.
Çok çok sevgiler,
Özlemle,
Eylem
ZEHRA İPŞİROĞLU’NDAN EYLEM EJDER’E
28 Nisan 2021, Köln
Eylemcim merhaba
Mektubundan anladığıma göre doğanın içinde kaybolmuş gibisin. Yüreğin, aklın hep toprakta, işlenmemiş toprak, işlenmiş toprak, bitkiler, sebzeler, böcekler, yılanlar… Doğayla haşır neşir olarak, emek vererek bir parçası olmak benim hiç bilmediğim bir duygu. Doğada olmayı ben de seviyorum, çiçekleri, bitkilerini, uzun doğa yürüyüşlerini ya da doğanın içinde tembelliği, meditasyonu… Ama iş emek vermeye gelince masa başından başka bir şey düşünemiyorum, yazma elim kolum gibi, öte yandan ben biraz beden tembeliyim. Yani doğada çalışmak, toprağı ekip biçmek hiç de bana göre değil. Ama seni yine de anlıyorum, çünkü doğanın içindeysen, hele onun için bir emek harcıyorsan kendini onun bir parçası gibi hissediyorsun, bu da insana huzur veriyor. Bu duyguyu 50’li yılların Dalyan’ında doğanın içinde bahçelerde, tarlalarda büyüdüğüm için çok iyi bilirim. Deniz burnumun dibindeydi. Gökyüzünün bin bir renge boyandığı güneş batışında denize açılıp kürek çekerdik. O zaman gökyüzü, deniz inanılmaz bir ışık ve renk cümbüşü içinde bütünleşir, ben de kendimi doğanın içinde evimdeymişim gibi hissederdim, bütüne aitmişim gibi bir duygu, mutluluk, huzur… Dört, beş yaşlarına ilişkin en yoğun yaşantın nedir diye sorsalar bunu anlatırım. İnternet çağında büyüyen çocukların hiç tanımadıkları bir duygu…
Sen sana dehşet veren iptal (cancel) kültüründen söz ediyorsun ya, benim kuşağım İstanbul’un betonlaştırılmasıyla birlikte bunu en korkunç bir biçimde yaşadı. Modernleşmenin sıfırdan başlama ideolojisi bütün şehri tahrip etti. İlk yaşantılarımın geçtiği Dalyan ise benim ilk okul çağıma başladığımda dönüşmeye başlamıştı bile. O yıllarda Ayaspaşa’ya taşınmıştık, yine bahçeler, çiçekler içinde büyüyordum ama denize yakın olmayı çok özlüyordum. Dokuz, on yaşlarındayken yine Dalyan Fenerbahçe’ye bir gezi yaptığımızda oraların kısacık bir zamanda nasıl yok edildiğini tam bir şok gibi yaşadım. Toptan iptal, yok etme, yıkım… Sonraki yıllarda da farklı şehirlerde sözgelimi Bodrum’da, Antalya’da benzer deneyimleri sürekli olarak yaşayacaktım. Benim kuşağım tam bir iptal kuşağıdır. Cancel generation….
Oysa batı ülkelerindeki şehirleşmede eskiyle yeniyi kaynaştırmak için büyük bir emek veriyorlar. Köln’de her yer park, bahçeler ve göllerle çevrili. Savaşın yıkmadığı eski binalar, villalar restore edilerek en güzel hale getiriliyor. İnsana ve doğaya saygılı bir anlayış var. Koronalı yaşamı Almanya’da bu kadar rahat geçirmem de geri dönüş kültürüyle ilgili.
*
Yok etme, yerinden etme, yıkım iptal kültürünün temelini oluşturuyor. Bana sorarsan bunun panzehiri süzme ya da ayıklama kültürü. Yeni olan her şey iyi olmadığı gibi eski olan her şey de iyi değil. Doğada da böyle, ayrık otlarını atıyorsun, çürümüş bitkileri temizliyorsun ki ektiğin biçtiğin bitkiler nefes alıp yeşerebilsin. Eskiden hep pirinçte taş olurdu ya, pirinci yıkamadan önce ayıklardık, onun gibi bir şey işte.
Süzme ve ayıklama kültürünün temel ilkesi doğaya ve insana (insan haklarına, kadın haklarına, çocuk haklarına, hayvan haklarına) saygılı bir yaşam biçimi olmalı. Ayrıştırıcı değil bütünleştirici olmalı. Böyle baktığımızda İstanbul Sözleşmesinin iptalinden doğa yıkımına değin bugünkü yönetimin yaptığı birçok şeye karşı direnmek, yani yıkıcılığın güçlenmemesi için bir şeyler yapmak gerekiyor. Ayrık otlarını temizlemek nasıl ellerinde yaralar açıyorsa, direnmek de direnmenin D’sinin bile kabul edilmediği bir ortamda çok acıtıcı olabilir tabii. Ama direnmenin de bin bir çeşidi var biliyorsun. Bizler sen, ben yazarak ve düşünerek direnenlerdeniz, başka deyişle sanat ve tiyatro yoluyla düşünce üretenlerdeniz. Başkaları sivil örgütlenme ya da doğrudan politik alanda çalışarak bir şeyleri değiştirmeye çalışıyorlar. Daha güzel bir dünyada yaşamak hayaliyle herkes kendi yolunu arıyor.
Aslında mektubunda sözünü ettiğin geri çekilme de bir direnme biçimi, ama bana göre değil. Bu biraz da kaçış gibi geliyor bana. Ama tabii duruma ve koşullara göre bin bir çeşidi var geri çekilmenin. Şehir dışına yerleşerek bu yolu seçen çok tanıdığım var. Her birinin öyküsü farklı. Her yıl gittiğimiz Olimpos Çıralı’daki butik otelimizin sahibi Maraş asıllı Ahmet Bey sözgelimi. Seksen darbesinden sonra uzun süre hapiste kalıp işkence de gördükten sonra canına tak etmiş ve her şeyden elini eteğini çekerek Olimpos’a yerleşmiş. Orada İsveç yapımı çam tahta bungalovlardan oluşan doğa içinde çok güzel bir mekân yaratmış. Maraş’tan kardeşlerini de getirmiş onlar da deniz kenarında aynı model evler ve küçük kafeler yapmışlar. Başını dinlemek ve çalışmak isteyen için cennet gibi bir yer. Olympos gerçi hala sit alanı ama her an darbe yiyebilir ve yapılan bütün bu güzellikler de anında yok olabilir. Çevrecilerle birlikte çalışan Ahmet Bey de onca çabayla yaratılan bu güzel yaşam alanının yok edilmemesi için çok çaba harcıyor.
*
Geri dönüşüme gelince sanırım neyi, nasıl ve niçin geriye dönüştürdüğün önem kazanıyor. İşte bu bağlamda seçme, eleme, ayıklama önem kazanıyor. Sözgelimi bizim Osmanlı’dan miras otoriter ve baskıcı bir düşünme biçimimiz var, Cumhuriyet döneminde farklı biçimler alarak ve milliyetçilik, dincilik gibi ideolojilerden beslenerek yaşamını sürdürüyor. Şiddet kültürü ve kadını kıskaç altına alan ataerkillik de bunun bir parçası. Bunun bilincinde olursak bugünkü yönetimin de gökten inmediğini daha iyi anlayabiliriz. Öte yandan bugünkü yönetimin özellikle ilk yıllarında toplumun yoksul kesimlerine sahip çıkması, sağlık sistemini bir düzene sokması vb. yapıcı yatırımlarının da bilincinde olmalıyız. Bütün olumsuzlukları bugünkü yönetime yüklüyoruz, oysa daha önce nasıldı, bunun hesabını vermeliyiz. Bugün yaşananlar geçmişteki olumsuzlukların bir ürünü değil mi? Siyah beyaz çizgilerle düşünme, kutuplaşma yaratma da iptal kültürünün bir parçası. Ben doğruyum sen yanlışsın, ben senden daha güçlüyüm seni yok edeceğim düşüncesi. Öte yandan geçmişteki olumlu gelişmeleri bugünün koşullarıyla harmanlayarak geliştirdiğimizde, geri dönüşümün yolları açılıyor. Almanya’daki eskiyle yeniyi bütünleştiren şehircilik anlayışı buna güzel bir örnek vermiyor mu?
Geri dönüş kavramını kültür ve politik alana taşıdığınızda ayıklama ve eleme kültürü özellikle önem kazanıyor. Çünkü geri dönüşüm geçmişteki bütün olumsuzlukların bir çığ gibi büyüyerek geriye dönmesine yol açabileceği gibi, geçmişteki olumlu ve yapıcı izdüşümlerin de izini sürebilir, onları tekrarlamak için değil, bugünün koşullarına göre dönüştürmek için. Ayıklama kültürünün anahtarı sorgulayıcı ve eleştirel düşünce değil mi? Eleştirel düşünme sayesinde duyarlılığımız ve farkındalığımız gelişiyor, böylece diğer bitkileri boğan, gelişmelerini engelleyen ayrık otlarını diğer bitkilerden ayırmamız da kolaylaşıyor öyle değil mi? Keşke insana ve doğaya saygılı bütün güçler feministler, çevreciler, insan hakları savunucuları bir araya gelebilseler ve geri dönüşümle insanca bir yaşamın yollarını birlikte keşfetmeye çalışsalar…
*
“Sen bir işi denemeye başladığında kendine sınır koyar mısın?” diye soruyorsun. Bu yaptığım işe ne kadar inandığıma bağlı. Yazma sürecinde kesinlikle koymuyorum, yüz bin kere deneyebilirim. Kağıt sepetim her gün yazıp çizdiğim kağıtlarla dolup taşıyor. Ama başka işlerde kolaylıkla pes edebiliyorum. Sen haklısın, kendi gizilgücümüzün farkında bile değiliz. Bir de çocukluğumuzdan beri kafamıza yerleşen ben bunu başaramam duygusu ağırlıkta. Bu toplumsal cinsiyet alanında da böyle, erkek ev işlerini yapamaz, çocuk bakamaz, yemek pişirmez, ortalığı toplayamaz ya da kadın teknik işlerden anlamaz gibi. Ama bunların hepsinin kültürel dayatmalar olduğunu biliyoruz. Yaşamın değil de kurguların bizleri yönetmesi ne kadar acı.
Kendime bakıyorum da başım sıkıştığında, çok güç bir duruma düştüğümde inanılmaz şeyler yapabiliyorum. O kadar ki kendimi bile tanıyamıyorum. Bir anı: Çin’e gittiğimizde bir ziyafete davetliydik, bin bir çeşit Çin yemekleriyle dolu muhteşem bir sofra… Ben de bütün gün bir şey yememişim, açlıktan ölüyorum, Çin sofrasına da bayılırım. Ama şu çubukları da ne zaman denesem kullanamıyorum. Çatal bıçak da yok. Eyvah aç mı kalacağım? Sonra birden bir mucize oldu. Çubuklarla yemeye başladım. Çubukları öyle bir kullanıyorum ki sanırsın doğma büyüme Çinliyim. Bu ben miyim? İnan ki kendime çok ama çok şaşırdım. O gün bugündür çubuklarla yeme ustasıyım.
Eylemcim bugünlük bu kadar. Dışarda harika bir hava var. Çocukken komşu çocukları beni oynamaya çağırdıklarında yerimde duramaz topumu kaptığım gibi dışarı fırlardım. Şimdi de dışarıda cıvıldayan kuşlar, pembe kiraz ağaçları ve dokunduğu her yeri bir ışık ve renk cümbüşüne çeviren güneş beni çağırıyor.
Sana Mutluköy’de neşeli ve verimli günler diliyorum.
Sevgiyle
Zehra