Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu
EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA
2 Mayıs 2020, İstanbul
Sevgili hocam,
Yine sokağa çıkmanın yasak olduğu güneşli bir Cumartesi sabahı, taze ektiğim allı morlu küpeçiçekleri, renk renk sardunyalar, ismini kendinden çok sevdiğim mor petunyalarım ve günden güne olgunlaşıp gelen geçenin ağzını sulandıran can eriği dalları arasından yazıyorum size. Sağ olsun zakkum ağacımız bu sene öyle büyüyüp serpildi ki güneş dağıla dağıla geliyor artık bahçemize. Siz son mektubunuzda Köln’deki bahardan bahsetmişsiniz ya hani, ben de tabağı boş göndermeyeyim, azıcık buranın manzarasından söz edeyim dedim. Malum biz parklara, bahçelere, deniz kenarına gidemiyoruz. Manzaramız evimizin gördüğünden ibaret. Yolladığınız fotoğraflardan belli, orada bahar çok güzelmiş gerçekten. Siz de yerinden memnun yeni açmış çiçekler gibi çok mutlu, huzurlu görünüyorsunuz. İyi ki İstanbul’a gelmemişsiniz hocam. Yaş sınırı yüzünden büsbütün tıkılı kalacaktınız Cihangir’de. Evinizin bahçesi de kurtarmazdı sizi. İstanbul’daki hayatınızı, dostlarınızı özlüyorsunuz ama hiç olmazsa Köln’de baharın ve güneşin tadını çıkarıyorsunuz. Bizi soracak olursanız “her bahar erguvanlar içinde, bu bahar erguvan görmedik desek yeridir”. İyi ki küçük de olsa bir bahçemiz var. Toprakla uğraşmak o kadar güzel ki, hiç eldiven takmıyorum. Çocukken nasıl sırf içinde köpük var diye bulaşık yıkamaya bayılırdık ya, işte öyle girişiyorum toprağa nenemle birlikte. Tırnaklarımıza toprak dolmasına, parmak aralarımızdan böceklerin, solucanların, tırtılların geçişine bayılıyorum. Ölmek, gömülmek böyle bir şeyse ne güzel diyorum bazen.
İki gün önce kardeşimin bir kızı olacağını öğrendim. Onun için ektiğim çiçek.
Keşke hayat da ektiğimiz çiçekleri seyretmek kadar güzel olsa bu günlerde. İki mektuplaşma arası o kadar çok şey değişti ve bir o kadar da aynı kaldı ki ülkede. Bir bakan “şahsına ait” dediği bir meseleden istifa etti, ertesi gün yeniden göreve geldi. Vaka sayıları düşmeye başladı ama hastalık hala kol geziyor. Kimi yakınlarımız virüsten hastalandı, kimi iyileşti, kimi vefat etti. Bu ve benzeri pek çok şey bana şu iki temel aksı düşündürtüyor nedense. Birincisi Demirel’in şapkasından tavşan çıkarmaya benziyor: “Evet, nerede kalmıştık” diyor. Sanki hiçbir şey olmamış gibi kesintileri, kopuklukları, krizleri göz ardı edercesine farazi bir doğrusal hatta ilermek istiyor. İkincisi, biliyorsunuz her kriz döneminde, hemen her kırılma anında canlanan bir söylem: “Artık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”. Gezi zamanında çok sık kullanılıyordu. Şüphesiz o zamanlar bu söylem şeylerin eskisi gibi değil çok daha iyi olacağı umudunu müjdeliyordu. Ne de olsa yılların korku duvarı aşılmıştı. Şimdi işler tersine döndü sanki. “Eskisi gibi olmayacak” dediğimizde daha iyi olacağı kastedilmediği belli. Okuduğum kimi köşe yazıları “beter olacak”, kimisi ise yetmez “daha beter olacak” diyor. Bir de üçüncü yol düşüncesi var: Hamlet’in yolu. Bunu kısmen kendimde ve şu sıralar mektuplaştığım bazı tiyatro akademisyeni arkadaşlarımda görüyorum, duygusu ve tonu farklı seyretmekle birlikte. Durmak istiyor insanlar. Evinin penceresinin sunduğu kadar bir manzaraya tutulmak belki sadece. Bir arkadaşım Hamlet gibi eylemsizliğe tutulmak ve durakalmak istediğini söylüyordu. Bir diğeri korona duraklamasını çok kıymetli bulduğunu, bir başkası ise karantinayla birlikte yeni bir zaman bilgisine vardığını. Bense ilk defa tüm dünyayla ortak bir trajedinin içine sığışıp kalmanın verdiği hüzünlü mutluluğu yaşıyorum galiba. Her sabah başka bir trajik kahraman olarak uyanıyorum: Eylemsiz Hamlet, çatı katında beslediği hayvanlarla konuşan Hedvig, odasına kapanıp yazan Treplev, yaşasaydı çevresel felaketlere karşı hepimizin en hızlısı olacak Doktor Stockmann’ın kızı, bir gün kapıyı çarpıp gidecek Nora ve daha sayısız nicesi… İtiraf edeyim, bazen az sorular ve net cevaplarla hayatı karşılayan insanlara gıpta ediyorum hocam. Yan komşumuz Rahime teyze örneğin, “Allah cezalarını vermesin, kız yine açmışlar ya Çin’deki o vahşi hayvan pazarını! Yine hastalık salacaklar ortalığa, nasıl insan bunlar yarasa yiyorlar” diyor. İyi de Rahime teyze “ bu yarasa yiyen adamın hikâyesi değil ki” diyeceğim geliyor, sonra boş veriyorum, “sence bu ortancadan çoğaltsam tutar mı Rahime teyze” diyorum. “Tutar yavrum, niye tutmasın” diyor aynı netlikle.
Son mektuplaşmamızda “tiyatronun canı nerede” diye sormuş, tiyatro dijitalizm ilişkisine değinmiştik hatırlarsınız. Mektubu okuyan Mimesis editörlerinden Cüneyt, belki gözümüzden kaçmış olabilir diye Mimesis’te yayımlanan bu konudaki bir çeviri yazıyı göndermiş: Nicholas Berger’in “Unutulmuş Bir Araya Gelme Sanatı ya da Tiyatrocular Neden Üretmeyi Bırakmalı”. New York’ta Kovid-19 yüzünden artan ölümlerin, işsizliğin ve çaresizliğin ortasında değirmeni döndürmeye çalışan tiyatro endüstrisine ve olanları görmezden gelip sosyal medyada tiyatro adına bir şeyler yaptığını sananlara sitem ediyordu Berger. Umutsuzluğun ve öfkenin bardağı taşırdığı bir gece yarısı sanki facebook’ta uzun bir post yayınlar gibi yazmıştı yazısını ve şu süreçte dijital ortamda tiyatro adına ikinci el, niteliksiz işler üretmektense kayıplarımızla yüzleşip yas tutmaya çağırıyordu herkesi. Sitemkâr bir iç dökmeydi yazı, bir an evvel dijitalleşelim diyen yeni söyleme karşı bir manifesto değildi ya da mevcudu eni konu inceleyen bir yazı da değildi. Dikkatimi çeken şey orjinal yazının altında yazara yönelik neredeyse linçe varan yorumlardı. Kimilerine göre Ortaçağ’daki tiyatro karşıtlarından, tiyatrocuları cadı diye yakanlardan ya da insanlara ne yapıp etmesi gerektiğini söyleyen otoriter liderlerden hiçbir farkı yoktu yazarın. Öyle ya “dileyen yasını ekmek mayalayıp canlı canlı instagramda pişirerek, dileyen karantinada taze yazdığı monologları sosyal medyada canlı yayınlayarak yaşardı, kime ne?” İyi de basit bir yazı ne oldu da bu kadar provakatif bir hal aldı? Tam olarak ne yapmıştı ki yazar bu denli bir öfke patlamasına maruz kalmıştı? Ya da şöyle sorayım hocam: Bu yerli-yersiz öfkenin kaynağı ne? Sanırım beni en çok bu düşündürttü. Bazen içimizde bir kaynağı belirsiz bir huzursuzluk, öfke ve küskünlük birikiyor. Yaptıklarımızla, örneğin sosyal medyada her anımızı gösteriye dönüştüren paylaşımlarımızla bile sanırım kendimize karşı içten içe bir suçlama, başkalarının yaptıklarına kıyasla bir yetersizlik duygusu biriktiriyoruz. Telafisi zor bir boşluk içinde eksile eksile şişiyoruz. Belki de Berger’i kıyasıya eleştirenler çok daha önce kendilerine bu suçlamaları misliyle yapmışlardı. Öfkenin bir yönü daha var: Hayatımızı cehenneme çevirerek kaybettiklerimizin sayısını günden güne artıran mevcut toplumsal, siyasal ve ekonomik düzene karşı tepkiyi nedense dile getiremeyince zincirin küçük halkalarına saldırıyoruz. Berger’in başına gelen biraz da buydu sanırım. Ancak salgından önce “tiyatro” diye yapılanla salgın günlerinde online tiyatro denemelerinden hangisi iyi, hangisi kötü gibi kutuplaşmış bir tartışmaya çekilmek yerine yazısında aralı kalmış bir başka kapının ardına bakmak iyi olabilir. Ben de arkadaşlarımla biraz bu kapının ardından dökülenlere baktım. Bir arkadaşım yazarın andığı o “bir araya gelme sanatı”nın salgından önce de zaten çoktan bir mezarlığa döndüğünü, o yüzden dijital tiyatroya karşı mevcut tiyatroyu savunmanın yersizliğini vurguluyordu. Öyle ki bugün dijital ortamda yapılan şey ancak o ölünün paradosi olduğunun farkında olması kabulüyle yaratıcı ve dönüştürücü bir alana dönüşebilirdi. Bilemiyorum! Ama bu yaşadığımız dönem tiyatronun nasıl yapılması gerektiğinden çok tiyatronun ne’liği üzerine durup yeniden ve yeniden düşünmeyi gerektiriyor. En çok da bir araya gelmenin tarihi ve güncel koşullarını. Eğer hayatımız uzun bir süre sosyal mesafe gözeterek geçecekse o vakit her şey değişecek. Tiyatro bir araya gelme sanatı olduğu kadar bu bir araya gelme dahilinde bir mekân yaratma sanatı. Somut anlamda tiyatro mimarileri de değişecek belki ileride. Ben kendi payıma özellikle İstanbul’daki tiyatro yaşantımızda adına konvansiyonel tiyatro dedikleri kurumsal tiyatro ile onun karşısına konumlandırılan bağımsız tiyatrolar arasında seyreden bir tiyatro deneyimiyle bu “bir araya gelme sanatı”na dair tahayyülümü çoktandır daralttığımı düşünmeye başladım. Sahiden Beyoğlu ve Kadıköy civarında, eski binalarda yeni sahnelerle mi sınırlıydı tiyatro? Ya da diyelim karantina günlerinde evinin balkonunda komşularına bir kukla gösterisi yaptığında bir oyuncu, tiyatro mu yapmış oluyordu? Peter Brook’un Boş Sahne’deki meşhur tanımıyla “evet”. (“Bir adam boş bir sahneyi bir uçtan bir uca kat eder ve bunu biri izlerse, orada bir tiyatro eyleminin ortaya çıkması için gerekli koşullar bulanacaktır.”)En çok da şu: Biz neden sürekli tiyatronun ölmediği, ölmeyeceğini basbar bağırma ihtiyacı içindeyiz. Farklı sanatlardan arkadaşlarımla mektuplaşıyoruz demiştim ya size. Hepsi bu sürecin kendi sanatsal üretimini nasıl değiştirdiğini anlatıyordu ama kimse salgın günlerinde resim/şiir/edebiyat/müzik öldü mü, ölür mü diye düşünmüyordu örneğin. Neydi bu tiyatroya sinmiş ölüm korkusu? Dönüp dolaşıp aynı yere, geçen mektupta konuştuğumuza geliyoruz hocam: tiyatro karşıtlığı, tiyatro yanlılığı, tiyatro korkusu. Onları tekrar edip sizi sıkmayacağım. Sadece Berger’in yazısı etrafında aklıma düşenleri paylaşmak istedim. Lütfen kendinizi bu konuda cevap vermek zorunda hissetmeyin. Eminim şu sıralar sizin aklınızda çok daha verimli ve hemen şimdi yapılası projeler, fikirler vardır. Dinlemeyi çok isterim.
Mektubunuzda “merak ediyorum sen de benim gibi toplumsal cinsiyet konusuna ilgi duyuyorsun, acaba her şeye bu gözle de bakıyor musun?” diye sormuşsunuz. “Evet” hocam. Ama biliyorsunuz ben bu konuda ne bir tez yazdım ne de etraflıca çalıştım. İlgim yirmili yaşların sonunda tiyatro yüksek lisansında aldığım bir ders sayesinde başladı ve o serüven benim hayat yolculuğumda kendine pencere kenarında sabit bir yer kaptı. Benle beraber gördüğüm her şeyi izliyor, hissediyor, bazen geriye doğru bakıp geçmişimi, çocukluğumu yeniden kuruyor. Fark etmişsinizdir, benim yazılarımda hatta mektuplaşmalarımızda bile çekimine tutulduğum bazı kavramlar var. Yazıyla, tiyatroyla ve genel olarak sanatla kurduğum ilişki bir telafi estetiğine temelleniyor. Bir tür geri dönüştürme, yeniden kazanma çabası gibi. Toplumsal cinsiyet ve feminist teorilerin bana söylediği şey sadece toplumsal iktidar ilişkilerinin neden ve nasıl dağıtıldığı, bu dağılımdan tiyatro sahnesinde ve yaşamda bedenlerimizin -en çok da kadın bedenlerinin- payını nasıl aldığı ve hangi koşullarda, ne tür bir aradalık hallerinde bu orantısız dağılımı yeniden düzenleyebileceğimizi düşünmek ve sorgulamaktan ibaret değil yalnızca. İçimizi güçlendirmeyi, hayattan oyunsu bir haz almayı ve ona inat gitmeyi de telkin ediyor. Bir şey entelektüel bir merak konusu ya da üzerimize dönemsel yahut mevsim gereği geçirdiğimiz bir aba gibi durmak yerine kendi hayatlarımızdaki bir kördüğümü açan içsel, zorunlu bir ihtiyaç olarak geliyorsa anlamlı bir dönüşüme yol açabilir diye düşünüyorum. Toplumsal cinsiyet konusuna ilgim bende bir çocukluk inadıymış, şimdi şimdi anlıyorum. Annemler sık sık anlatır, ben de hatırlarım. Hatta hatırladığım en eski anım: 3-5 yaşlarında sokağa çıplak çıkıp oyun oynama sevdasına tutulmuşum. Ne annem, ne babam çıplaklığımla başa çıkabiliyorlardı. Bir tek karşı komşumuz Ayşe teyzeyi hatırlıyorum. O, popoma vura vura zorla beni eve sokardı. Hala gözümün önünde. Ayşe teyze bahçe duvarına yaslanmış ezanın okunmasını bekliyor, ben de sokağa bakan salonun tül perdesi ardına saklanmış ezan okununca onun namaz kılmak için eve girmesini. Ezan sesi o gün bugün müthiş bir huzur ve mutluluk kaynağı benim için. O çocuk halimle ezan sesini duyunca sokak bir ibadet vakti kadar bir zaman için bana kalırdı. Ben de yine anadan doğma oynardım. Annem “bir gün sana evden çıkmayı yasak ettik, bu kez de soyunup pencere demirlerine oturuyor, Ayşe teyzeye inat yapıyordun. Hem korkuyordun ondan hem de bayılıyordun onunla inatlaşmaya” diyor. Sonra nasıl bir beden eğitiminden geçtim bilmiyorum. Hayat Ayşe teyzenin vurduğu şaplaklar kadar şefkatli değil. Ayşe teyze dışında hangi iktidar ilişkilerine hem korkuyla hem inatla yaklaştım, onu da bilmiyorum. Ne bedenime dair duyduğum o ilk anın farkındalığı ve hazzı kaldı geriye, ne de o inat. Karantina günleri, elektrikler kesilince hikâyeler anlatarak, şarkı söyleyerek etrafında toplandığımız bir mum ışığı gibi kimi karanlık anları aydınlatıyor hocam. Biz de dün akşam babamın yaptığı sütlaçları yerken annemden bu hikâyeyi yeniden dinledik. “Merak etme anne, ölmeden önce o pencere demirlerine bir gün yine eskisi gibi oturacağım” deyince “Allah göstermesin, ne biçim konuşuyorsun” dedi annem. “Hangisi anne? Ölecek olmam mı, yoksa çocukluğa dönecek olmam mı?” Annem metaforumu anlamadı galiba her iki koşulda da. Yani samimi olmak gerekirse hocam, toplumsal cinsiyet ve feminist çalışmalara duyduğum ilgi hayatımı tekrar o masumiyete ve çocukluğun o inatçı oyunbazlığına taşıma çabası galiba. Yıllar sonra, ben yirmisinde üniversite öğrencisiyken, bir bayram buluşması için bize gelen Ayşe Teyze “kızz, ne kadar büyümüşsün! Hala çıplak geziyor musun sokaklarda” dediğinde utancımdan yerin dibine girmiştim. Bu kez hatırlayan Ayşe teyze, unutturmaya çalışan bendim. Ama biliyorum kendime dair bir şeyler orada kuruldu, orada kökten değişti. Neticede yaptığımız her şey kendimizi anlamanın ve yeniden anlamlandırmanın, bu sayede az da olsa yaşamımızı güzelleştirmenin bir yolunu bulmak değil mi? Bugün bunları (parantez içinde de olsa utanmadan) anlatabilmek güzel!
Sizin hocam, hatırladığınız en eski anınız nedir? Var mı sizin de benzer bir yasaklama ve inat öykünüz? Paylaşmak isterseniz, seve seve dinlerim.
Çok sevgiler,
Eylem.
ZEHRA İPŞİROĞLU’NDAN EYLEM EJDER’E
Köln, 5 Mayıs 2020
Sevgili Eylem
Haklısın doğanın iyileştirici bir gücü var. Geçen mektuplaşmamızda da uzun uzun söz etmiştik bundan. Burada yaşlıları yasaklarla görünmez kılmak (böylece içimizin rahat etmesini) sağlamak gibi bir uygulama olmadığından genç yaşlı herkes baharın doyasıya tadını çıkartıyor. Almanlar doğayı çok sevdikleri için de her yer parklar, bahçeler, ağaçlar, çiçeklerle dolup taşıyor. Bonn’da göl kenarında anne baba ve çocuk olmak üzere hep üçlü gezen kahverengi, bej ve yeşil renklerde bir ördek ailesiyle, iki ayağının üstüne durarak yemek dilenen, sonra da kedi gibi sokularak avucumdan bisküvi ve havuç yemeye bayılan bir kunduz çiftiyle tanıştım. Kunduzun kahverengi parlak ıslak tüylerini, kulaklarını okşarken insanlara dokunamasam bile hayvanlara yakın olmanın sevincini yaşıyorum. Yaşam her şeye rağmen çok ama çok güzel duygusu… Öte yandan doğaya gönlümü açmışsam, kafamın içinde cirit atan düşünceler, kaygılar, korkular bir anda uçup gidiyor. Doğayla bütünleşiyorum yani, bu duyguyu sen de bilirsin. Böylece arınıyor, temizleniyoruz. İnsanlar bunu meditasyon ya da Yoga ile yapıyorlar da, doğa da çok iyi geliyor.
Uzak duruyorum insanlardan. Köln’de bisiklet sürerken, hep bisiklet yollarını tercih ederim, trafiğe girmemeye özen gösteririm. Girecek olursam da iyice gerilirim. Şimdi de tenha yollarda, bahçelerde, parklardan hep yalnız yürüyorum. Potansiyel virüs taşıyıcısı olarak gördüğüm bir insan yaklaşırsa da maskemi yüzüme çekerken tıpkı bisiklet sürerken olduğu gibi geriliyorum. İnsanlardan da arabalar kadar korkuyorum. Ne absürt bir durum değil mi? Ama herkes uzaklığı korumaya özen göstererek birbirlerine saygı gösteriyor. Uzaktan sıcak bir selamlaşma, tatlı bir gülümseme Almanya’da pek alışık olduğumuz bir şey değil. İnsanlar farklı biçimlerde birbirlerine dokunmanın yollarını arıyorlar sanırım.
Kunduz ve ben, 4 Mayıs sabahı
Sen beni tanırsın. Öğrencilerim, arkadaşlarım, dostlarım ne kadar değerlidir benim için. İstanbul’a her gelişimde Cihangir’deki evim nasıl da dostlarla dolup taşar, onlarsız bir yaşam düşünemiyorum bile. Şimdi de İstanbul ve sizler gözümde tütüyorsunuz. Oysa geçenlerde Korona günlerinde İstanbul’la ilgili bir belgesel izledim. Cıvıl cıvıl insanlarla dolu Taksim, Beyoğlu, her yer ölü gibiydi. Yaşamayan bir kent, iyice terk edilmiş gibi…
Şimdi masa başımda oturmuş Köln’deki lüks hapishanemden sana yazarken bizim mutlak bir yalnızlığa ve izolasyona itilmemizi engelleyen sanal dünyanın önemini ve değerini düşünüyorum. Tek sorun bunu nasıl kullandığımız. Özçekimlerle birer ego firma olarak kendimizi sergilemek, kendi reklamımızı yapmak ya da yüzeysel konuşmalar ve oyunlarla zamanımızı harcamak için mi, yoksa düşünce ve duygu alışverişinin yollarını arayarak mı? Bu söylediğim tabii ki tiyatrolar için de geçerli. Korona öncesinde de söyleyecek hiçbir şeyi olmayan tiyatrolar ve tiyatrocuların gündemden düşmemek için online programlarına alelacele devam etmeleri ile tiyatroyu gerçekten bir yaşam biçimi olarak benimsemiş olan bu alanda nitelikli ürünler veren tiyatrocuların sosyal medyadaki etkinlikleri arasında dağla taş kadar fark yok mu? Sorun canlı bir sanat alanı olarak bizleri aynı mekanda buluşturan tiyatro ile dijital tiyatro arasındaki fark değil, nitelikli ile niteliksiz arasındaki fark bana göre. Bu açıdan da “tiyatro ölüyor mu?” yaygarasına da katılamıyorum. Neden ölsün ki başka biçimlerde, başka yollarda yaşamını sürdürüyor, günün birinde de bu virüsten kurtulduğumuzda da kendini yenilemiş olarak salonlarını yine açacak.
Berger’in yazısını okudum onu anlıyorum, sosyal medyada abuk sabuk tiyatro programları izlemekten gına gelmiş adamcağıza. Oturup önce bir kendimizle hesaplaşmamız gerektiğini söylüyor. Haklı olmasına haklı da. Korona öncesinde abuk sabuk oyunlar yapanlar, şimdi birden neden dönüşüm göstersinler ki? Korona yaşamımızı durdurarak bize düşünme fırsatı vermesine veriyor da bu fırsatı kullanarak yeni yaratımlara yol açacak olanlar yine de Korona öncesinde de sağlam işler yapmış olanlar olmayacak mı?
Berger tiyatroculardaki üretim çılgınlığından söz ediyor. Sanırım burada hepimizin kendimize sormamız gereken soru şu: Neden ve niçin üretiyoruz? Söyleyeceğimiz bir şey olduğu için mi yoksa sadece para kazanmak ve ünlü olmak için mi? Üretmek için mi üretiyoruz yoksa üzerinde düşünmek, anlamak, sorgulamak istediğimiz bir derdimiz mi var? Kolay üretimlerle tüketim toplumuna katkıda mı bulunuyoruz, yoksa tam tersine alternatif arayışlar içinde miyiz? Sen mektubunda tiyatro nedir ya da neden tiyatro diyorsun ya, sanırım öncelikle bunun hesabını vermemiz gerekiyor.
Öte yandan sanatın, tiyatronun iyileştirici gücünden söz ediyoruz. Ama hangi tiyatronun? Bu açıdan da canlı ya da online tiyatronun nasılı da bence çok önemli. İşte bu noktada sorgulama ve eleştirmenin de önemi yine gündeme gelmiyor mu? Çünkü zevkler ayrı bile olsa ortak bazı ölçütler var. Aslında bu sanatın bütün alanları için geçerli. Yeni çıkan TV Dizi Pusulası, Dizi Eleştirisinin Temelleri kitabını okumaya fırsat buldun mu, çünkü tam da bu konuyu gündeme getiriyorum. Eleştiri kutuplaşma yaratmıyor sorunların özüne inme, anlamaya çalışma fırsatı veriyor bize. Bu açıdan da çok yol açıcı.
Kısaca Berger önemli bir konuya değinse bile bakışının bütünü kuşatamadığını bu açından da yüzeysel, daha doğrusu kısıtlı kaldığını düşünüyorum. O an hissettiği bir öfkeyle yazılmış bir yazı, öfkesinde de tabii ki haklı. Ama biliyorsun öfke yine öfke üretiyor, aldığı saldırgan tepkiler de sanırım buna bağlı.
Online tiyatro hem alımlama hem yaratma açısından çok büyük iki fırsat veriyor bize. Geçmişte büyük işler yapmış olan önemli tiyatroların arşivlerini açmaları bize geçmişle hesaplaşarak geçmişten öğrenme, böylelikle kendimizi yenileme olanağını veriyor.
Bu akşam Berliner Ensemble’deki Ekkehard Schall’ın oynadığı Brecht’in Galile’nin Yaşamını seyredeceğim örneğin. Buna şimdiden seviniyorum. Çünkü daha geçenlerde Düsseldorf’da oyunun ana düşüncesini ve iletisini yerle bir eden çok kötü bir Galile seyretmiş büyük hayal kırıklığına uğramıştım. Günümüz tiyatrocuları kendi narsisizmlerini aşıp da geçmişte ya da bugün başkalarının yaptığı güzel işlerle yüzleşme cesaretini bulabilseler tiyatroda da çok şey değişebilirdi.
Bizim gibi tiyatro izleyicisi az olan ülkelerde ise online tiyatro biliyorsun çok farklı kesimlere ulaşabiliyor. Sözgelimi Dostlar Tiyatro’sunun Marx’ın Dönüşü üç yüz bin, Aziz Nesin gösterisini iki yüz bin, Sivas 93 yüz bin izleyiciye ulaşmış. Düşünsene bir, tiyatroya gitme şansı olmayanların online da olsa iyi bir tiyatro oyunuyla karşılaşmaları az şey mi?
Öte yandan tiyatrocuların da bu oyunlardan öğrenebilecekleri şey çok. Genco Erkal’in online tiyatro olarak geliştirmesini dilediğim Aziz Nesin gösterisi gülerek düşündürmenin ne olduğunu gösteriyor bize. Sivas 93 izlediğim en çarpıcı belgesel. Provalar dahil olmak üzere belki beş kez izlemiş, her seferinde aynı heyecanı duymuşumdur.
Tabii arşivlerin açılmasıyla birlikte muhteşem müzik etkinliklerine konserlere, operalara da katılabiliyoruz. Metropolitan Operasının da arşivlerini açması opera sevenlere unutulmaz tatta gösteriler sunuyor.
Bir de dünyanın en ünlü opera şarkıcıları zoom aracılığıyla kendi seçtikleri şarkılarla kendi yaşadıkları coğrafyadan ve mekandan harika bir canlı yayın yaptılar, teknik de çok aksamalar oldu ama önemli değildi. Ben çok ama çok etkilendim. Ama biliyorsun benim bir müzik damarım var, yirmili yaşlarındayken opera sanatçısı olmak istiyordum. Her şekilde klasik müziğin de insanı iyileştirici ve güçlendirici sihirli bir yanı var.
Gelelim yaratıcılığa. Bence yaratım açısından da online tiyatro bizlere yepyeni yollar açabiliyor. Sözgelimi tiyatroda performans türü gösterilerin alıp başını gittiği bir dönemde dilin öneminin ve gücünün yeniden keşfedilmesi, bu bağlamda okuma tiyatrosu gibi yeni projeler oluşturulması gibi. Sözgelimi BGST Tiyatro ekibi Her Güne Bir Vaka projesiyle Sevilay Saral’ın yazdığı kadın monologlarını sergileyecekler. Moldovalı bir temizlik işçisi, bir kargo çalışanı, emekli bir öğretmen, bir sağlık çalışanı, şiddet gören bir kadın vb. karakterlerle kadınların izolasyon öyküleri gündeme geliyor. Oyuncu arkadaşım Aysel Yıldırım’ın gönderdiği deneme videosunu izlediğimde çok heyecanlandım.
Benzer bir projeyi belgesel sinemacı arkadaşımız Deniz Şengenç’in yönetiminde Duygu Asena ödülü alan Haneye Tecavüz romanımla planlıyoruz. Altı kadın ve bir transın iç içe geçen öyküleriyle kadınları kıskaç altına alan eril sistemi deşifre ederken online tiyatronun da olanaklarını keşfetmeye çalışacağız. Bu alanda hepimiz daha çok yeniyiz ve bir arayış içindeyiz. Ama bir gün canlı tiyatroya geri dönme şansını elde edersek online tiyatronun bize getirdiği kazanımlardan da büyük oranda yararlanacağız.
Öte yandan yine sosyal medya bize tiyatroya, sinemaya, dizilere farklı bakışlar getiren yuvarlak masa toplantıları yapma, sevdiğimiz kitapları tanıtarak üzerinde tartışma olanağını da veriyor. Kültürel alanda yapılanlarla yeterince hesaplaşılmadığını düşünüyorum, kısaca düşünsel boşluklar var. Bu açıdan bu tür tanıtım ya da tartışma programları çok işe yarayabilir. Ben de az önce değindiğim yeni çıkan TV Dizi Pusulası kitabı bağlamında beş dakikalık kısa videolar hazırlıyor, dizilerde kadın, şiddet, oyunculuk vb. konuları irdeliyorum. Umarım işe yarar. Kısaca sosyal medyada yapılacak işler çok, önemli olan bizim bunu niçin yaptığımızın hesabını verebilmemiz.
Sen mektubumda bana toplumsal cinsiyet konusunda bir anın var mı diye soruyorsun? Hem de çok var ama bu senin minicik bir kızken üstündekileri atıp sokağa fırlatmandan biraz daha farklı. Senin anının bütün bağlardan kurtulma, özgürlüğü yaşama duygusuyla birlikte simgesel bir boyutu var.
Benimki çok daha basit: Yaş dört: Adım Zehra İpşiroğlu, neden İpşiroğlu da İpşirkızı değil ben kız olduğuma göre? Yaş altı: “Erkek sözü mü?” “Hayır kız sözü” “Sayılmaz.” “O zaman seninle oynamam.” “Hadi tamam kız sözü olsun”; Yaş sekiz: “Baba neden senin üstünde çalıştığın bütün ünlü sanatçılar erkek, neden bütün ünlüler erkek, kadınlar önemli bir şey hiç yapmamış mı?”,
Bugünlük bu kadar Eylemcim, uzatmayım diyorum ama sana yazdığımda nedense hep uzuyor mektuplar. Umarım sıkmamışımdır.
Seni uzaktan kucaklıyorum.
Zehra