Ahmet Bozkurt
Fotoğrafın bir görüntü değil, tam aksine kurmaca olduğunu dillendiriyordu Baudrillard. Böylece fotoğrafın nesnel suç ortaklığı da başlamış oluyordu Baudrillard için. Nesnelerin görüntüsünün bir kurmacası olan fotoğrafın varlığı bile kendi yokluğunu içeren bir uzamda var olur. İşte bu yüzden her zaman fotoğraf eyleminde simgesel bir cinayet görür Baudrillard. Bir fotoğrafın amacı özel bir nesnenin gerçekliğini tercüme etmekten öteye gitmemekte; en nihai sonucu da düşsel bir takım çizgilerin ortaya çıktığı fragmanlara ayrılmış birer kopyadan başka bir şey olmayan düşsel görüntü nesnelerinin bir gerçeklikmiş gibi ortaya çıkmasıdır. Oysa fotoğrafın yakalamak istediği şey, dünyanın birtakım fragmanları, detayları, punctum’larıdır. O yüzden fotoğraf hiçbir şeyi genelleştirememektedir.
İmgesel ile gerçek olan arasındaki durakların kırılgan bir varlık düşüncesi eşliğinde telafi edilerek dolaşıma sokulduğu anlık bir imajlar bütünüdür fotoğrafınki. Bu yüzden fotoğraf, saydam bir varlık ve gerçeklik düşüncesini her zaman görüntüler aracılığıyla iletme yolunu seçmiştir. Bir fotoğraf karesine sıkışmış olan gerçeklik algısı, görüntülerin yakaladığı nesnenin bir kopyası olmasının dışında, onda kendi “ben”ini gören narsisist öznenin bildik mekân arzusunun yitimini de gizler.
O halde nedir bizi bir fotoğraf karesine sıkışmış yüz’ü anlamaya kışkırtan şey? Bir yüz, “öteki”ni tanımanın öncelikli koşulunu oluşturmaz mı? Böylesi bir koşul, tematize edilemeyen bir dilin akışkanlığı içerisinde gerçekleşir. Yüz’ün Levinasçı açılımı (unfolding) da varlığın ancak, eyleyici (agency) bir gösterge olarak harekete geçtiği, kendisini etik bir dilin akışkanlığına bırakarak konuştuğu, bir uzamda belirir. Zira, yüz var olanla ilişkiye girdiği anda öncel olarak varlıkla da ilişkiye girmiş demektir. “Ben” ve “başkası” arasındaki karşılaşmanın bundan daha başka bir mekân duygusu içerisinde dile gelmesi pek mümkün değildir aslında. Bu durumda varlığın çok daha ötesinde bir şey söz konusudur; onun için ne Levinas’ın ne de Heidegger’ın önerebileceği türden bir varoluşun ya da benlik kaybının adresi belli değildir artık. Bundan böyle ancak, görüntüye eklenen hazların ve durağanlıkların salgısal bir görünümü sayesinde yüz’ün ortaya koyduğu gerçeklik/yanılsama algısını duyumsayabiliriz.
Fotoğraf, yüz, gerçeklik ve yanılsama gibi birbirine özdeş olmayan farklı alımlama biçimlerine sahip olan kavramlar arasında dönüp dolaşınca, Enis Batur’un “yüzyoğurma işliği” dediği türden bir okuma acaba kaç kişinin zihnini meşgul etmiştir diye sorası geliyor insanın. Nasıl bir bakışımlılık ve görsel bir çoğaltım eşlik ediyor ki yüz ve yüzün halleri içerisinde bir insan bu kadar kaybolabiliyor. “Yüzüm, biraz da ufkum, içufkum” diyebilen biri hiç şüphesiz yüzün tüm fenomenolojik açınımlarına gebe eşsiz bir derinliğin ve karşı konulmaz bir merakın tutsağıdır. Zaten yüzün imgeselliğine abanan bir doğurganlık hâli de hep meşgul etmiştir Batur’u.
Enis Batur’un Kaan Çaydamlı’nın çektiği “30 Kare Mezar Fotoğrafı Üzerine” yazdıkları da bu türden metinler. İnsan yüzleriyle hiç de azımsanamayacak bir zamandır meşgul olan Batur’u her metninde rastladığımız içsel derinliği eşliğinde burada da, bu fotoğraf kareleri üzerine yazdıkları ile yeni bir eşikte; yüze egemen olan ve yüzün gerçek öyküsünü örten gizin üstünü eşeleyen kimliğiyle görmek yeni bir durum olmasa da her metninde olduğu gibi yine ilginç bir deneyim sunuyor okura.
Her şeyden önce yüzü okumadan ziyade yüze bakmanın temel bir problem oluşturduğunun farkındadır Batur. Bu sebepten olsa gerek “yüze ve yüzlere bakmanın, dimdik bakmanın, gerçek, ağır bir taciz biçimi olarak görülmesine şaşırmam” der. Fakat aynı zamanda kimsenin kimseye bu kadar bakmasına izin verilmemesini sağlayacak kuralların ve yasaların çıkartılmamış olması karşısındaki şaşkınlığını da açığa vurmaktan alıkoyamaz kendisini.
Bir çift gözün yüze, yüz’lere onların arkasını okuyasıya bakmaya yönelmesi, sapkınlıkların en tehlikelisi Batur için. Bu tehlikeli sapkınlık türü bir “yüzyoğurma işliği”, bir yazı deneyimi olarak sürüp gidiyor Enis Batur metninde. Hem de yüzün kaotik görünümünden tutun da ölüm ve ona eşlik eden korkunun yanı sıra, gözün görünür olan ile bağlantısının fotoğraf karelerinde ortaya çıkan yüze, mezar taşlarında ölümün soğuttuğu yüzlere nasıl yansıdığına kadar uzun soluklu bir yazı deneyimine götürüyor okuru. Son Kare, işte bu yüzden, yüz’ün açığa çıkardığı esrik hallerin metinsel/fotoğrafik düzlemde okunabileceği bir metin aynı zamanda.
Daha önce, “Issız Dönme Dolap” ve “Kum Saatinden Harfler”de de görüntü ile imge arasındaki köprüyü; tekrarlanamaz, geri dönüşü olmayan, zamanın ve uzamın içinde mutlak bir kare olan fotoğrafı anlamaya çalışmıştır Batur. Belki bir enstantane çalışması ama, en nihayetinde imgesel bir birime sahiptir fotoğraf. O yüzden karenin içindekine varan, gözün sınırlarını belirlediği, imgelemin sınırlarını açtığı imgeleri bağlam dışı tutmaz Batur.
Yüz, en çok, “Başkalaşımlar I-X” da meşgul etmişti Batur’u; işaretlerin ve anlamların örtüştüğü, ayrıştığı, denkleştiği ya da birbirileriyle yüzleştikleri “yer“ olarak. Bu yer kimi zaman Michel Leiris’in satır aralarından sızan, aslında kendisi olan öteki’nin görüntüsünü harflere salan bir görme biçimi, kimi zaman ise objektifin karşısında yalnızca bir an’ı temsil eden bir yüz olarak ortaya çıkar. Bu sebepten olsa gerek Anna Magnani’nin fotoğrafına bakarken, pek az insan yüzüne sığabilecek yoğunlukta bir anlam uğultusunu keşfetmek yüzün silik imgeleminde kaybolmasının verdiği bir haz olsa gerektir. Belki de Batur’un, yüz’de tıslayan mıknatısın bir yitimin ilk habercisi olduğunu, hem de yüzümüzün bir maskeye, geridönüşsüz bir yabancılığa dönüşme sabırsızlığında olduğunu dillendirmesi yüzün apaçık bir tuzak olduğunun özsel bir ikrarıdır.
Zaten “Son Kare”de de Batur, mezar taşları üzerine kazılı olan fotoğraflara bakarak sorguladığı zaman, mekân ve yaşanılan an’ı dehşetengiz bir şekilde örten ölüm duygusunun sürekliliğini fotoğraf eyleminde sabitleştirir. Bir uzunluğu vardır ölümün ve bu yüzden de ona bir yer ve zaman ayrılmıştır. Oysa ölüm yüz’den ifadesini çekip aldığında onu tek bir haline indirgiyor, mıhlıyor-aynı fotoğraf gibi. Ölümün uzamıyla aynı eşzamanlı duyguya sahiptir fotoğraf: Yüz’e değdiği anda ölüm çoktan başlamıştır yüz için.
İnsan varlığı için kaçınılmaz bir yazgı ölüm. Tüm çağlara göre farklı anlamlar kazanmış. Son nefes anındaki çaresizliğin bir yansıması olarak görülebilecek çırpınışlar, ebedi dönüş için yapılan hazırlıklar hep bunun bir kanıtı. Fakat şu da bir gerçek: her zaman bir yalnızlık ve birbaşınalık duygusu içerisinde dile gelmiştir ölüm. Yalnızlığın yitimi insanı ölüme yaklaştırır. Ölümü imgeleyen her görüngü ise farklı bir zamana yaklaştırır bizi.
Yüzler ve yüzlerin yazıya/ışığa sinmiş silik imgelerinden daha görünür; hayatın anlamını ise ölümün eşiğine yaklaşan bir yüzden daha dehşetengiz bir şekilde resmeden ne olabilir ki? Zamanın durdurulduğu fotoğrafik görüntülerde bu yüzlerin açığa çıkardığı esrarengiz anlamı bulmak, okumak ayrı bir esrikliğe götürmez mi insanı?
Yüz’ün açığa çıkardığı böylesi bir esrikliğin farkına varmamak için hiçbir neden yok. “Son Kare”, aynı zamda, kendi yüzleriyle yüzleşmekten kaçınanlar için bir kaçış noktası bu anlamda: “Kendi yüzümü oysa hiç görmedim, onu görmeden öleceğimi biliyorum artık”.
12 Haziran 2003 tarihli Cumhuriyet Kitap’ta yayınlanmıştır.