Onur Aysoy/Ege Sanat Atölyesi
Tam zamanlı işlerde çalışan Tiyatro Boğaziçi üyelerinin kolektif oyunlaştırma yoluyla çıkardıkları ikinci oyun olan “Şirket Hikayeleri” nin 11 Aralık’taki prömiyerini izledim. Tam zamanlı çalışıp tiyatro yapmaya uğraşan biri olarak ayrı bir ilgiyle izledim oyunu. Haftada bir, bir araya gelip kendi metnini oluşturma çabasını en baştan değerli buluyorum. Hele ki çalışan insanların, “iş dünyası” denen girdabı anlamaya ve tartışmaya açmasının, kendisi ve çevresindekilerin iş hayatları için “bozucu” bir etki yaratma fırsatı sağladığını düşünüyorum. Siz az çok yaşadığınız veya duyduğunuz öyküleri sahneye taşıyıp, onlar üzerine bir daha düşünmüş olurken; sizle birlikte çalışan, her gün yan yana çalıştığınız insanlar da o oyuna gelerek, o salonda sizin o “üstüne bir daha düşünmüş olduğunuz gerçekle” karşılaşıyorlar. Ve siz oyunu oynayan ve izleyen kişiler olarak yarın yine aynı iş yerine gidiyorsunuz. Bunun anlamlı bir deneyim olduğunu düşünüyorum: Çalışma koşulları, mülk ideolojisi, rekabet ve çalışanların özlük hakları gibi konulara, birlikte biraz daha farklı yaklaşma yolunda, “aktivist” bir adım.
Bu adımın oluşmasını sağlayıcı yapının oyunda iyi kurulduğunu düşünüyorum.
Şöyle ki: İş dünyası içinde çalışan kişilerin ve bunların içinde kendini muhalif olarak tanımlayanlarımızın bile, zaman zaman işyerinde ve çalışma düzeni içinde; hiyerarşik ilişkilenme, oyun broşüründeki deyimiyle “cinsel spekülasyon” çıkarma, “kraldan çok kralcı olma”, emek-değer ilişkisine dikkat etmeme gibi olgu ve davranışlarla hareket edebildiğini biliyoruz. Üç öyküdeki ana karakterler dışındaki karakterlerin genellikle bu olgu ve davranışları daha fütursuzca sergileyen yani sistemin kendini yeniden daha güçlü üretmesini sağlayan, yan yana değil dikey ilişki kuran, fırsatçı, rekabetçi, hak hukuk kavrayışları gelişmemiş bireyler ya da patronlar olduğunu görüyoruz.
Üç öyküdeki ana karakterler ise, onları tamamıyla bu çarkın değerleri ile düşünmekten alıkoyan bazı özelliklere sahip: Pazarlama sorumlusu Sibel, aldığı ev ve arabanın taksitlerini düşünerek kendini daha fazla rekabet etmeye zorlasa da onun hamile oluşu kendi zihninde bir şeyleri tartışmalı hale getirebiliyor. Koordinatör Buket de, yeni terfi ettiği görevini daha iyi yapabilmek adına idareciliğini “incelikle ve ciddiyetle” yapmaya çalışırken; içi geçmiş, dedikoducu iş ortamının yaftalarıyla uğraşmak zorunda kalıyor. Onun durumunu zorlaştıran ise yeni boşanmış biri olarak şirketten biriyle gizli bir ilişki yaşıyor olması. İnsan kaynakları müdürü Murat’ın, “gerektiğinde” işçilerin sağlığını düşünmeyecek, şirketin iktisadi gelişimini arttırmak için bazı işçileri işten çıkaracak bir idareciye dönüşmesini zorlaştıran ise hak-hukuk bilen vicdanı. Zaten hiç de kolay değil, çocuğunun sağlığı ile iş yerinde tutunmak arasında tercih yapmak. Ya da, yeni terfi ettiğin bir makamın var iken, “canım nasıl isterse öyle yaşarım demek.”. Veya, işinden olmak pahasına “çalışanın hakkını savunmak”. Oyunda, bu nedenlerle, üç bölümün hiçbirinde bunlara bir çözüm üretilmiyor, hatta buldurucu bir soru da sorulmuyor. Yalnızca, sonda“her şey para değil, hırslarımıza çok boğulmadan, başka güzel ve insani şeyleri (arkadaşlar, sağlık, sinemaya gitmek kadın kadına) de içine katarak yaşamalı bu hayatı” ahvalinde replikler var. Bir de, sadece ikinci hikayede Buket’in bir çözüm(s)ü(zlüğü) var, o da bir terk ediş, erkeklerin kendi üstünden yaptığı gövde gösterine sessizce bir tepki. Yani biz, tüm bu iç yüzü biraz açığa çıkan gerçeklerle baş başa kalıyor ve üç ana karakterin eylem ve eylemsizlikleri üzerine sorularla ayrılıyoruz oyundan. İşte tüm bu nedenlerle, oyunu “hayatın içinde tamamlanmaya açık bir oyun” olarak bulduğumu söylemek istedim.
Oyunda, laf “öyleyse çalışmayalım”a getirilmiyor, kurtulun bu mal mülk ideolojisinden ya da idarecinin yanı her ne pahasına olursa olsun emekçinin yanıdır gibi radikal çıkışlar da yok. Hepimiz sadece kucağımıza bırakılan soru ve hayallerle çıkıyoruz salondan. Ve sanki Sibel, Buket ve Murat’ı biraz sevmiş, biraz kendimize yakın bulmuş, onların çelişkilerine ortak olmuş olarak ayrılıyoruz. Biraz da okuyanlar için E. Said’in Entelektüel kitabı akıllara geliyor aslında.
Sahneleme ve oyunculuklar içinse söylenebilecek pek bir şey gelmiyor aklıma. Sahneyi ışıkla bölmenin, ilk bölüme fazlaca karanlık bir ortamın hakim olmasına neden olduğunu söyleyebilirim ama sanırım pratik bir değeri yok bu önerinin. Yine ikinci ve üçüncü bölümün ilk bölüme göre daha rahat aktığını düşünüyorum.
Oyunculuklara gelince: Ana karakterler dışındaki tiplemelerin icrasında, daha mizahi ve abartılı oyunculuklar görüyoruz. Sanırım bu, tiplemelerin eleştirisinin daha görünür olması için. Bunların çoğu da hem oyunun izlenirliliğini arttırıyor hem de bu amaca hizmet ediyordu. Ancak bu tiplemelerin bazılarında (örneğin ilk ve ikinci bölümlerdeki patronlar, ikinci bölümde şirket çalışanları odağındaki bazı tiplemeler) bu mizahi ve abartılı üslubun icrası sırasında, iç aksiyonların yeterince güçlü olmadığını ve bu nedenle, az da olsa, bu tiplemelerin bazen plastikleşebildiğini düşünüyorum. Bunu, bu icranın bizim bu tiplemeleri gereğinden fazla kendimizden uzaklaştırmamıza yol açabileceği için söylemek istedim.
Ana karakterlerin yani oyundaki Sibel, Buket ve Murat’ın ise, sade oyunculuklarının yukarıda bahsedilen dramaturjiyi seyirciye açma ve rol kişisine bürünme anlamında iyi bir performans ortaya koyduklarını düşünüyorum.
Elinize, emeğinize sağlık.