Nuray Büyükdağ’ın T24’de yayınlanan yazısını paylaşıyoruz
Tiyatro Biteatral’in bu sözleri, özetle tiyatroların içinde bulunduğu ruh halini, “İnadına yaşamak ve varoluş” mücadelesini anlatıyor. Sadece tiyatroların mı? İkbâlini, mutluluğunu, sözde maneviyatın, özde ise balya balya muhafazakârlığın(!), pudra şekerinin üzerine kuran mutlu azınlığın dışında kalan her kesimden insanın hayatta kalma motivasyonunu anlatıyor bu cümleler
“‘İnadına yaşamak‘ gibidir inadına tiyatro yapmak. Bu zor zamanlarda üretmenin ve yaratmanın bizler için bir ‘varoluş‘ meselesi olduğunu derinden bildiğimiz için tiyatro mekânlarında bir araya gelemediğimiz bu salgın zamanında, teknolojinin imkânlarını kullanarak oyun yapmaya karar verdik. Bize güç verecek olan bu buluşmanın sesimizin daha güçlü çıkmasına ve geniş kitlelere ulaşmasına olanak sağlamasını diliyoruz.”
Tiyatro Biteatral‘in bu sözleri, tiyatroların içinde bulunduğu ruh halini,”İnadına yaşamak ve varoluş” mücadelesini anlatıyor özetle. Sadece tiyatroların mı? İkbâlini, mutluluğunu, sözde maneviyatın, özde ise balya balya muhafazakârlığın(!), pudra şekerinin üzerine kuran mutlu azınlığın dışında kalan her kesimden insanın hayatta kalma motivasyonunu anlatıyor bu cümleler.
Sokaklarda, sosyal mecralarda, üç beş kişi bir araya geldiğinde bir çırpıda tüketilen, takati kalmamış sözler değil bunlar. Aksine, en yorgun, umutsuz anlarda, son bir hamleyle asıldığımız halatlar; inadına yaşamak, üretmek, yaratmak, birlikte varolmak…
HİKÂYELERİMİZ…
Biteatral, şiddetin türlüsüne maruz kalıp susturulan kadınların ve çocukların sesi olmanın yolunu tiyatroda aramış ve Hikâyelerimiz adlı üç öykü ve bir baladdan oluşan çevrimiçi bir gösteri hazırlamışlar. Ayşe Lebriz Berkem‘in canlı performansıyla izlediğimiz oyun, Ayfer Tunç‘un “Fehime” adlı öyküsü, Ayşe Lebriz Berkem‘in “Gülfer“i, Duygu Asena‘nın “Nur ya da Yalan” öyküsü ve Süreyya Karacabey‘in “Kadın Savaşı Baladı” ile noktalanıyor.
Otoriterleşmenin ve baskıların arttığı, toplumsal hareketlerin susturulmaya çalışıldığı bu dönemde, anlatılan hikâyeler, “İstanbul Sözleşmesi” için verilen mücadelenin gerekliliğini ve haklılığını öne çıkarıyorlar.
HİKÂYELERİMİZ canlı olarak zoom üzerinden;
18 Nisan Pazar 18.00’da ve 2 ile 16 Mayıs tarihlerinde izlenebilir.
Tiyatro Biteatral’den Ayşe Lebriz Berkem’in mektubunu iletiyorum sizlere…
Merhaba,
Tiyatro Biteatral, 2010 yılında hayata geçti ve on yılda beş proje, dört performans gerçekleştirilebildi. Bu demektir ki iki senede bir oyun üretmişiz çünkü her oyun sonrası ekonomik nedenlerle zorunlu olarak ‘ara‘ verilmiş.
Ve bir gün kendi irademizle veremediğimiz ‘arayı‘ salgın yüzünden verdik. İlk üç ay, -tiyatronun kurucusu olarak- benim için ‘yüzleşme’ ile geçti. Aşk ile yapıyoruz, tutkuyla yapıyoruz dediğimiz işimizin karşılıksız bir aşk olduğunu düşündüm. Seyircisine kavuşamayan ama bunu da dert etmeden -bir gün kavuşabilme ümidiyle- üretmeye devam eden ‘bağımsız’, azıcık da ‘esrik’ bir tiyatro! Sahi, ne kadar varlığını sürdürebilirdi ki!
Sürdürebilir miyim bir aşkı ayrılamam korkusuyla?*
“Sürdür(e)meyeceksek bitsin artık” dediğim bir noktadayken kendimi sürdürürken buldum ve altıncı oyunumuzu Zoom’dan gerçekleştirdik. Varolmak, bir kararlılık; hele Zoom’dan oyun yapmak hele ‘hayalet‘ tiyatro olarak ‘görünmez‘ iken, delilik değil de ne! Bu deliliğin salgın zamanlarındaki karşılığı ‘cesaret’ olarak kendini gösterdi. Acının en dibindeyseniz oradan ancak ‘cesaretle’ çıkabilirsiniz.
Bu ‘görünür’ (ya da görünmez) olma meselesi salgından öncesine ait bir sorun. Seyirciye ulaşamıyoruz. Seyirci (halk) bizim varlığımızdan habersiz ama biz, onun bizi fark edebileceği günün hayaliyle üretmeye devam ediyoruz. Aklıma Albert Camus’nün ‘Doğrular’ oyunundan Dora ile Kaliayev sahnesi geliyor:
“Ama halkımızı seviyoruz.” diyor Kaliayev. Dora da “Evet , onu seviyoruz doğru. Geniş bir sevgiyle, desteği olmayan mutsuz bir sevgiyle seviyoruz. Ya halk, o, o seviyor mu bizi? Biliyor mu bizim kendisini sevdiğimizi? Halk susuyor görüyorsun. Bu ne sessizliktir böyle?” Kaliayev de “Ama sevgi dediğin de bu: her şeyi vermek, geri dönüş umudu olmadan her şeyi feda etmek.” deyince, Dora şöyle der, “Belki. Mutlak sevgi bu, öz sevinç, tek sevinç bu… Bazı anlar oluyor, gene de soruyorum sevgi başka bir şey değil mi diye… bir kendi kendine konuşma olmaktan kurtulabilir mi acaba, hiç bu sevginin bir karşılığı olmaz mı diye…”
Bazen kendi kendime soruyorum: bu emeklerin hiç mi bir karşılığı olmaz? diye. Gelip gelmeyeceği belli olmayan bir seyircinin ümidiyle yaşamak ‘delilik mi’ yoksa ‘inanç mı’ yoksa ‘ölümüne bir varoluş mücadelesi mi’, yoksa ne?
Bizi bir ‘şirket’ olarak görmenin ötesinde ‘kamusal tiyatro’ olduğumuzu anlayacak bir bakış açısına ihtiyacımız var. Ayakta kalmak için mücadelemizi güçlendirerek sürdüreceğiz. Çünkü çekilen acı büyük.
* Piyano Soloları (Akif Kurtuluş)