Kemal Aydoğan ile Kamusal ve Toplumsalın İnşasında Tiyatronun Yeri Üzerine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mimesis Söyleşi / Sanatın, bu sohbet bağlamında tiyatronun; toplumsallık ve kamusallık bağlamındaki kurucu yerini konuşmak üzere yönetmen ve Moda Sahnesi kurucularından Kemal Aydoğan’la buluştuk. COVID-19 salgınıyla, deneyimin birlikteliğine dayanan sahne sanatları alanı da bayağı sarsıldı. Ama sarsıntıyı, sadece bu salgına bağlamak doğru olmaz. Özel tiyatroların hukuksal zemininde tacir olarak tanımlanıyor olması, ülkemizin kültür ve sanat politikalarına dair yaklaşımının bir yansıması ve devletin neoliberal yanılması olarak okunabilir. Halbuki tiyatronun sosyal ilişki inşasındaki; kültürel zenginlik inşasındaki; politik aksiyon inşasındaki; felsefi, düşünsel zevk inşasındaki katkısı nasıl göz ardı edilebilir? Özel tiyatrolara verilmesi gereken desteğin, böyle toplumsal zeminlerin oluşmasına da katkıda bulunacağını unutmamalı, özel tiyatrolara sanat kurumu vasfını tanıyacak tiyatro yasasının bir an önce çıkması için sesimizi ve nabzı yüksek tutmalıyız. Kemal Aydoğan’la güncel bağlamdan başlayıp derinlere doğru daldık. İyi okumalar diler, tiyatro yasası ilgili takipte kalmanızı rica ederim.

Söyleşi: Gizem Aksu

Tiyatro alanının hukuksal ve dolayısıyla ekonomik zemininde yaşanan sıkıntılar salgınla beraber iyice gündeme geldi, farklı örgütlenmeler devlete talepler sundu. Devlet sizleri ve bu talepleri muhattap alıyor mu?

Alıyor, ilk önce Tiyaro Kooperatifi ve Oyuncular Sendikası’nı muhatap olarak almıştı. Sonra, Tiyatromuz Yaşasın Platformu “Biz de varız, bizimle de görüşün” dedi; çünkü bu kurumlar ayrı politik hassasiyetlere sahip. Muhatap alıyor, fakat karşımızda neoliberal bir devlet ve onun zihniyeti var.

Tiyatrolar adına, yaşam riskte olunca örgütlenme ihtiyacı duyuldu. Eskiden, devlet ve ekonomi meselelerini konuşurken deveye hendek atlatmak gerekirdi. Şimdi çok daha kolay oldu, bir araya gelmek de anlaşmak da. Bence bunu tiyatro topluluklarının adına iyi değerlendirirsek herkes için iyi bir çerçeve çizmek, iyi bir yaşantı kurmak mümkün olabilir.

Almanya’da sadece birkaç soru sorarak devlet, serbest çalışan sanatçılar da dahil sanatçılarına, destekte bulundu. Dansçı arkadaşlarımın hesabına destek geldiği gün Türkiye’de Cumhurbaşkanı yardım için televizyondan IBAN numarası paylaştı. Bu ikisini beraber görmek oldukça ilginç oldu, benim için. Devlet diline uyak uydurarak kazanım sağlamak mümkün mü? Bahsettiğin neoliberal bakışı; bizim ihtiyaçlarımızı, sorunlarımızı dile getirdiğimiz dile nasıl yaklaştıracağız?

Devlet kaos üretme planlarını iyi uyguluyor, bence. Hiçbir şey bilmeyen bir kurumun hasbelkader hamleleri ve bu hamleler yerini bulmuyormuş gibi görünüyor. Fakat, kaos üreteceksen ya da kayıtsız kalacaksan bundan daha iyi bir yol yordam yok. Güçsüz değil aksine güçlü bir devlet yapısı var, bu anlamda. Sanatçıya yardım etmek, devletin dünyasında yok ki. Ekonomik algılarında sanat yok, ekonomiyi böyle algılamıyorlar. Kar getirmeyen ekonomi doğurmaya herhangi bir fiile cevaz verilmiyor. Karlılık var mı, para var mı, bir verim var mı gibi ekonominin terimleri içinden düşünüyorlar. Eğer bunlar yoksa, zaten oraya geçit vermiyor.

Tiyatromuz Yaşasın metninde 7 tane madde belirlemiştik, buna ne yanıt verildi: ”Destek için 400 tane tiyatro başvuruda bulundu. Bunların toplamda 300 tane kayıtlı çalışanı var; dolayısıyla burada kayıtdışı bir dünya var. Kültürel ekonomi doğurmak için önce bunun kayıt altına alınması gerekir.” gibi bir yanıt geldi. Problem, bağlamdan çıkarılıp kültürel ekonomi doğurup doğurmamaya, bir kayıtdışı-kayıtlılık sorununa indirgenmeye çalışıldı. Burada oyalama var.

Devlet desteği yönetmeliğinde yazıyor: Siz tacirsiniz, dolayısıyla sizinle ticaretin kuralları ile karşılaşabiliriz, diyor. Vergimizi vermemizi, çalışanların sigortalarını ödememizi, kiramızı ödememizi ve istersek bileti 150 liraya satmaya hakkımız olduğunu söylüyor. Bileti 150 T’ye sat, ben bunu engelliyor muyum gibi bşr mantıkla, özgürlüğü bilet satma fiyatına indirgiyor. Gücün yoksa da yapma diyor. Bu mantık; AKP, CHP, DSP’de fark etmiyor. Oyun Atölyesi’nin inşaatına başlıyorduk, kültür bakanının yanına gidelim diye düşündük. Bir tiyatro binası yapılıyor belki bize önerebilecekleri bir kredi, bir destek vardır, diyerek Ankara’ya gittik. Bakan İstemihan Talay bizi ağırladı. Tam da 2001 krizinin patladığı zamanlardı; konuşma, toplam 10-15 dakika sürdü. Bize ”Binayı yapmayın, sonucunda çok üzülürsünüz.” dedi. Biz oraya telkin almaya gitmedik, destek sormaya gittik. İstanbul’a döndük inşaatı da hızlandırdık, kendisine öfkelenmiştik. Sonra ortaya çıktı ki aynı dönem Ankara’da inşaatı başlayan bir tiyatroya, tanıdık olması sebebiyle destek verilmiş. Bunu da tiyatrolara teknik malzeme satan bir ağabeyimizden öğreniyoruz. O dönem kendisinden bakanlığın maddi desteği ile ses ve ışık malzemesi alınmış. Kültür Bakanlığı parasının olmadığını söylüyor, peki tamam diyelim; ama, mesela 15 Nisan’da Denizli otoyolunun 6 milyar dolara ihalesi yapıldı. Paranız var. Bir sürü ihaleler açılıyor.

Para yoksa şu da yapılabilir; 2021 yılının Ocak ayına kadar tiyatro salonlarından kira almazsınız, küçük teşvikler düşünebilirsiniz, vergisini ödetmezsiniz. Salonları garantiya alabilirsin. Tacir olduğunuz için size destek yapılamıyor; çünkü size devlet desteği yapılırsa bir ticaret erbabına haksız kazanç sağlanmış olur, gibi şeyler dendi. Haksız kazanç mı? Bir kültürel faaliyet durdu, tiyatro kapandı, çalışanlar maaş alamıyor. Haksız kazanç mı? Ben bu mantığı, iyi bir kaos yönetimi olarak görüyorum.

Resmi gazetede tiyatroların kayıt altına alınmasına dair bir karar çıkıyor ve sanki tiyatrolar kayıt altında değilmiş de ondan dolayı problem çıkıyormuş gibi davranılıyor. Krizin bu anlamda bir çözümü görünmüyor. Devletin neoliberal siyasetten çıkan bu yöntemleriyle Türkiye’de bir sanat kuruluşu formu olarak devam etmek mümkün değil. Ama 220 tiyatronun katılımı ile Tiyatromuz Yaşasın insiyatifi kuruldu ve bu tiyatro yasanın çıkarılarak özel tiyatrolara sanat kuruluşu vasfının kazandırlmaya ve tacirlik statülerinin silinmesine çalışılıyor.

Bu yasanın yokluğunda nasıl yaşanabiliyor, kosmos sabır versin.

Tiyatro her koşulda yapılır, gelirsiz de desteksiz de yapılır gibi bir bakış olabiliyor. Bu koşullarda tiyatro yapmak zorunda mıyız gerçekten? Neden zorundayız ki? Dilberay’ın dediği gibi… Kaçınılmaz bir şey gibi davranıyoruz. Ama tiyatronun yaşam damarlarının kesildiği, ihtiyaç gibi görülmediği bir bağlamda zorunda mıyız gerçekten? 290 milyon lira bütçe verilen bir devlet tiyatrosu var. Geçtiğimiz yıl 100 özel tiyatroya ise 6 milyon lira verildi. Bu, bir tercih. Devlet toplumu değil, devleti tercih ediyor. Kamusallık bir tarafa konulmuş durumda. Biz bu şartlarda neden diretiyoruz ki? Belki de ilk önce, en başta önem verdiğimiz toplum fikrini, toplumsal olanın devlete dair olandan başka bir şey olduğunu herkese anlatmalıyız.

‘Tiyatro nasıl olsun?” sorusu aslında ”Toplum nasıl olsun?” sorusunu da dillendiriyor.’

Bazı büyük kavramlar var: Politik ne demek, ticari ne demek, kamu ne demek, demokrasi ne demek, adalet ne demek? Bu büyük kavramlar herkes tarafından rahatça alınıp manipüle edilip kendi ajandası dahilinde kullanılabilecek kavramlar. Bu noktada,kamusal ve toplumsal olanın inşasına dair, sanatın bu bağlamda nerede durduğuna dair düşüncelerini paylaşırsan çok sevinirim.

Toplumu, çoğul birimlerden oluşmuş bir yapı gibi anlıyorum. Bana benzemeyen bir başkasının yaşadığı, kendi faaliyetlerini benim gibi yapabilme hakkının olduğu ve bana benzemeyen bir başkası ile birlikte hayatı sürdürebildiğim bir yer gibi… Başkalığın, benzemezliğin bizi bir arada tutan bir şey olduğunu düşünüyorum. Kamusalda hiçbir meşruiyet belgesine ihtiyacı olmaksızın, makbuller ve makbul değiller diye ayırmaksızın herkesin eşitçe faaliyetini sürdürdüğü bir alan olmalı, kamusal alan. Kamusal tiyatrodan kastım da bu; bu anlattıklarımı kuracak bir faaliyet olarak tiyatroyu düşünmek… Çünkü hiç dile gelmez, anlatılmaz ya da toplumun tepki duyacağı şeyleri sahnede yapabilirsin. Tiyatro sadece buna indirgenemez ama özelliklerinden biri olarak sayabilirim. Sahne, bir tür karşılaşma yeri; alışma yeri. Tiyatro; karşılaşma, anlama, dinleme, birbiriyle buluşturma yeri. Toplum da bunların gerçekleştiği, herkesin kendi fikrince anlayışıyla var olduğu bir yer. Dolayısıyla artık değer üreten, vergi veren bizler devlete fazlamızı veriyoruz; bu fazlayı verdiğimiz yerden bu farklılıkları, çoğul dünyaları yaşatmasını ve bunu mümkün kılacak ekonomik altyapıyı kursun istiyoruz.

Bunun için devletin yekpare ve tekçi yapısındansa, yani 54 tane devlet tiyatrosu sahnesindense, 1200 tane birbirine hiç benzemeyen hatta belki ömrü boyunca da hiç tanışmayacak ama değişik yaşam biçimlerini anlatan işleyen birimlerin olmasını, 290 milyon liranın devlet tiyatrosuna değil, toplum tiyatrosuna verilme fikrini ortaya tartışmaya açmak istiyoruz.

Bazıları bana ”Ekonomiyi çok konuşmuyor musun?” diyor, ben bütçe konuşuyorum. Eşitlilik fikrini konuşalım ve onun çerçevesini çizelim, hepimizin doğurduğu artık değerden biz nasıl faydalanacağız, heykeltıraş nasıl faydalanacak, işçi nasıl faydalanacak bunları konuşalım. Aramızdaki fark 40’ta bir olacağına, 2’ye bir yapalım. Sonra da bire bir yapalım. Bu sadece tiyatro yapmakla ilgili bir mesele değil, toplumun nasıl kurulacağı ile de ilgili bir mesele. ”Tiyatro nasıl olsun?” sorusu aslında ”Toplum nasıl olsun?” sorusuna da dillendiriyor.

Siyaset Bilimi okurken aldığım ilk derslerden birinde bir hocamız, ”Ekonomisi olmayan bir politika olmaz, politika gördüğünüz her yerde ekonomi düşüneceksiniz. İkisi birbirinde bağımsız düşünülemez.” demişti. Bu konuların konuşulmasını çok olumlu buluyorum. ”Nasıl bir sanat inşası” sorusunun ”nasıl bir toplum inşası” sorusuna tekabül edebileceğini söylüyoruz, ancak toplumsal olanın hayatta kalma bağlamına daraldığı bir noktada yaşamı değerli kılan diğer şeyleri konuşmak zorlaşabiliyor.Kültürel katman, sosyal katman, felsefi katman, sanatsal katman, şiirsel katmanların silinerek yaşamın neye ne kadar eriştiğin ve neyi ne kadar tükettiğine indirgendiği, neoliberal görme biçimlerine sıkıştığı bir zamanda bu diğer katmanları nasıl hatırlatacağız? Sanatın sosyal ilişki inşasında, kültürel zenginlik inşasında, politik aksiyon inşasında, felsefi düşünsel zevk inşasındaki katkısının altını nasıl çizeceğiz? Çünkü yaşamın bu katmanlarını düşünmeden eksik kalıyor; ekonomiyi konuşmak, politik olanı konuşmak… Bizi sanata çeken, sanatın birçok şeye temas ediyor olma mucizesini, nasıl masaya koyacağız?

Çok güzel bir çerçeve çizdin ve soruyu öyle güzel dile getirdin ki, cevaplamak çok zor . Bir öncelik, sonralık problemi olmadan bunların hepsinin aynı anda çalışması gerekiyor. Senin tarif ettiğin şeyde bir felsefe var. Yaşarken, sadece ayakta kalmaktan öte bir varlık olduğumuzu kendimize söylememiz gerekiyor. Türkiye’de sanatın düşünceden ne kadar uzakta olduğunu anlıyoruz. Görüştüğümüz devlet yetkililerinden biri, sanırım benim Twitlerime bakmış; ‘Politikayla çok uğraşmayın, sanatla uğraşın.’ dedi. O gün, ölüme yatmış bir müzik grubu üyesinin hastaneye götürüldüğü gündü. Politika dediğimiz, onun bana kurduğu bu cümle. Benim, bir insanın öldüğünü ve buna bir şey yapmamız gerektiğini söyleyen cümlem değil ki… Buna politikten öte hayatı tutmaya çalışmak derim. Burak Delier’in Natama Dergisi’ndeki bir yazısı kafamı açmıştı; otosansürün, emeği sakınmak ve kapitalizme vermemek bağlamında pozitif bir şeye dönüşebileceğini söylüyordu. Emeği vererek kurtuluşun geleceği üzerinden bir kurgu yapıyoruz ama emeği vermememiz gerekiyor, artık değer üretmememiz gerektiğinden bahsediyordu.

Bu, Türkiye için ütopik bir fikir gibi duruyor ama gerçek. Belki de bir şey yapmamaktan geçiyor, bu fikri hiç konuşamıyoruz. Şu an devlet destek yapsın ve salonları açalım diye istiyoruz; ama mesela tiyatro yasası çıkarılsa ve salonları 2021 yılı Ekim’inde açsak ne olur. Belki 1 yıl duracağız, ama bu yasanın çıkması için mücadele edeceğiz. Kendi emeğine otosansür uygulamak; bir kararlılık göstergesi, bir dünya yorumudur. Emeğinin neyi yarattığını, emeğinin zenginin malına nasıl dönüştüğünü kavrama anı çok önemli. Maalesef fikir fukarasıyız, hayal fukarasıyız, verili dünyanın değerleriyle çok fazla alışveriş halindeyiz ve onların içinden bir şey yapmaya çalışınca da ancak onun içinden düşünüyoruz.

‘Bu dönem içerisinde bir araya gelenlerle bu döneme dair kamusal bellek anı örgütleniyor.’

Bir şeyleri çözmek için adım atmak kadar geri adım atmanın da bir seçenek olabileceğini anlıyorum, dediklerinden.

Emeğimizi karşılayan, onu daha görünür kılacak yapılar üzerine hep konuşuyorduk . Korona gündemiyle bunu konuşmak isteyen başkaları da ortaya çıktı. Nietzche’nin düşünümsellikle tepkisellik farkı gibi… Biz hayal kuruyorduk ve bu toplumsal yapıda yaşamaktan çok hoşlanmıyorduk. Fakat bize ucube diye bakılıyordu, ”İyi tiyatrolarsınız, paranızı kazanıyorsunuz niye bu derde düşüyorsunuz?” deniliyordu. Fakat bu dert şimdi herkesin derdi oldu, problem çok net anlaşılmaya başlandı. Tam bu noktada geri çekilmememiz, devam etmemiz gerekiyor. En azından problemi tanıyanların sayısını çoğalmış olması önemli. Bu tanınmadan dolayı bir kuvvet var ve bu kuvvetin neler yapabileceğini görmek önemli olur. Bu dönem içerisinde bir araya gelenlerle bu döneme dair kamusal bellek anı örgütleniyor ve bunun geleceğe başka türlü yansımaları da olacaktır. Bu ilk hamleyi dedikten sonra, Marx’ın bahsettiği komediye düşmemek adına belki bu neoliberal çarktan geri adım atmak düşünülebilir, ama bu ilk hamleyi atmak önemli.

Devlet nezdinde bu hak tanımının yapılacağını, tüccardan sanat kurumu vasfının kazanılmasına dair yasal bir hamle yapılacağını düşünüyor musun?

Müzakare olma ihtimali var. Eğer olmazsa bence greve gitmeliyiz. Dükkanları açmamalıyız. Devlet adına, ister istemez kurduğumuz, sosyal hayat düzenleyiciliğinde vazgeçmeliyiz. Bunu düzenleyiciliği yapmadığımızda problemin görünür olma ihtimali artıyor, hem de egemenin fikri daha net ortaya konmuş oluyor. Kadıköy’de desek ki; Moda Sahnesi yok, Baba Sahne yok, Oyun Atölyesi yok, hadi sürdür bakalım. O kadar övünerek anlatılıyor ama o ışıklar yanmasa, cıvıl cıvıllık gitse, o ekonomi doğmasa… Geçen yıl Moda Sahnesi 400.000 lira vergi ödemiş ve vergi borcumuz olduğu için devlet desteğine başvuramamışız. Bu nasıl bir şey?

Maalesef bizlerin yaptığı sanatın alımlayıcısı, devleti yönetenler değil. Devletin yöneticileri de, halka nasıl daha iyi hizmet ederim, diye düşünmediği için kısa devre oluyor. Memleketimle ilgili çıkışsız hissettiğim şey bu; o kadar güzel işler yapan insanlar var. Ama, bu kişiler ve kurumlar, yapısal olarak desteklenmeden, özlülük hakları korunmadan hep gelip geçici oluyor, sürdürülebilir olamıyor.

Bu problemleri kökten çözdük çözdük, yoksa oradan 50 lira buradan 25 lira ile giderilebilecek bir problem değil artık. Tiyatromuz Yaşasın inisiyatifinde 200’ün üstünde tiyatro var, toplamda da özel tiyatrolar 400 civarıymış. Ayrım gözetmeksizin; deneyselci, dans tiyatrosu, popüler tiyatro gibi ayrım gözetmeksizin bir hakkın peşinden gidiyor olmamız lazım. Bir araya gelmez gibi duran tiyatroların bir hakkın kazanılması için bir araya gelmesi önemli.

Başta bahsettiğimiz başkalıkların bir aradalığı gibi, bunu kurumlar kendi aralarında beceremezse toplumsalın inşasından nasıl bahsedebiliriz ki…

Bu bir hak hukuk meselesi, başkasının yaşayacağı alanı benim de kuruyor olmam önemli. Şu ana kadar imtiyazlardan faydalanan tiyatrolar da geldi çünkü onlara da çemle takıldı. Dolayısıyla ortak bir sözleşme olmalı, alanı birlikte eşitlikle kurmalıyız.

Bu genel bir soru ama sanat üzerinden düşünelim; hem ayrımcılık hem ayrıcalık olmadan sanatsal politika yürütmek mümkün mü?

Ben bu soru cevap verirsem siyaset felsefecilerinin patronu olurum.

Vardır sende yanıt, düşünmüşsündür bu soruyu?

Bu sorunun cevabını bilmiyorum ama bu soruyu insan denen varlığın gelişimiyle birlikte düşünebiliriz. Ben insan gelişimine inanıyorum. Kendimden biliyorum, ben gelişiyorum. Muhafazakarlıklarımı, dar görüşlülüklerimi atıyorum; kabullerim genişliyor. Gelişimi sağlayacak karşılaşmaları yaratabilmek önemli ve sanatın bu anlamda bir gücü var. Ama, mülk problemi ortadan kalkmadığı sürece bu problemler hep çok yakınımızda doğmaya müsait şekilde olacak.

Bu sorduğum sorunun popülist politikadan gelen bir zemini var. Ben ayrımcılıkla ayrıcalığın birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceğini, bunları birbirinden ayırmanın özcü bir bakış olduğunu düşünüyorum. Sanat tam da bunlara bir arada bakabileceğimiz bir bağlam sunabilir. Mutlak ezen, mutlak ezilen pozisyonlarından daha karmaşık, insan öznesi ve insan hayatı.

Bir konuşmanda devlet tiyatrolarından ve ticari tiyatrolardan başka, üçüncü bir seçenek olarak sanatsal değer inşası üzerine, politik meseleler üzerine düşünen tiyatrolardan bahsetmiştin. Moda Sahnesi böylesi bir üçüncü pozisyonu işgal ediyor sanırım. Ayrımcılıkla ayrıcalığın birlikte düşünebileceği, estetik ve politik dertleri olan bu gibi kurumları inşa etmenin ve sürdürülebilir kılmanın şartları nelerdir?

Bu fikri taşıyan insanlar var, bir potansiyelimiz var. Burada yapılması gereken şey, maddi desteğin sağlanması. Tiyatro sahnesi kuranlara destek verilmesi, bu tiyatroların faaliyetlerinin kolaylaştırılması gerekiyor. Bir projeksiyon makinesi alacaksın 10.000 Avroya aldığın iyi, 500 TL ye aldığın kötü. 50.000 Avroya alırsan düşlerini gerçekleştirmeye; içinde çoğullaşmaya, büyümeye başlıyorsun. Zihnimiz ve yaratım halimiz olanaklarla beraber çalışıyor, olanaklar ne kadar genişlerse yaratım halinde de genişleme ihtimali doğuyor. Bundan mahrumsan, yaratım halinden de bir şey mahrum kalıyor. Bu lafı sevmiyorum ama sektör, kendisine ekonomik olarak yetenlerin kendi malzeme ve personellerini yetiştirme kabiliyeti kazanması demek. Bu, maddi bir güç olmadan olamaz maalesef. Ticareti yapan ticaret yapsın ama bizim gibi arada olan, çalışma şekli ne devlet tiyatrosuna ne de ticari tiyatroya benzeyen yapıları devlete tanıtmamız gerekiyor.

Benim çok vır vır ettiğimi, bağırdığımı söyleyenler oluyor duyuyorum. Ben biletin ucuza satılıp katılımın çok olmasından yanayım, insanlar niye bundan rahatsız oluyor? Onların anlayacağı dille, popüler bir tabirle anlatacak olursa; Caner Cindoruk ve Melis Birkan’lı bir oyunun biletini 40-50 TL’den pahalıya satmadan bir hayat kurmak istiyorum, buraya herkes katılabilsin istiyoruz. Bu oyunları 100-150 TL’ye satmak dünyanın en kolay işi. Burada göz ettiğimiz şey kamusal değer, toplumsal değer. Tiyatroları kendi değerlerimizi onaylamak için değil, bir tür yanlış hayatlar yaşadığımızı anlatmak için yapıyoruz, gelen de bunu görmeye gelsin tiyatroya. Bu bizim toplumsal görevimiz. Tiyatroya taşlaştığımız yerleri kırmaya gitmeliyiz. Bu, parayla yapılamayacak bir şey. İnsanları hem zorlu bir deneyime davet edip hem paralarını nasıl isteyeceksin? Ama ticari tiyatro diyebilir ki ben kanaat okşayacağım, 100-150 TL’sini alabilirim.

Schaubühne’ye yapılan destekleri herkes konuşuyor, destekliyor; konu Moda Sahnesi’ne gelince, ”Sen niye konuşuyorsun ki para kazanıyorsun?” deniliyor. Konuşuyoruz, çünkü daha iyi işler yapmak istiyoruz, artistik sıçrama yapmak istiyoruz. Kültür politikasının demesi gerekiyor ki, benim taşlaşmaları kıranlara ihtiyacım var. Tacir olarak kalmak isteyenler kalsın ama özel tiyatroları tacirlik konumundan çıkarabilecek alternatif bir yol da açılsın. Bu şekilde olursa, nitelikli yapanlar öne çıkacaktır, iyi tiyatronun nasıl yapılacağına dair fikri olanların önü açılacaktır. Mesela Belçika bunu yaptı. Önce, devlet tiyatrosunun bütçesinin yüzde 20’sini özel tiyatrolara ayırıyorlar. Biz de olsa desteğin 6 milyondan 58 milyon TL’ye çıkması demek. Bir hareketlenme başlıyor. 2. yıl desteği yüzde 40’a çıkarıyorlar, verim inanılmaz artıyor yurt dışına turneler başlıyor. Belçika performans alanında çok önemli bir referans haline geliyor. Hükümet bundan hoşlanıyor ve böylece sanat organizasyonundaki merkezi değiştiriyor. Bir ortamı devlet tiyatrosu kapladığında diğer tiyatroların ortaya çıkması kolay olmuyor. Devlet tiyatrosunda, 54 tiyatroda yılda 300 oyun sahneye konuluyor, ana akım tiyatro seyircisinin beğenisini de örgütleniyor. Biz arkada debelenip duruyoruz ayda 2 oynayacağız diye. Devlet tarafından belediye tarafından hiçbir destek almadan..

Belçika’dan çıkan Flaman Dalgası Avrupa sahne sanatlarının gündemini 30-40 yıldır etkilemeye devam ediyor. Dansın ne olduğuna, dans-tiyatro, icracı-izleyici ilişkisine dair inanılmaz katkılarda bulundular.

Biz kendi gücümüzle bu kadar yapabiliriz, kalibre atmak için destek gerekiyor. Schaubühne’nin kirası yok, tüm teknik elemanların sigortasını ve maaşını devlet karşılıyor, prodüksiyonu devlet veriyor; sanıyorum ki sadece oyuncuların giderlerini Schaubühne karşılıyor. Ama tam da bu şekilde kendini dünya tiyatrosunda kabul ettirebilirsin. Bakanla konuşmamızda kendisine de dedim, ”Bir tane oyuncu yok dünya sahnelerinde. Dünyanın bir yerinde 2. derece rol oynayan bir oyuncumuz yok. Burada bir problem yok mu, buna canınızın sıkılması gerekmez mi?” Koca ülkeyiz, bu kadar para veriyoruz, neden olmuyor denmez mi? Devlet, devlet tiyatrosuna o parayı verdiği için içeriği ile hiç ilgilenmiyor.

Bu eleştirel aklın yokluğu, bir şey yapıp da sonrasında ne oldu diye araştırmıyorsan sormuyorsan, eleştiriye açık değilsindir; eleştirme eleştirilme açıklığın yoktur.

Ama değişebilir bunlar, hiç ümitsiz değilim, zor ve uzun bir mesafe alınması gerekiyor ama şu an en azından bir problem olduğu ortaya çıktı. Salgın öncesi problemi tanıtamıyorduk, Moda Sahnesi niye yakınıyor, deniyordu. Sadece açlar konuşabilirmiş gibi… Konuşacağız, çünkü nitelikte sıçramak istiyoruz. Buraya kadar yapabiliyoruz, bir süre sonra donuyorsun, başka yerlere dalabilmek için ekonomik güce ihtiyaç var.

Çok teşekkür ederim açıklığın ve değerli görüşlerin için. Umarım bu sohbeti okuyacakları, toplumsal ve kamusalın inşasında sanatın yerine dair, sanatın özgürleşebilmesi için devlet desteğinin olmazsa olmaz olduğuna ve özgür, özgün sanatsal pratiklerin özgür, özgün toplumsal ilişkilerle nasıl birlikte yürüdüğüne dair düşündürebilmişizdir.

Bu davetin ve güzel soruların için ben çok teşekkür ederim.

Paylaş.

Yanıtla