Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu
EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA
11 Eylül 2020
Hocam merhaba,
Son mektubumun üzerinden iki bayram geçmiş. Bu kadar zaman boyunca size yazamadığım için gerçekten çok üzgünüm. Aslında yazmadım değil, denedim. Her mektubum yarım kaldı. İçimi düğümleyen, anlamaya çalıştığım şeyler var ve size ne zaman yazsam tiyatro hakkında konuşmayı gölgeliyorlar. Adı tiyatro mektuplaşmaları olan bir köşede tiyatroyu en köşeye saklasak ne olur? Neyden konuşunca tiyatroya dahil? Ne değil? Eğer size rüyalarımdan bahsetsem, beni etkileyen kadınlardan ve bütün bunların içimde niye demlenip durduğundan…
Size yazsaydım nelerden bahsederdim? Gördüğüm rüyalardan, beni çok etkileyen bir ölümden ve bir düğünden en çok da. Öyleyse başlıyorum.
***
Size iki kadının, iki kız kardeşin hikâyesini anlatmak istiyorum. Mahalleli onları adlarıyla değil sokaklarda yalnız başlarına yürümeleriyle ve hep gülen suratlarıyla hatırlardı. Yaz kış hep aynı dikim bir bluz ve basma etekle, çantasız dolaşırlardı. Ummadığınız bir sokakta onlara rastlamak mümkündü. Sanki seyyardılar. Yüzlerinde hep tuhaf bulduğum, donmuş kalmış bir gülüş olurdu. İkiz gibi dururlardı ve çok tuhaf sorular sorarlardı. Üniversiteye gittiğimi öğrendiklerinde sordukları ilk soru güzel çocuklar var mı? Sevgilin var mı? Hiç biriyle öpüştün mü? “Babaannem evde yok, ben yardımcı olayım” dediğimde “teyze, cuma günü gelin ben size evlenecek birini bulacağım, buldu mu acaba onu soracaktık” diye kapı ağzında başlayan bu tuhaf sohbet bir anda mahallenin dışına çıkan genç bir kız olarak benim “özel hayatıma” sıçrardı. Ben de o zamanlar solcu babanın solcu kızı, aşk’tan ve erkeklerden bahsetmeyi hiç işten saymıyordum. (Şimdi çok pişmanım.) Üstelik benim gerçekten bir sevgilim yoktu ve merak ettikleri duygularda onlardan daha deneyimsizdim. Bu kızlar o kadar garip gelirdi ki bana, babaannem bir keresinde sırf gönülleri olsun diye bekâr olan en küçük oğlunu öne sürmüştü ve amcamın bundan haberi bile yoktu. Çünkü bir kez işgüzarlık yapmıştı babaannem, “ben sizi evlendireceğim” demişti ve kimseyi bulamıyordu. Kızlar her gün evimize gelip umut etmekten vazgeçmiyordu ve babaannem kurtulmak istiyordu. Olaydan hiç haberi olmayan amcamla tanışmaya ikisi birden gelmişti. Hangimizi beğenirse onunla evlenir diye düşündük demişlerdi. Kardeşlikleri çok sağlamdı. Her şeyi paylaşabiliyorlardı. Hiç kavga ettiklerini görmedim, ne de sokakta birbirlerinden ayrı yürüdüklerini. Yıllar sonra bu pandemi döneminde yine olmadık sokaklarda içlerinden birinin gelişigüzel aynı donuk gülüşüyle ve yıllar var eskimemiş çiçekli basma eteğiyle yürüdüğünü gördüm. Komşulara sordum. “Ya hani böyle böyle iki kız kardeş vardı, adları neydi diye. Herkes hatırladı ama kimse adlarını hatırlayamadı. Nedendir bunca yıldan sonra o kızlarla bir araya gelmek istedim. Adlarını öğrendik. Ama bunu öğrendiğim gün ben bahçemizde yasemin sarmaşığı dikiyordum. 28 Haziran günü ve mahalle camiisinden sela okunuyordu. Eylem dedi komşum, “o sorduğun kızlar var ya, adları Kader ve Döndü’ydü. Kader bugün kanserden öldü. Bu okunan onun selası. Hiç evlenmemişler, 48 yaşındaymış.” Doktor, “eğer evlenseydi göğsündeki kitle kendiliğinden yok olur giderdi” demiş. Ben o sarmaşığı toprağa dikerken o da aynı zamanlarda toprağa veriliyormuş meğer. Sarmaşık, aşk demekmiş hocam. Işıkla aynı kökten geliyormuş. İnşallah kavuştuğu toprakta aşkla ve ışıkla huzur bulur. O gece rüyamda ben bir sarmaşığa dönüştüm hocam. Sabah uyandığımda kendimi yatakta, dalları uzayan ve her bir ucundan yıldız yıldız yasemin çiçeği tomurcukları açacak bir sarmaşık olarak buldum. Ellerim yoktu, gövdem yoktu, yüzüm yoktu. Ağacını arayan bir sarmaşıktım ve kendi kendimi sarmıştım sanki. O sarmaşık Kader miydi? Onu o donuk gülüşüyle değil, bu dünyada da o dünyada da bir sarmaşık olarak hayal ediyorum. Döndü hâlâ burada, ağacını arıyor!
Bunu niye hatırladım. Şimdi yan evin dış cephesinde tadilat yapan işçiler duvara bitişik sarmaşığa taşlar düşürdüler. Aklım çıktı. Ne olur dedim bu sarmaşık yadigar. Ona bir şey olmasın.
***
Biliyorsunuz kardeşim evlendi. Yurt dışında pandemi koşullarında basit bir nikahla. Biz burada onlar için bir şey yapmak istedik. Aynı şehirde değilsek de aynı göğün altında buluşuyoruz dedik ve minik bir uçurtma festivali düzenledik. Komşumuz sakladığı gelinlik duvağını üzerinde kardeşimin adı yazan uçurtmanın kuyruğuna bağladı ve hepimiz ipini iki bin metre göğe saldığımız o uçurtmanın duvağıyla süzülüşünü izledik. “İki güzellik özlemi” dedik salınan o uçurtmalar için. Sonra horon açıp oynadık. Hep birlikte sofra kurduk. El birliğiyle yaptığımız kek, pasta ve çörekleri yedik. Gelin ve damatsız bir sokak düğünü gibi. Herkes birbirini kutluyor. Sanki herkes düğünün asıl kahramanı. Uçurtma uçurmaya gelen herkes için hediye diye minicik saksılara minicik begonyalar ekip süsledik. Çok ama çok güzel bir gündü. Kardeşim ve eşi İstanbul’a döndüklerinde o etkinliği yineledik. O kadar rüzgar vardı ki, iki bin metrelik ip bir anda geri püskürdü ve birbirine dolandı. Orada o gün olan herkes, bir ucundan tuttuk ve dolaşık ipi açmaya çalıştık. Tam iki saat sürdü. Biz bazen ince, oval bir kağıda notlar yazıyor ve uçurtmanın ipine takıyoruz. Rüzgar onu en tepeye sürüklüyor. Evrene mesaj vermenin başka bir yolu. Bir başka güzellik ihtimali diyoruz. O gün “herkes için aşk” dilemiştik. Çıktı en tepeye ama inerken bir ağaca takıldı uçurtma ve bir daha göremedik. Aşk, ağacını buldu ve sarıldı dedik.
***
Size yazdığım son mektuptan müzisyen arkadaşım Banu’nun (Kanıbelli) şarkı sözü çıkarması ve bana bir gün bir şarkıyla gelmesi beni öyle etkiledi ki. Sanki göğüs kafesimde yıllardır hiç gün yüzü görmemiş ak güvercinler yaşıyormuş. Bir gün bir el geldi, o paslı kafesi açtı ve içimin kuşlarının başını okşadı gibi hissettim. İçim kaç tane kuşun kanat çırpış sesiyle yankılanıyor bir bilseniz. Şarkının adı Hayat Eve Sığar mı? Banu’yla “Şarkılara Mektuplar” adlı bir oluşum kurduk. (letterstosongs.com) İnsanlar mektuplar gönderiyorlar. Biz de mektupları projeye gönül veren müzisyenlere ulaştırıyoruz. Şimdi yeni bir şarkı daha çıkıyor.
Hayat Eve Sığar mı şarkısı ve Şarkılara Mektuplar inisiyatifinin tanıtım görseli.
Tasarım: Alemşah Fırat
***
Aslında iki aydır tarifi zor bir mutsuzluk birikiyor içimde. Geçtiğimiz hafta en kötü olduğum dönemdi. Şu aralar biraz dindi. Geceleri ansızın uyanıyordum. Sanki içimde hiç uyumayan mutsuz, kara bir varlık var. Karnımın civarında dolanıyor. Öyle katı ki. Bazen acı bir su gibi dilime geliyor. O zaman uyanıyorum. Karanlık bir gece, sessizliğe kesmiş sokaklar. Bir yıldız var yatağımın ucundan baktığım pencereden hep onu görüyorum. O biraz rahatlatıyor. Bu kara duygu gelip beni ele geçirdiğinde onu sakinleştirmeye çalışıyorum. Gel diyorum, sana şiir okuyayım, gel bak sana bir türkü söyleyim, senle bir şeyler yazalım. Bak diyorum renk renk ebrular yapardım ben eskiden. Üstünde laleler, sümbüller, papatyalalar olurdu, gel onlara bakalım için açılsın. Biraz işe yarıyor ama biraz.
***
Benden haberler böyle hocam. Siz nasılsınız? Çok güzel bir kitap okudum bu arada. Roberto Bolano, Tılsım. Şair bir kadının dilinden Meksika’daki darbeyi, 68’de üniversite basılınca öldürülen gençlerin hikâyesini anlatıyor. Okurken kendi ülkemizin tarihine uzandım.
Leyla’yı merak ediyordunuz, kedimizi. Evi terk etti. İki aydır çatıda yaşıyor. Kararına saygı duymaktan başka yapacak bir şey yok.
Umarım bu mektubun tonu sizi üzmez. Dağınıklığımı da elimi emanet ettiğim o sarmaşığa verin.
Tiyatrodan pek konuşamadım. Bir sonraki mektupta telafi edeceğim. Söz!
Çok sevgiler,
Hasretle,
Eylem
ZEHRA İPŞİROĞLU’NDAN EYLEM EJDER’E
Bodensee 22.9.2020
Sevgili Eylem
Uzun süredir mektuplaşmamışız gerçekten. Korona rüzgarı bizi uzaklara savurdu galiba. Oysa yaşam tiyatrolu da /tiyatrosuz da olsa akıp gidiyor.
Sen kesinti dramaturjisi üzerinde duruyorsun ya, yaşam da gerçekten sıra dışı bir kesintiye uğradı. Bu kesinti de kimimize iyi geliyor, kimimizi de iyice dara sokuyor. Bazen de karşıt duyguları aynı anda yaşıyoruz. Ama bence yaratıcılığın gücü kriz anlarında belli oluyor. İçinde bulunduğumuz durumu en iyi biçimde kullanabilme ve her şeye rağmen yaşamın tadını çıkartma becerisi de diyebiliriz buna.
Biliyorsun biz bu yıl Koronadan dolayı Almanya sınırlarının dışına çıkamadık. Oysa İstanbul gözümde tütüyor. Sana geçen mektubumda sözünü ettiğim diji tiyatrosu projemize gelince, adını Anlatılamayan Öyküler olarak değiştirdim. Çünkü bunlar milyonlarca kadının yaşadığı sıradan öyküler, unutulan, anlatılmayan öyküler. Bu nedenle de onları görünür kılmak istedim. Üç aydır süren zoom provaları sonucu öyle bir aşamaya geldi ki, film çekimleri başladı. İki üç hafta için de de yeni tamamlandı. Çekimlerin çoğu Cihangir’deki evimde yapıldı. Ama ben çekimlerde bulunamadığım için çok üzüldüm. Ters giden bazı şeyler de olmadı değil. Orada olsaydım engelleyebilirdim belki de bilemiyorum. Ama yapacak bir şey yok, duruma ve koşullara göre hareket etmek ve seçeneklerin içinden en iyisinde odaklaşmak zorundayız. Yaratıcılık dediğim de bu işte. Müzisyen arkadaşın Banu Kanıbelli senin bana yazdığın mektuptan yola çıkarak beste yapabiliyorsa (Hayat Eve Sığar mı?), bu da karanlıkta parlayan bir ışık gibi. Müziği çok sevdim, kendisine söylersen sevinirim.
***
Eylemcim şu an Güney Almanya’da Bodensee’de harika bir yerdeyiz. Evimizin tepeden bakan güneşli terasından bir yandan sana mektup yazıyor bir yandan da gölün ışıltılarını seyrediyorum. Üç hafta kalacağız burada hem çalışma hem de bol yürüyüşlü bisikletli geziler… Bu yıl denizden uzak kalmanın acısını başka bir biçimde çıkarmaya çalışıyoruz.
Bodensee, Tübingen. Eylül 2020
Burada gelirken Tübingen’de kaldık bir gece. 1960 darbesiyle babam 147li olunca üniversiteden kovulmuştu. Tübingen Üniversitesi onu konuk profesör olarak çağırınca apar topar bu küçük ve sevimli üniversite kentine sığındık. Düşünebiliyor musun annem çalışmadığı için beş paramız bile yoktu. Biriktirdiğimiz bir şey de yoktu. Evde her gün nasıl yaşayacağımız tartışılıyordu. Bugün de birçok kimse farklı nedenlerle aynı kaygıları yaşamıyor mu? Neyse Tübingen kurtuluşumuz oldu. Çocukluğumun en önemli yılları orada geçti. Mavi Eşek adlı anı romanımda o dönemi anlatıyorum ayrıntılarıyla.
Sonra kaç kere gittim Tübingen’e ve her seferinde bir şehir nasıl bu kadar güzelleşebilir diye hayran kaldım. İstanbul’un tam tersi bir gelişim diyebilirim. Ama bu kez kelimenin tam anlamıyla büyülendim bu şehirden. Her yer renk renk çiçekler içinde, genç, yaşlı, çocuk, bebek her yerde güler yüzlü insanlar, en tuhafı da Koronanın ruhunun bile burada olmaması. İnsanlar keyifle portakallı aperollarını yudumlayıp yemek yiyip sohbet ediyorlar, gülüşüp birbirlerine sarılıyorlar, bebekler ve çocuklar şurada burada koşturuyorlar. Her yer cıvıl, cıvıl, neşeli sesler, kahkahalar. Olumlu enerji bütün kenti büyülemiş gibi. Daha birkaç ay önce Kuzey Almanya’daydık, aynı ülkede insanlar birbirlerinden bu kadar farklı olabilir mi? Orada sessizlik vardı, donukluk, mesafe, saygı, disiplin… Burada ise yaşam kaynıyor sanki. Almanlar yaşamın tadını çıkarmayı pek bilmezler güney ülkelerindeki insanlar gibi. İnanır mısın öyle sanardım hep. Ne kadar yanılmışım. Güney Almanya çok değişmiş, neredeyse İtalya’ya dönüşmüş. Belki de insanlar aylarca eve kapanmanın acısını çıkartıyorlardır kimbilir. Bir şeyler elden gittiği anda değerini büsbütün anlıyoruz.
Tübingen’de kendi ülkeme gelmiş gibi oldum. Yok yok sakın kaygılanma, Koronayı unutmadım tabii (nasıl unutabilirim ki?) ama olumlu enerji beni de ele geçirdi, hem de nasıl. Çocuk gibi hiç nedensiz gülmek geliyordu içimden. Sanki bir sihirbaz gelmiş de sihirli değneği ile bütün binalara, sokaklara ve insanlara dokunmuş gibi… Her yerde yaşam sevinci ve mutluluk. Bütün şehirler böyle gelişebilse nasıl da değişirdi yaşamımız. Gerilim, korku, kaygı, öfke hiçbir şey kalmazdı.
Senin nostaljik bir yanın var ya Eylemcim, bunun üstünde geçen mektuplarımızda da çok söz etmiştik hatırlayacaksın. Bence nostalji şu an ki yaşamımızdan memnun değilsek yükseliveriyor, ah geçmişte ne güzeldi duygusu işte o zaman bizi çok çabuk ele geçiriyor. Ama şu an yaşadıklarımız hiç bitmese diyebileceğimiz kadar çok ama çok güzelse ve doya doya yaşıyorsak, nostaljiye şu kadarcık geçit kalmıyor inan ki. Tübingen’de geçmişle bugünün buluştuğu noktada bunları yaşarken yaşadığım anın değerini bir kez daha öylesine yoğun hissettim ki.
***
Mimesiste tiyatro köşemiz olduğu için ille de tiyatrodan söz etmemiz gerekiyor gibi bir duyguya neden kapılıyorsun ki? Yaşam bana göre tiyatronun zaten ta kendisi değil mi? Daha doğrusu tiyatro ve yaşam, yaşam ve tiyatro bütünleşiyorlar. Bu yaşamımızın kesintiye uğradığı şu dönemde de pek farklı değil bence. Sanırım çok kimse de bunu böyle hissediyordur bugünlerde. Onun için kendini fazla zorlamayarak içinden geldiği gibi yazmak güzel bence.
İki kız kardeşten söz ediyorsun ya mektubunda, bence onlar hem yaşamın hem de tiyatronun (üstelik de absürt tiyatronun) ta kendisi. Kadınlar tuhaf halleriyle iyice gözümün önünde canlandı. Gerçek ve fantezi karışımı hayaletler gibi. Çok groteskler, kadınlığın kıstırıldığı ataerkil bir dünyanın kara mizaha dönüşen ürünleri gibi… Sarmaşık rüyan ise tam anlamıyla gerçeküstü, gözümün önünde bir film ya da tiyatro sahnesi gibi hepsi canlanıverdi. Bu hem duygularının hem de anlatımının gücünden kaynaklanıyor olmalı.
Ama ben sarmaşığa kendi geçmişimi de düşünerek senin yüklediğinden daha farklı bir anlam da yükledim. Sarmaşık sadece aşk değil, aynı zamanda üretkenlik, verimlilik ve yaratıcılık demek. Hoş üretkenlik ve yaratıcılığın da temelinde aşk yok mu? Bir şeye (bu bir insan olabileceği gibi sevdiğin bir şey de olabilir, şiir yazma sözgelimi ya da tiyatro) tüm kalbinle bağlandığın anda o büyümeye, üremeye ve çoğalmaya başlıyor. Sen de daha çok şey üreteceksin yaşamında. Yeşerteceksin çevreni, eminim bundan.
Gençken param hiç olmadığı bir dönemde anneme doğum gününde onun o muhteşem deniz manzaralı terası için çelimsiz, cılız bir gül sarmaşığı hediye etmiştim biraz çekinerek, bu içi geçmiş sarmaşık öylesine zavallı görünüyordu ki… Zaman içinde (belki kırk yıl geçmiştir) giderek dallandı budandı, güller renk renk açıp bütün terası kapladılar. Annem bu sarmaşığı benim verimliliğimi anlatan bir metafor olarak gördüğü için gözü gibi koruyor ve çok seviyordu.
Şimdi ben de senin rüyandaki sarmaşığın sen olduğunu düşünüyorum. Pırıl pırıl bir yaşam var önünde ve daha çok verimli ve güzel şeyler yapacaksın, o zaman sarmaşık rüyanı ve benim yorumumu da hatırlarsın belki.
Gelelim senin anlattığın kız kardeşlere. Onlar da beni geçmişe götürdü. Benim çok gençken iki kız kardeş arkadaşım vardı. Biri sanatçıydı, öteki ise öğretmen. Onları severdim çünkü espri anlayışları yoğundu, hem de komiktiler. Ama beni en şaşırttıkları şey kadınlıklarını hiç yaşamak istememeleri ya da soyut bir erdemlilik adına yaşamayı reddetmeleriydi. Anne ve babalarına her şeyden çok bağlıydılar. Ve kendi çekirdek ailelerinin dışında başka bir yaşamı hayal bile edemiyorlardı. Ellerinin hiçbir erkek eline değmemesiyle çok övünürlerdi, dahası diyebilirim ki bakirelik onlar için savunulması gereken en yüksek değerdi. Benim gençliğimde bile inanılmaz demodeydi görüşleri. Onlar konuşurlarken hipnotizma olmuş gibi dinlerdim onları. Onları anlamaya çalışmak isterdim ama başaramazdım. İkisi de benim için çok gizemliydi. Ama bu gizemin içinde benim de daha keşfedemediğim bir şey vardı, o da cinsellik. Cinsellik şeytanın iğrenç bir icadı olarak kötü ve yasak bir şeydi onlara göre, oysa ne dindardılar ne de tutucu.
Senin anlattığın kız kardeşler, bana onları hatırlattı ama seninkiler en azından farklı bir yaşamın özlemi ve arayışı içindeydiler, öyleyse bunu neden başaramıyorlar onu bilemiyorum. Benim anlattığım kardeşler ise tam tersine kat kat duvarlar örmüşler, kendilerini de duvarların içine sımsıkı hapsetmişlerdi. Neden acaba, bu soruyu sonraki yaşamımızda da çok sordum kendime. Kuşlar bile zamanı gelince yuvadan uçup gidiyor. Onları kilitleyen kimdi ya da neydi? Babaları sıradan bir memurdu, anneleri ise güler yüzlü bir ev hanımı, hiçbir özelliği, hiçbir sıra dışılığı yoktu bu ailenin… Öyleyse kilit nokta neredeydi? Dış dünyadan neden bu kadar korkuyorlardı? Acaba o dönemin darbelerle çalkalanan yaşamı mıydı onları irkilten?
Hayat Eve Sığar mı?ydı ya senin şarkının adı… Hayatın içindeysen ev seni sımsıcak kucaklayan bir mekandır, hayat eve sığmaz ama seninle evi paylaşır, korunaklı, sımsıcak bir mekan oluşturur. Evde mutluluğu bulursun. Ama hayattan sürekli kaçıyorsan, o zaman ev de zaman içinde yaşamayan, bir mekana dönüşür, ölüler evine… Ne yaparsan yap değiştiremezsin bunu. Çünkü içerisi ve dışarısı birbirinden ayrılamaz bir bütünü oluştururlar. Belki de Banu farklı biçimlerde yaşanan hayatlar ve mekanlarla ilgili bir dizi beste yapmak isterdi. Ne güzel bir proje olurdu bu öyle değil mi?
Sevgili Adalet Ağaoğlu’nun çok sevdiğim uyumsuz bir oyunu vardır Kozalar, biliyor musun? Oyunda kendilerini dışarının tehlikelerine karşın eve kapatmış üç kadının öyküsü anlatılır. Kadınlar benim kız kardeşlerim gibi hayattan kaçarak kendilerini tutsaklaştırırlar. Oyunda kendi evlerine kapanmış korkular içinde yaşayan üç kadının durumu evin dışındaki yaşamın karmaşasıyla tuhaf bir karşıtlık oluşturur. Dışarda silah sesleri duyulur, bombalar patlarken kadınlar dışarıdan gelebilecek tehlikeye karşı kendilerini nasıl savunacaklarını düşünürler. İçerde de güvencede değildirler çünkü. Kaçış hiçbir yere varamamanın göstergesidir belki de… Ya da daha somut bir deyişle yaşamdan kaçışın sonu ölümdür.
Gelelim kız kardeşlere. Yirmili yaşlarımızın sonunda hayat bizleri başka yerlere savurdu. Onları bir daha görmedim. Kırk yıl sonra öykülerinin sonunu dinlediğimde kapkaranlık bir kabusun içine düşer gibi oldum. Çünkü duyduklarım gerçekten tüyler ürperticiydi.
Yıllar içinde babaları ve anneleri ölünce iki kız kardeş büsbütün birbirlerine kenetlenmişlerdi. Sonra bir gün sanatçı olan küçük kardeş bir kaza sonucu yaşamını noktalayarak bitkisel yaşama girmişti. Yaşama umudu artık hiç yoktu. Bu durumda kardeşinden ayrılmayı göze alamayan abla varını yoğunu onu zorla yaşatmaya adamıştı. Evin bir odasını ona ayırmıştı ve sabah akşam ona bakıyordu. Yıllarca süren bu içler acısı durum uzun süreli bir elektrik kesintisiyle aniden sonra erdi.
Bir insanı zorla yaşatmak ne korkunç bir şey. Bazen düşünüyorum da yaşam ölümden de korkunç olabiliyor. Ve biz de bu saçmasapan oyunun kuklalarına dönüşüyoruz. Neyse bu da tiyatroya konu olabilecek ayrı bir konu. Ama bir insanın zorla yaşatılmasına çok karşıyım, en azından bu kadarını söyleyeyim.
Annesini, babasını da yitirmiş olan ve bütün yaşamını kız kardeşinin bitkisel yaşamına adayan arkadaşımı düşünüyorum. Acaba kardeşinin başında beklediği sürede ne hissediyor, neler yaşıyordu? Yaşamından memnun muydu? Ya şimdi nasıldır? Onu aramak , teselli edecek birkaç söz söylemek istedim ama başaramadım Eylemcim. Yaşama bakışıyla, duruşuyla sanki koca bir uçurum var aramızda, onu düşündüğümde çok yoğun olduğuna inandığım empati yeteneğim neredeyse sıfıra iniyor. Bu aileyi, kız kardeşleri ve tek başına kalan arkadaşımı düşündüğümde sadece uçsuz bucaksız derinlikte karanlık bir kuyuya bakar gibi oluyor ve ürperiyorum. Gizemini hiçbir zaman çözemeyeceğim dehşet verici bir öykü… Ataerkil toplum, kadınların kıstırılması, daha doğrusu kendini kıstırmaları, dahası ölümle cezalandırmaları buzdağının sadece görünen yanı bence. Yaşamda öyle çok şey var ki anlamadığımız, anlayamadığımız…
***
Ben inanır mısın tam sekiz ay oldu tiyatroya gitmeyeli. Bütün kültürel etkinlikleri dijitalde sürdürüyorum. Gerek kendim üreten, gerek de bol bol alımlayan biri olarak bir gün bu kadar dijitalleşeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi.
Açık havada tiyatro gibi etkinliklerin bugünlerde çok daha fazla olması gerekir. Birçok kimse de bunu yapıyor. Sabancı Müzesinde birbirinden ilginç oyunlar sergilendi. Bir Kadın Uyanıyor, Yedi Güne Yedi Vaka ve radyo oyunu olarak tasarlanan K’nın Sesi’ni de sergilemişler galiba. Berna Laçin de Hayal Satıcısı oyunumu hazırlıyor 25 Eylül için, Kadıköy’de açık havada oynayacaklar. Oyunu daha görmeyen arkadaşın varsa söylersen sevinirim, açık havada nasıl olacak tam bilemedim ama bakalım.
***
Eylemcim senin mektubunu dağınık bulmadım da kelebekimsi buldum. Bazen yaşam çok hızlı renk, görüntü, düşünce kırıntıları olarak gözümüzün önünden uçuşup gidiyor. O zaman bir yerde durma ihtiyacını duyabiliriz. Sen de sanki öyle bir dönemdesin. Çünkü duraklama mekanlarına, evine, mahallene geçmişine de çok bağlısın. Uçurtma festivalleri, ninen için yazdığın şiirler de bunun bir göstergesi değil mi? Bu arada bana yazın gönderdiğin ilk şiire bayılmıştım, mektubumuzda paylaşmaya ne dersin? Bu şiiri okuduğumda bana şiirler yazan bir torunum olmadığı için üzüldüm dersem inanır mısın?
Eylemcim düşündüm de sen şu Koronalı günlerde hem eve kapanmışsın hem de sürekli uçuştasın sanki. Mutsuzluğunun nedeni bu olabilir mi? Bana böyle anlarda en iyi gelen denizde yüzmektir. Bu yıl bunu yapamamanın acısını çok hissediyorum. Çünkü yüzerek zihnimi durdurmayla birlikte yaratıcılığın yolları açılıyor. Birden hiç düşünmediğim, tahmin etmediğim bir noktada yepyeni yollar açılıyor.
Bana sorarsan mesele daralınca kendini nasıl rahatlatacağını düşünmekten çok daralmamayı başarmak. Ama bunun şu yaşadığımız ortamda hepimiz için çok ama çok zor olduğunu biliyorum.
Seni kucaklıyorum.
Zehra