Mehmet K. Özel
[Bu yazının bir versiyonu 23.03.2021 tarihinde unlimited‘de yayınlanmıştır.]
Almanya’da NSU (Nasyonal Sosyalist Yeraltı) terör örgütünün ırkçı cinayetlerinin başlangıcının 21. yıldönümü olan 2021’in sonbaharında NSU’yla ve cinayetleriyle bağlantılı 14 şehrin sanat kurumları Kein Schlussstrich! (Son Söz Henüz Söylenmedi!) başlıklı disiplinlerarası bir tiyatro projesiyle biraraya geliyorlar. 21 Ekim ile 7 Kasım 2021 tarihleri arasında gerçekleşecek projede NSU ve cinayetleri bütün toplumsal ve siyasal arka planıyla birlikte sanatsal olarak ele alınacak. Projeye, örgütün üyelerinin doğduğu şehir olan Jena’nın belediye kültür dairesi JenaKultur’un yöneticisi Jonas Zipf önayak oldu. Küratör Ayşe Güleç, dramaturglar Tunçay Kulaoğlu ile Simon Meienreis ve sosyolog Matthias Quent’in sanatsal ve düşünsel bağlamını kurdukları projenin danışma kurulunda yazar ve gazeteci Ferda Ataman, oyuncu İdil Baydar, sosyal pedagog ve “RomaniPhen” projesinin başkanı Isidora Randjelović ile yazarlar ve sosyologlar Vanessa Eileen Thompson ve Katharina Warda bulunuyor. Projeye dahil olan şehirlerin sanat kurumlarının her birinin tekil ve yerel projelerinin yanısıra, bütün şehirleri kapsayacak -adeta şemsiye niteliğinde- iki büyük etkinlik tasarlanıyor: Besteci Marc Sinan’ın performatif ve katılımcı oratoryosu MANIFEST(O) ve kürasyonunu Ayşe Güleç ile Fritz Lazlo Weber’in hazırladığı Offener Prozess (Açık Dava) sergisi. Açık Dava Almanya’dan sonra Brüksel’e de gidecek. Küratör ekibinden Tunçay Kulaoğlu ile projenin detaylarını konuştuk.
2006’da Kassel’de düzenlenen Kein 10. Opfer (10. Kurban Olmasın) adlı anma gösterisinin belgesel filminden (Fotoğraf: Ayse Güleç)
Projenin başlığı Kein Schlussstrich! (Son Söz Henüz Söylenmedi!) nereden geliyor?
Münih’te aynı isim altında ırkçılık karşıtı bir girişim var. Yıllardır NSU bağlamında Alman derin devletini, çoğunluk toplumun ve siyasetin ırkçı reflekslerini, medyanın dilini ve pratiğini gündeme getirip buna karşı mücadele veriyorlar. Almanya’nın birçok kentinde de buna benzer sayısız girişim var. Proje için biraraya gelen sanat kurumları öncelikle aktivistlerle ilişkiye geçti. Uzun bir süre, herkesin mutabık kalabileceği bir başlık konusunda tartıştık ve sağ olsunlar, Münih girişimi isimlerini kullanmamıza izin verdi. Diğer yandan bu isim Almanya’nın tarihine de bir gönderme yapıyor. Yahudi soykırımından sonra, geçmişin muhasebesinin yapıldığını, son sözün söylendiğini iddia edip defteri kapatmak isteyen çoğunluk toplumun halet-i ruhiyesine işaret ediyor. Kısacası bu başlık, hem tarihsel bir arka plana hem de günümüze, somutta 2018 yılında sonuçlanan ama son sözün hala söylenmediği NSU davasına gönderme yapıyor.
NSU’nun 2011’de kamuoyuna açık hale gelmesinden günümüze Almanya’da bu konuyla ilgili bir çok proje gerçekleştirildi. Bilgisine ulaşabildiklerimden bazıları: 2014 yılında yoğun (dört farklı yapım) olmak üzere sekiz tiyatro oyunu, 2017’de Köln’de NSU Tribunal, yine 2017’de Altın Küre En İyi Yabancı Film ödülünü de alan Fatih Akın’ın Aus dem Nichts (Paramparça) adlı filmi ve 2020’de Staatsoper Hannover ile Amsterdam Holland Festival’in ortak projesi Ben Frost’un The Murder of Halit Yozgat (Halit Yozgat Cinayeti) operası. Kein Schlussstrich! projesi 2012’den bugüne yapılan bu sanatsal üretimlere nasıl eklemleniyor? Konuya neler katacak, nasıl yaklaşacak? Diğer üretimlerden farklılaşacak mı, nasıl?
Almanya’da NSU kompleksiyle ilgili ilk tiyatro oyunu, 2012 yılında Berlin’de, göçmen kökenli sanatçıların kurduğu Ballhaus Naunynstrasse Tiyatrosu’nda sahnelendi. Yani NSU kompleksi ve Alman derin devletinin rolü ortaya döküldükten sadece bir yıl sonra. Bu oyun, NSU kompleksini araştıran Alman parlamentosundaki komisyonun tüm toplantılarını takip eden gazeteci ve yazar Mely Kıyak’ın notlarından oluşuyordu. Bu örneği vermemin nedeni, özellikle göçmen kökenli sanatçıların konuya başından itibaren çok farklı bir duyarlılıkla yaklaşmış olmaları. Sizin verdiğiniz örnekler arasında konuya aynı duyarlılıkla yaklaşan önemli işler var. Nuran David Çalış’ın Boşluk adlı oyunu bunlardan biri mesela. Ya da Berlin’deki İnsan Hakları Sahnesi’nin yapımı NSU Monologları. Bu tiyatro oyunları, mağdurları, göçmenlerin bilgisini, onların tecrübesini ön plana çıkardı. Ne var ki bazı oyunlar, mağdurlara ve onların yaşadıklarına, tecrübelerine odaklanmak yerine, katilleri, derin devleti başrole koydular. Yani NSU kompleksine beyaz çoğunluk Alman toplumunun penceresinden baktılar. Peki meşru olamaz mı bu? Tabii ki olur ama bu hikayeleri nasıl anlattığınıza bağlı. Projelerin 2014 yılından sonra hız kazanması kuşkusuz NSU davasının 2013’te başlamasıyla ilintili.
Bugüne kadar sanatsal anlamda verilen örneklerin çoğu, NSU cinayet ve saldırılarını sadece bir üçlünün sorumluluğuna bağlayan; derin devletin, medyanın ve çoğunluk toplumun ırkçı reflekslerini tekil hatalara indirgeyen, yok edilen dosyaları, istihbarat servislerine çalışan faşist muhbirleri istisnai olgular olarak okuyan anlayışı çoğu kez yeniden üretti. Cinayet ve saldırıların ardındaki kompleks irdelenmedi ya da özünde demokratik oyun kurallarına bağlı olduğu iddia edilen devlet aygıtında bir ‘kaza’ olarak görüldü. Yıllardır gerek federal parlamentoda gerekse eyalet mahkemelerinde kurulan araştırma komisyonlarında ortaya dökülen bilgiler, NSU davasına yansımadı. Mahkeme heyeti ve federal savcılık başından itibaren, NSU kompleksini beş sanığa indirgedi. Cinayet ve saldırıları olanaklı kılan kurumsal ırkçılık ve bunun dayandığı toplumsal yapı bilinçli bir şekilde göz ardı edildi. Alman derin devletinin, istihbarat servislerinin ve güvenlik güçlerinin ‘bekası’ tüyler ürpertici ayrıntılara rağmen hasıraltı edilmeye çalışıldı ve hala da sürüyor bu.
Proje bu bağlamda, NSU kompleksini mağdur aileler ve yakınları, sanatçılar, aktivistler ve sivil toplum örgütlerinin katılımıyla, var olan ırkçı süreklilik bağlamında ele alıyor. NSU kompleksi sadece ara bir aşamaya işaret ediyor. Almanya’da göçmenleri hedef alan cinayetler 1980’li yıllarda hız kazandı. Duvar yıkıldıktan sonra pogromlar yaşandı. Örneğin 1992’de Rostock’ta Vietnamlı işçilerin yaşadığı binayı kundaklayan güruha günlerce müdahale etmeyen güvenlik güçlerinin tavrını bugün belgesellerde izlediğiniz zaman insanın aklına Türkiye bağlamında hemen Madımak katliamı geliyor. Sierra-Leoneli göçmen Oury Jalloh’nun 2005 yılında Dessau’daki bir polisi karakolunda elleri ve ayakları bağlı olduğu halde nereden geldiği bilinmeyen bir çakmakla kendini yaktığı iddia edildi ve soruşturma dosyası bilirkişi raporlarının farklı sonuçlarına rağmen kapatıldı. En son Hanau’daki katliamdan sonra polisin yaptığı ilk iş, öldürülen insanların ailelerinin evlerini basmak oldu. Özel komandolar insanlık dışı bu operasyonlarda ırkçı reflekslerini bariz bir şekilde ortaya koydular. Bu olaylar Almanya dışında pek bilinmiyor. Son bir örnek vereyim ve bu bir şaka değil: NSU kompleksi tarafından 27 Haziran 2001 tarihinde Hamburg’ta katledilen Süleyman Taşköprü cinayetini araştıran güvenlik güçleri, olayın arka planını Neonazi yapılanmaları içinde aramak yerine, katil veya katilleri bulsun diye İran’dan bir medyum getirdi.
Halit Yozgat cinayetinden sonra ailesinin Kassel’de düzenlediği gösteriden.
Sağcı terör, kurumsal ırkçılığın zorunlu bir uzantısı ve tetikçisi. Toplumun en ücra köşelerine kadar sinmiş olan rafine ırkçılık, buzdağının görünen kısmı. Medyada ve siyasette kullanılan dil katliamlara çanak tutuyor, davetiye çıkarıyor. Halen İçişleri Bakanı olan Horst Seehofer 2011 yılında, göçmenlerin sosyal yardım almalarını engellemek için gerekirse ‘son kurşuna kadar’ mücadele edeceğini söylemişti. Bu dil, kontrolünü kaybetmiş ırkçı bir politikacının sözleri değil, genel bir anlayışın ürünü. Demokratik ve açık bir toplumu hedef alan ideoloji sadece Türkiye kökenlileri, göçmenleri ve mültecileri değil, kadınları, işsizleri, LGBTQI topluluklarını, radikal çevrecileri, kısacası kimlikleri ve sosyal konumları nedeniyle egemen sistemle kavga eden herkesi hedef alıyor.
Irkçı süreklilikten kastettiğim ise, projenin NSU Kompleksi’nin öncesi ve sonrasına da eğilmesi. Örneğin Münchner Kammerspiele Tiyatrosu, 1980 yılında Oktoberfest Şenliği’ne yönelik düzenlenen ve 13 insanın öldürüldüğü ve çoğu ağır olmak üzere 211 insanın yaralandığı faşist bombalı eylem saldırısını konu alan bir oyunla katılıyor projeye. Bu saldırı, özellikle göçmenleri değil, doğrudan açık toplumu hedefleyen bir şiddet eylemiydi. Yani oyun Almanya’daki sağcı terörün sürekliliğini tarihsel bir olaydan yola çıkarak ele alıyor.
Yine proje kapsamında Weimar Devlet Tiyatrosu ise, NSU Kompleksi’nden sonra ortaya çıkan ve son yıllarda NSU 2.0 olarak adlandırılan ve devlet aygıtı içinde yapılanmış Neonazi yapılanmalarını gündeme getiriyor. 2017 yılında Alman ordusunda subay olan Franco A., sahte bir Suriyeli göçmen kimliği edinerek terör eylemleri planlamıştı. Alman ordusu içinde, ama diğer güvenlik birimlerinin hatta yargıçların da bulunduğu ve ‘Hannibal’ grubu olarak tanınan bu terör ağı, aynı isim altındaki bir oyunla sahneye taşınacak.
Heilbronn Tiyatrosu ise, NSU Kompleksi’nin en muammalı cinayetine odaklanıyor. 2007 yılında Heilbronn’da polis memuresi Michele Kiesewetter öldürülmüştü. Kiesewetter’in mesai planını yapan amirler arasında, Nazi örgütleriyle ilişkili oldukları önceden bilinen ama buna rağmen görevden alınmayan polis memurları vardı. Bu olay da hasır altı edildi. Kısacası, NSU Kompleksi bağlamında 1998 ila 2007 yılları arasında işlenen cinayetler, bombalı eylemler ve banka soygunları sadece bir ara aşamaya işaret ediyor. Ne var ki bu ara aşama, derin devletin sağ terörle olan bağlarını artık yadsınamayacak bir şekilde gözler önüne serdi. Tiyatro oyunları dışında gerçekleştirilecek panellerden birinin konusu mesela, NSU 2.0 bağlamında Hessen Eyaleti’ndeki korkunç skandal. NSU davasının müdahil avukatlarından Seda Başay-Yıldız ve Sol Parti yöneticilerinden Janine Wissert ölüm tehditleri almış ve telefon numaraları ve eposta adresleri gibi kişisel bilgilerinin Hessen Eyaleti’ndeki polis bilgisayarlarından meçhul şahıslara servis edildiği ortaya çıkmıştı.
Bu proje için Chemnitz, Dortmund, Eisenach, Hamburg, Heilbronn, Jena, Kassel, Köln, München, Nürnberg, Rostock, Rudolstadt, Weimar ve Zwickau şehirlerinden çoğu tiyatro olmak üzere 14 sanat kurumu bir araya geldi. Bu kadar geniş bir katılım nasıl gerçekleşti?
Proje fikri Jena Belediyesi Kültür Dairesi tarafından geliştirildi. Jena kenti ve Thüringen Eyaleti, istihbarat servislerinin yıllar boyunca yüzbinlerce euro ile finanse ettiği faşist muhbirlerin ve Neonazi yapılanmalarının ve NSU Kompleksi’nin ortaya çıktığı bir coğrafya. Kültür Dairesi bu gerçeklikten yola çıkarak, ilk etapta cinayet ve saldırıların gerçekleştirildiği kentlerdeki tiyatrolarla ilişkiye geçti. Hemen ardından Almanya çapında faaliyet gösteren kurban ailelerinin ve diğer ırkçılık mağdurlarının girişimleri, aktivistler ve sivil toplum örgütleri sürece katıldılar. Projenin basına tanıtıldığı toplantıdan sonra Almanya’nın diğer kentlerindeki bazı tiyatro ve kurumlar da projeye katılmak için başvurdular. Bunlar arasında kesinleşen ve ayrıntılarını planladığımız kent şu an Berlin. Maxim Gorki Tiyatrosu Açık Dava sergisini başkente getiriyor. Bunun dışında altı haftaya yayılan bir program hazırlıyoruz şu anda. Diğer yandan Kiel ve Freiburg gibi kentler de ilgi gösterdi, sayının artacağını umuyorum.
Marc Sinan’ın MANIFEST(O) için taslağı
Başlık dışında, 14 ayrı şehirde gerçekleşecek projeleri birleştiren öğeler neler?
Proje beş ayak üzerine kurulu. İlkinde tüm tiyatrolar NSU kompleksini ve bunun ötesini işleyen geniş bir konu yelpazesi kapsamında prömiyerler ya da repertuvarlarındaki oyunları sergileyecekler. İkinci ayağı oluşturan ve küratörlüğünü Ayşe Güleç ve Fritz Laszlo Weber’in yaptığı Açık Dava adlı sergi bu kentleri dolaşacak. Üçüncü ayakta, Marc Sinan’ın geliştirdiği MANIFEST(O) adlı oratoryum yer alıyor ki bu da farklı kentleri dolaşacak. Dördüncü ayakta, tüm kentleri kapsayan bir yan etkinlik programı yer alıyor. Mağdur aileler, aktivistler ve sivil toplum örgütlerinin katılımlarıyla paneller, açık oturumlar gerçekleştirilip, tiyatro, edebiyat, sinema, müzik, performans sanatları gibi farklı dallardan işler gösterilecek. Son ayakta ise kentlerdeki okulları, eğitim kurumlarını ve sivil toplum örgütlerini hedef alan pedagojik bir program söz konusu.
Tiyatro kurumlarının üretecekleri tekil projeler arasında bağlantılar, işbirlikleri düşünülüyor mu? Yoksa her kurum genel çerçeveye uygun ama bağımsız bir yapım mı sahneleyecek?
Söz konusu iki proje dışında küratör ekibi olarak hedefimiz, tüm tiyatrolar ve kurumlar için ortak bir havuz yaratarak işbirlikleri oluşturmak. Katılımcılarla yoğun bir ilişki içindeyiz ve hazırladığımız bu havuz kapsamında ortak etkinlikler gerçekleştirmek istiyoruz. Kentleri dolaşacak paneller, açık oturumlar, filmler, edebiyat akşamları, performatif işler bunun bir parçası. Tabii diğer yandan her kent ve tiyatronun özgün koşulları var. Burada ortak bir çizgi gerçekleştirmek istiyoruz. Örneğin bu yıl Türkiye ile Almanya arasında imzalanan işgöçü anlaşmasının 60. yıldönümü. Bu konu Doğu Almanya’da pek bilinmiyor. Diğer yandan, Doğu Almanya’daki Vietnamlı, Mozambikli işçilerin hikayeleri Batı Almanya’da pek bilinmiyor. Almanya’daki Roman toplulukları ve maruz kaldıkları ırkçılık ise mesela ne doğuda ne de batıda gündemde. Buradan yola çıkarak hangi etkinlikler hangi kente ve coğrafya için önemli olur sorusundan yola çıkarak bir program hazırlıyoruz.
Tekil üretimlerin projeye dahil olan kentler/kurumlar arasında dolaşması/turne yapması planlanıyor mu?
Hazırladığımız ortak havuz tamamen bu hedefe odaklanıyor. Tabii diğer yandan tiyatroların tekil projeleri de turneye çıkabilir. Bu daha çok tiyatrolar arasındaki iletişime bağlı. Ama herkesin herkesten haberi var. Küratör ekibi olarak hepsinin altından kalkıp planlamamız mümkün değil. Ortak toplantılarımız 40 ila 50 kişi ve kurumun katılımıyla gerçekleşiyor. Lojistik anlamda da Almanya’da bu proje bir ilk.
2021’in sonbaharına tarihlendiği için bu projenin fiziksel ortamlarda, eyleyenler ile seyredenlerin yüz yüze olarak karşı karşıya gelecekleri şekilde gerçekleşeceği öngörülüyor olmalı. Ancak pandemi ile birlikte gösteri sanatları alanında çevrimiçi yayınların ve dijital üretimlerin arttığı ve çeşitlendiği, internet ortamının olanaklarının araştırıldığı ve denendiği bir dönemin içinden geçmekteyiz. Ve bu sayede sanatsal üretimler normal şartlar altında ulaşmaları imkansız seyircilerin odalarına kadar girebiliyor. Bu anlamda bu projenin de fiziksel gösterimlerinin yanısıra çevrimiçi versiyonları, ya da bu proje kapsamında direkt çevrimiçi için tasarlanacak üretimler olacak mı?
Salgın yüzünden bir B planı olmadan alışverişe bile gidemediğimiz bu ortamda alternatifler üretiyoruz kuşkusuz. Ancak bu proje insanların fiziksel olarak bir araya gelmelerini öngörüyor kanımca. Fiziksel anlamda mesafeli de olsa yan yana durmamız, dayanışma duygusunu hissetmemiz, insanlarla karşılıklı konuşabilmemiz, tartışmamız gerekiyor. Diğer yandan projenin merkezci olmayan yapısı nedeniyle başından itibaren zaten farklı formatlar düşünmüştük. Örneğin açılış ve kapanış, bütün Almanya’da çevrimiçi gerçekleştirilecek. Kentten kente bağlanıp, herkesin internetten izleyebileceği ortak bir program planlıyoruz.
2017’de Köln’de yapilan NSU Tribunali’nden
Hanau’daki vahim saldırının birinci yıldönümü 19 Şubat 2021’de Almanya’daki neredeyse bütün tiyatro kurumları #saytheirnames başlığı altında anma paylaşımları yaptılar. Bu duyarlılıkta Kein Schlussstrich! projesinin etkisi var mı?
Bu duyarlılıkta projenin kuşkusuz etkisi var. #saytheirnames kampanyası aslında 2017 NSU Tribunali’ni gerçekleştiren aktivistlerin prensipte izlediği bir çizginin devamı. Tribunal başından itibaren kurbanları ve mağdurları görünür kılmayı hedef aldı. İsimler, yaşam hikayeleri, aileler ve yakınları antifaşist ve ırkçılık karşıtı mücadelenin merkezinde yer aldı. Bu solda var olan klasik dayanışma anlayışının ötesinde bir şeydi. Bunun asıl nedeni, 2013’te Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi’nde görülmeye başlanan NSU davasıyla ilgili yapılan tüm haberlerde 2011’de intihar eden iki katilin ve davada yargılanan beş sanığın isimlerinin ve hayat hikayelerinin ön planda olması, kurban ve mağdurların perspektiflerinin pek bir rol oynamaması idi. Son yıllarda Almanya’da gerçekleştirilen ırkçı saldırı ve cinayetlerin kurbanları bu anlamda, hayat hikayeleri, ailelerinin ve yakınlarının bilgi ve tecrübeleriyle birlikte ön plana çıktı. ABD’de polis tarafından öldürülen Georg Floyd cinayetinden sonra Almanya’da bugüne kadar siyaset sahnesinde görünmeyen genç bir kuşak yığınsal tepki gösterdi. #saytheirnames kampanyası ki aslında ABD’den geliyor, hem medyanın haber yapma anlayışını hem de sanatçılar ve kültür ve sanat kurumlarının bakış açısını kısmen değiştirdi. Tiyatro kurumlarının kampanyada yer alması da buradan kaynaklanıyor.
Hanau katliamının anısına grafiti (Kaynak: picture alliance/AP/Michael Probst)
Bu vesileyle ben de #saytheirnames kampanyasına katılıp, geçen yıl Hanau’daki saldırıda ve son 20 yıl içerisinde NSU cinayetlerinde hayatını kaybedenleri anmak istiyorum: Nürnberg’de Enver Şimşek (2000), Abdurrahim Özüdoğru (2001) ve İsmail Yaşar (2005), Münih’te Habil Kılıç (2001) ve Theodoros Boulgarides (2005), Hamburg’da Süleyman Taşköprü (2001), Rostock’ta Mehmet Turgut (2004), Dortmund’da Mehmet Kubaşik (2006), Kassel’de Halit Yozgat (2006), Heilbronn’da Michèle Kiesewetter (2007) ve Hanau’da (2020) Gökhan Gültekin, Sedat Gürbüz, Said Nesar Hashemi, Mercedes Kierpacz, Hamza Kurtoviç, Vili Viorel Pau, Fatih Saraçoğlu, Ferhat Ünvar ve Kaloyan Velkov.
Söyleşimizi dramaturg, oyuncu ve editör Ayşe Draz ile unlimited’de dünyadan ve Türkiye’den gösteri sanatları alanında üretim yapan sanatçılarla gerçekleştirdiğimiz “On Soruluk Sohbetler” dizisinde sorduğumuz bir soru ile bitirmek istiyorum: “Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?”
Kuşkusuz sanatın dönüştürücü bir gücü var. Ama hangi yöne doğru? Sadece sanat değil, her eylemimiz birşeyleri dönüştürüyor. Birşeyleri ileriye ya da geriye taşıyor ya da yerinde saydırıyor. Sanata kendinden menkul, genelgeçer ilerici bir etiket yapıştırmak çok zor. Her sanat eseri yaratıldığı tarihsel ortamın ve toplumsal koşulların verilerine göre şekilleniyor ve algılanıyor. Ve bu ortam ve koşullar onun dönüştürücü gücünü belirliyor bence. İleriye ya da geriye doğru ya da yerinde saydırarak. Çoğu kez yaratılan anın cenderesi içinde okuyoruz bu dönüştürücü potansiyeli. Bu doğru ve gerekli bir ölçüt. Ama diğer yandan ‘kalıcılık’ dediğimizde farklı bir okumayla yüzyüze gelebiliyoruz. Anında ya da yüz sene sonra. Belki beylik bir laf olacak ama, benim şahsen inandığım dönüştürücü potansiyeli, varolan sistemle organik ilişki belirliyor. Sistemden kastettiğim, en geniş anlamıyla ‘piyasa’ ve ‘ideoloji’. Bu ‘ikiliyi’ bir kontekst, bir çerçeve olarak görüyorum, eseri ve yaratıcısını şekillendiren ve dönüştüren. Kim ve ne, kimi ve neyi nasıl ve neden gösteriyor ve nasıl algılanıyor bu? Bu bağlamdan koparılmış ve soyutlandırılmış bir estetiği ise en son dert olarak görüyorum.