Yiğit Sertdemir: Tiyatroyu Şan Şöhret İçin Yapmıyoruz

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mimesis-Söyleşi / Sahne sanatları için önemli bir alternatif mekan haline gelen Kumbaracı 50 geçtiğimiz günlerde 1. yılını kutladı. Kumbaracı 50 ve mekanı kuran Altıdan Sonra Tiyatro grubu hakkında grubun kurucularından Yiğit Sertdemir ile görüştük. Aynı zamanda İBŞT’de sanatçı olan Sertdemir, Altıdan Sonra Tiyatro, Kumbaracı 50, oyunları Fail-i Müşterek, İBŞT’de sahnelediği Surname, tiyatronun problemleri ve tiyatroda gelecek planları hakkında sorularımızı yanıtladı.

 

 

Kumbaracı 50 birinci yılını doldurdu. Yola çıkarken hedef neydi, bu hedefleri şimdi bir yıl sonrasında nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kumbaracı 50, Altıdan Sonra Tiyatro Grubu’nun onuncu senesinde kurulan bir sahne. Altıdan Sonra Tiyatro onuncu senesini doldurdu ama tanışmamızın, tiyatroya beraber başlamamızın on beşinci senesi. Yani sabit bir ekip olarak birlikte tiyatro yapmaya devam eden az sayıda gruptan biriyiz. Bir sahnemizin olması bizim düşlerimizden biriydi. Grup ilk kurulduğunda iki amacımız vardı. Birisi bir aracımız olsun, nakliye için sorun yaşamayalım, sonra mekân olur diye düşünürdük. Grup olarak uzun yıllar çok ince hesaplarla gittik. Her sene mekân aradık, olur mu acaba diye, her tiyatro grubunda olduğu gibi. Bir sürü yer gördük, bir türlü içimize sinmedi. Bir emlakçımız vardı, sürekli bize mekân gösteriyordu. Üç ayda bir, belki altı ayda bir, birden arıyor bir yer buldum diyor, gidiyoruz ama tavanı iki buçuk metre. Tekrar baştan anlatıyoruz, biz anlatamadık herhalde diyoruz; gidiyoruz, geliyoruz, sırf kolon her taraf. Seperasyon yapsan beşer metrekare odalar çıkacak, tekrar baştan anlatıyoruz. Artık tam ümidimizi kesmiştik, bir süredir düşünmüyorduk ki bir gün yine aradı, bir yer buldum diye, bizden bir arkadaş geldi, burayı gördü, acaba olur mu diye bize döndü. Biz geldik, gördük ve bakın bir yer buldum demesiyle, bizim görüp burayı tutmaya karar vermemiz arasında galiba bir hafta ya da on gün geçti. Önce şunu dedik, hiç paramız yok, kenarda oyunlardan gelen bir şeyler var ama çok cüzi bir para. Ama şimdi değilse ne zaman dedik. Tam olarak bunu söyledik. Yaşımız otuza geldi, yavaş yavaş enerjimiz düşmeye başlayacak. Şimdi değilse ne zaman. Kim bilir bu ülkede daha neler olacak. Şimdi değil de ne zaman deyip biraz da birbirimizi gaza getirip bir anda karar verdik; ama nasıl yaparız hiçbir fikrimiz yoktu. Çoğu insan mekanın kirası ne kadar diye soruyor. Halbuki kira harcamanın çok cüzi bir bölümü, onda biri falandır tüm işin. Altıdan Sonra Tiyatro’da, hiçbirimiz maddi bir gelir elde etmiyoruz gruptan ve mekandan, hak talep etmiyoruz, hiçbirimiz para kazanmıyoruz, ona rağmen yetmiyor. Ve çoğu insan tamamen gönüllü çalışıyor. Kumbaracı 50’nin kuruluşu destek projesi olarak başladı zaten, ancak böyle ayakta durabilirdi.

Kumbaracı 50’nin amacı bağımsız bir yapı oluşturup grupların nitelikli, temiz, her ayrıntısının düşünüldüğü bir mekânda ve maddi olarak kimseyi zarara sokmayacak bir şekilde oynamalarını sağlamaktı. Geçen seneden beri çok sayıda grupla paylaştık burayı. Yüzdeyle çalışan bir sahne burası ve kimseye külfeti yok, biz hariç. Biz çektik başkası çekmesin mantığıyla yaklaştık. Bizim oynadığımız sahneler donanımsızdı her zaman, çok iyi gibi gözüken bir yerde oynasak da hep sorun vardı, düşünülmemiş bir şey vardı. Bizim grupta da mimar, inşaat mühendisi, makine mühendisi birçok insan var, danışabileceğimiz bir sürü isim vardı. Amacımız eksiksiz bir sahne yaratmaktı. Evet, kolon var, o da güldüğümüz bir şey. Gelip “a kolon varmış” diyorlar, biz “evet vallahi varmış” diyoruz.

Hatta bunu slogana dönüştürdünüz…

İnsanı insana kolonla anlatan tiyatro. Yani o kadar takmadık ki biz onu, ben de inat ettim biraz. Bizim bütün oyunlar farklı seyir düzeninde oynandı. O kolonlar hep var ama şimdiye kadar kimseyi rahatsız etmedi. Herkese şunu dedirttik: “İyi ki varmış o kolonlar”. O açıdan Kumbaracı 50 gerçekten donanımlı bir tiyatrodur. Ses sistemi çok iyi, ışık sistemi çoğu tiyatrodan çok daha iyi düşünülmüştür. Havalandırma sistemi, ısıtma sistemi, kulisler, seperasyonlar, seyircinin oturma düzenlemesi çok iyi düşünüldü. Bir sürü sahne düzeni çıkıyor, çok farklı sahne alanları, seyirci alanları çıkıyor bu mekandan. Seperasyonlarımız var, böylece bütün alanlar bölünebiliyor, istenilen alan yaratılabiliyor. Başlangıçta bayağı viran haldeydi, bu hale dönüştürülmesi bir mucizeydi açıkçası ama, çok emek verildi.

Bu maliyet tümüyle destek projesiyle karşılanmadı sanırım.

Mali desteklerden bir pay geldi ama desteklerden gelen pay da nereden baksak buranın kurulum masrafının yanılmıyorsam sekizde biriydi. Arka arkaya kredi alınması gerekti ve hala onun borcu ödeniyor. Kumbaracı 50’nin masrafları henüz çıkmış değil.

Gruptaki kişiler karşılıyor masrafları yani.

Evet yapımız gereği, hepimiz maaşının yüzde on ya da ne kadarını verebiliyorsa veriyor, öyle ödeniyor, kredi alınıyor. Buradan gelen gelir de sadece seyirci geliridir.

Herhangi bir devlet yardımı aldınız mı?

Mekânla ilgili hayır. Oyunlar aldı.

İstanbul’da tiyatro mekânı çok az, var olanlar ne kadar değerlendiriliyor, o da ayrı bir konu. Kumbaracı 50 bir alternatif oluşturdu.

Belli sınırları var tabii ki. “O sınırlara rağmen ve o sınırları kullanarak”, bu anlayış tiyatro bakışımızda hep vardı. Buranın sınırı bu ve ne yapalım değil, buranın sınırını avantaja dönüştürmeyi düşündük her zaman. O kolonu gizleyemeyeceğimize göre kullanıp göstereceğiz. Bir sürü grup mekânı kullanmaya devam ediyor ve çok da tercih edilen bir sahne oldu Kumbaracı 50. Maddi anlamda bir külfeti yok gruplara, çok fazla dayatması yok. Oyuna göre kurulum da çok keyifli bir şey, herkesten duyduk bunu. Genco Erkal da keyifli çıktı, ne zamandır böyle bir keyif almamıştım diye.

Kumbaracı 50’nin amacı bağımsız bir yapı oluşturup grupların nitelikli, temiz, her ayrıntısının düşünüldüğü bir mekânda ve maddi olarak kimseyi zarara sokmayacak bir şekilde oynamalarını sağlamaktı. Geçen seneden beri çok sayıda grupla paylaştık burayı. Yüzdeyle çalışan bir sahne burası ve kimseye külfeti yok, biz hariç. Biz çektik başkası çekmesin mantığıyla yaklaştık.

İlk yılınızda bir sansür girişimi de yaşandı bu sahnede. Mekanınızı kullanan “Yala Ama Yutma” ekibi engellemeye maruz kaldı.

İlk provayı burada yapmışlardı ve burayı kullanacaklardı, prömiyerlerini burada yapacaklardı. O sırada Vakit gazetesi birden hedef gösterdi. “Yala Ama Yutma” oyununun Müslümanlara saldırdığını söylediler. Elbette alakası yok. Bir anda biz tehditler almaya başladık, oyun burada oynanacağı için. Ve tamamen bir dezenformasyondan kaynaklanan, oyunun bizim oyunumuz olduğu gibi, Kumbaracı’nın tiyatrosu olduğu gibi bir algı oluştu. Sadece mekânımızda ağırlarken ciddi bir bilgi hatası oldu ve buraya sürekli tehditler gelmeye, telefonlar yağmaya, mailler gelmeye başladı. Ciddi tehditler tabii. Çok kötüsünüz siz gibi değil… Komik tehditler de vardı, diyanete sordunuz mu diyen de oluyordu. Antigone veya Oidipus ne kadar İslamiyet’e küfrediyorsa, herhalde “Yala Ama Yutma” da o kadar küfrediyordur. Aynı dönemde mühürlenme olayıyla karşılaştık, belediye yangın merdiveni için eksik bulmuş. Ama bir anda, alelacele bir şekilde mühürlendi.

Ve grup burada oynamaktan vazgeçti.

Grup üzerinde müthiş bir baskı oldu. Kapıya eli bir yerde “oyun bu akşam var mı” diyen insanlar geldi. Sivil polisler, emniyet harekete geçti. Tatsız bir süreç yaşandı. “Yala Ama Yutma” oynamadı, bize de tabii tuhaf bir bakış açısı oldu. İki üç ay sonra bile mailler geliyordu, yeni fark etmiş mesela, internette görmüş. Tabii ki ağır, çok kötü bir süreç yaşadık.

O dönemde konuya dair yaptığınız bir konuşmada olayın ardından tiyatro camiasından bazı kişilere oldukça kızgın olduğunuzu gördüm. “Hangi toprakta doğduğunu bilmeyen entelektüeller, ucuz kahraman olmak istediler” ve hatta “aptal ve ahmak” demişsiniz.

Biz daha önce böyle bir şey yaşamamıştık. Uzun zamandır böyle bir şey yaşanmamıştı İstanbul’da. Olay oldu, arayanlar oldu. “Şekerim ne olmuş yav orada” diye arayanlar. Öldürülüyoruz, yakmak üzereler falan. “Bir şey olursa arayın tamam mı” gibi bir sürü telefon aldık. Onun dışında bir anda internette birçok yazı ortaya çıktı. Buraya gelip oyun seyretmemiş, bu binaya girmemiş, buradaki insanlarla bir kez bile konuşmamış, buraya destek verenlerin kimler olduğunu bilmeyen kişilerin ahmakça, aptalca ve hangi toprakta olduğunu bilmezce yorumlarını okuduk. Çünkü sen Sivas’ı bilmiyorsan benim söyleyecek bir şeyim yok. Ve buradaki şey kapı pencere kırmakla kalmazdı. Bu da çok net bir şeydi. Tophane’de yeni olan olaylar rant meselesi için oluyor ama bu tamamen din meselesiydi. Kolay harcanacak, üzerinden geçilecek bir mesele değildi. Bence sorun Vakit gazetesi değildi. Ama Vakit gazetesine verilen cevaplar, bizim dışımızda verilen cevaplar olayı alevlendirdi. Biz halbuki herkesi susmaya davet ettik, olay çok büyüktü çünkü. Bir takım gruplar vardı işin içinde.

Ve ardından “ılıman davrandılar, yelkenleri suya indirdiler, korktular” tarzı yorumlar geldi.

Ne yapmamızı istiyorlardı, söyleselerdi yapsaydık ve sonrasına onlar mı katlanacaklardı acaba biz mi katlanacaktık. Şu an biz bir şeylere katlanmış mı olduk, süreç geçti, artık bence o kişilerin soğukkanlı bir şekilde geriye dönüp bakması gerekiyor. Çünkü çok ciddi bedel ödedik biz bununla beraber. Yani olay çıkacağı belliydi, daha saçma olan bizim birbirimizi sattığımızı, bizim “Yala Ama Yutma” ekibini sattığımızı söylediler. Biz mühürlenirken içeride Ayça ile beraberdik. Ekiple hep beraber üzüntüyle çıktık buradan. Ve bütün o yazıların hepsini beraber yazdık. Londra’daki kasabanın tiyatrosuna bir şey olmuyor ki. Yani çok meraklılarsa bir yokuştan aşağı inip baksalardı.

Altıdan Sonra Tiyatro, adından da anlaşılacağı gibi, altıya kadar çalışan sonra tiyatro yapan kişilerden oluşuyordu. Hala öyle, ben hariç herkes çalışıyor. Ve gelirinin belirli bir bölümünü gruba aktararak oyun oynuyorlar, yazıyorlar, çeviriyorlar.

Altıdan Sonra Tiyatro günümüzde gittikçe azalan bir kadro tiyatrosu anlayışını sürdürüyor. Altıdan Sonra Tiyatro’nun tiyatral anlayışı ve tiyatral duruşu nedir?

Altıdan Sonra Tiyatro’da herkes, bir kişi hariç, İTÜ kökenlidir. Üniversite yıllarında beraber tiyatro yapan, amatör olarak birlikte tiyatroya başlamış kişileriz. Güzel Sanatlar Bölümü Tiyatro Topluluğu’nda tiyatroya başladık, hepimiz öğrenciydik, ben de makine mühendisliği öğrencisiydim. Sonra yavaş yavaş mezun olunmaya başlandı. Ve o dönemlerde grubu devam ettirelim yarı profesyonel bir yapı olsun dedik. Çalışan tiyatrosu, mezun tiyatrosu, örnekleri de olan Boğaziçi’ndeki gibi bir şeye dönüşelim. Altıdan Sonra Tiyatro, adından da anlaşılacağı gibi, altıya kadar çalışan sonra tiyatro yapan kişilerden oluşuyordu. Hala öyle, ben hariç herkes çalışıyor. Ve gelirinin belirli bir bölümünü gruba aktararak oyun oynuyorlar, yazıyorlar, çeviriyorlar.

Aslında siz de çalışıyorsunuz. İBŞT’de görevlisin değil mi?

Evet benim için de Altıdan Sonra Tiyatro burası. Mesleğimi yapıyorum ve dönüp burada tiyatro yapıyorum.

Amatör veya profesyonel kavramları yerine alternatif tiyatro kavramı yaptığınız işi biraz daha karşılıyor.

Doğru. Çok sık sorulan bir soru, amatör nedir, profesyonel nedir. Bir yandan çoğu profesyonelin profesyonel olmadığını biliyoruz.

Birbirine çok bağlı bir kadroyuz. Neredeyse çocuktuk birbirimizi tanıdığımızda. Zamanla bu bağ iyice güçlendi, yaşlar ilerledikçe kuvvetlendi. Kadroya yeni kişiler eklensin istiyor muyuz istiyoruz tabii, yeni kişiler de ekleniyor, çıkıyor, proje bazlı katılanlar oluyor. Bu sabit kadro ve alternatif duruşun pek örneği var mı artık Türkiye’de, pek yok herhalde.  

Nasıl bir tiyatral dil oluştu ?

Bizim oyunlarımızın ortak özelliği nedir diye baktığımızda hep kara mizah ortaya çıkıyor. Kendi oyunlarımızı yazalım kararını aldığımızdan itibaren ki Bekleme Salonu’dur o da, böyle bir dil oluşmaya başladı. Biz hep kendi oyunlarımızı üretelim, kendi mekânımızda oynayalım diyorduk. Şu an bu hayallerin hepsi oluşmuş durumda. Bir kere korkak ya da takıntılı bir ekip değiliz. Seksenleri eleştirelim, komedi oynayalım vs gibi takıntılarımız yok. İnsan bu durumda çok daha özgür olabiliyor. Bir de egosu yoktur kimsenin, bu sene ben oynayayım gibi bir durum yoktur, o sene kim boştaysa o oynar. Eldeki malzemeye göre, eldeki, duruma ve ihtiyaca göre oyun belirlenir. Bütün bunlar bir dil oluşturuyor mu oluşturuyor. Veya Altıdan Sonra Tiyatro’nun oyunudur bu kesin diye bir atmosfer yaratılıyor mu, bence yaratılıyor. Ama o aradığınız dilin karşılığı kara mizah mı yoksa amatör veya eğitimini almamaktan gelen hem riskleri hem samimiyeti üzerinde barındıran bir oyunculuk üslubu mu bilmiyorum. Biz hata yapma lüksümüzden hiçbir zaman vazgeçmedik. Bence bu önemli bir şey. Hata yapma lüksümüzü hep kullandık. Tiyatroyu şan şöhret için yapmıyoruz.

Nasıl bir seyirci kitleniz var?

Kumbaracı 50’yi takip eden bir grup oluştu. Altıdan Sonra Tiyatro’yu ve beni kişisel olarak takip eden bir grup var. Kumbaracı 50 herkese açık bir sahne, o açıdan da birbirini destekleyen grupların seyircileri de mekânın müdavimi olmaya başladılar. Ama yeterli değil tabii bu sayı, artacak. Genelde gençlerden oluşan bir seyircimiz var. O yaş kuşağının ihtiyaç ve yönelimleri de farklılaşıyor elbette. Çoğu oyunda hep test ederim sözümüz ulaşıyor mu, niyetimiz geçiyor mu diye.

Fail-i Müşterek, seyirci ile geçirilen müşterek bir süreçtir. Tabii farklı kuşaklar oyunu farklı yorumlayabiliyor. Eski kuşaklardan onlarla uğraştığımı düşünenler, niye hep bizimle uğraşıyorsun gibi tepkiler verebiliyor. Oyun sonuçta olanlara bizim kuşağın gözüyle bakıyor. 12 Eylül’ü anlatıyor ama 12 Eylül’ü bendeki etkisiyle anlatıyor. Bana ne yaptı, ondan bahsediyor. Onlara da siz bize ne teslim ettiniz sorusunu soruyor.

Bu yıl sahnelediğiniz Fail-i Müşterek’i politik tiyatro örneği olarak nitelendiriyorum.

Politik tiyatroya dair bir arayış…

Oyun otoriter devletin, faşizan toplumun yakın dönem tarihini orta sınıftan insanın nasıl yaşadığını aktarıyor ya da tartışıyor. Oyunda birçok noktaya değiniyorsunuz. 12 Eylül kuşağının nelerle karşılaştığını, işkenceleri, doğal felaketleri, faili meçhul cinayetleri kişilerin nasıl yaşadığını. Oyunun ortaya çıkış süreci nasıl oldu?

Fail-i Müşterek, müşterek fiiller müşterek suçlar üzerine bir oyun. Tuhaftır, yazılma serüveni de mekanın kapanmasına denk gelir. Biz kapandıktan sonra ben de bir buçuk ay kadar buraya kapandım. Burada bir ay gece gündüz kaldım. Sürekli okudum, seyrettim, bir yandan notlar aldım. Gece üçer saat uyudum. Dış gözler vardı, sabah biriyle çalıştım, akşam biriyle,  Özgür’le, Ömer geliyordu. Çok ciddi, yoğun, yorucu, benim daha önce yaşamadığım bir süreçti. Yaşarken tanık olduğun olayların belgelerini, yaşananların notlarını okuyorsun, fotoğrafları görüyorsun, bildiğini zannettiğin gerçeklerle bir daha yüzleşiyorsun, buna ihtiyacım vardı benim kişisel olarak çünkü damıtıp soğukkanlı bir şekilde yeniden üretmem gerekiyordu. Yoksa hep bir acım olacaktı, öfkemiz olacaktı.

Oyunda suçu işleyen değil suça seyirci kalana dair sorular var, o nedenle bütün seçimler de bu yüzleşmeye dairdir. Seyircinin karşılıklı oturtulması, oyuncunun-aktarıcının ortada olması da bu seçimin sonucudur. Belgesel gösterimlerin içindeki röportajların içeriği de bununla ilgilidir. Oyundaki tercihler hep aynı amaca yöneliktir, bütün bu olaylar olurken biz neredeydik? Kaybolanlar nereye gider, biz ne yapıyorduk o sırada? Biz ne yapmadık? Oyun bir performans mı bir aktarım metni mi bir deneyim mi bir maruz kalma durumu mu adlandırmak kolay değil. Fail-i Müşterek seyircinin yaşadığı serüvenin önemli olduğu bir oyundur, ne benim oyunculuğumun, ne metnin tiyatral olarak kalitesinin, ne belgesellerin görüntü kalitesinin önemi vardır. Burada önemli olan seyircinin yaşadığı süreçtir. İçeri girdiği andan bittiği ana kadar ne yaşıyor, ne geçiyor aklından. Bu açıdan ben başarılı buluyorum. Oyun bizim olaylara nasıl baktığımızı gösterirken bir yandan da bir şeye davet ediyor seyirciyi: Unutma, tartış.

Fail-i Müşterek bugüne kadar yaptığımız oyunlar arasında üniversite kuşağının, bizden önceki kuşağın en çok etkilendiği oyun oldu. Gözyaşları içerisinde gelenler oluyor, çok etkilenmiş çıkan oluyor, çok eğlenmiş olarak çıkan da oluyor, ama muhakkak ki kesinlikle bir tartışma başlattığını düşünüyorum. Bence Fail-i Müşterek, seyirci ile geçirilen müşterek bir süreçtir. Tabii farklı kuşaklar oyunu farklı yorumlayabiliyor. Eski kuşaklardan onlarla uğraştığımı düşünenler, niye hep bizimle uğraşıyorsun gibi tepkiler verebiliyor. Oyun sonuçta olanlara bizim kuşağın gözüyle bakıyor. 12 Eylül’ü anlatıyor ama 12 Eylül’ü bendeki etkisiyle anlatıyor. Bana ne yaptı, ondan bahsediyor. Onlara da siz bize ne teslim ettiniz sorusunu soruyor.

Bazı politik tiyatro oyunlarını izlediğimizde rahatlarız, bir tür arınma yaşanır. Burada arınma yok, sorularla çıkıyoruz. Öte yandan oyunda birçok konuya ve soruna değiniyorsunuz. Tabii bir oyuna her şey yüklenemez ama o zaman da akla bazı konular niye yoktu sorusu geliyor. Sözgelimi Kürt sorunu niye yoktu, 28 Şubat ya da Cumhuriyet mitingleri niye yoktu? Daha çok da 90’lara kadar olan süreç var, 90’larda yaşanan karabasan bir dönem var.

Başka bir yerde de söylemiştim, siz asıl tehlikenin farkında değilsiniz, 90’lar diye. Yani o kuşak geldi ki asıl felaket o ve onların nedenleri var. Bu oyun biraz geçmişle hesaplaşmaya girişti. Bunlar çok spesifik, Kürt sorunu, 28 Şubat… Yani oyunda 12 Eylül var ama aslında bir darbe kavramı geçmişe gönderme olarak var. Faili meçhul cinayette bir şey tartışıyor ama sadece Hrant Dink, Gaffar Okkan’a gönderme yapılmıyor. Daha genel bir şey anlatılıyor. Medyanın ele alındığı sahnede, o kese kâğıtlı adam tartışılıyor ama sadece Ogün Samast ya da Mehmet Ali Ağca tartışılmıyor. Kürt sorunu belki başlı başına bir konu olabilir ve hala tartışması süren bir şey. Oyunda detaylara saklanmış bu tür şeyler var ama böyle bir sahne eklenebilir, tartışılabilir, çıkartılabilir diye aramızda çok konuşuyoruz, genişleyebilecek bir önerme. Ama bu oyunda çok doğru bir yerde duracağını düşünmüyorum açıkçası.

Bu sezonun diğer oyunları ve önümüzdeki projeler neler?

Bu sene geçtiğimiz sezonun oyunları yine oynuyor. O.B.E.B, Öldün Duydun Mu, 444, Kapıların Dışında, Fail-i Müşterek. Önümüzdeki aylarda üç duayen oyuncunun rol alacağı yeni bir oyunun hazırlıkları sürüyor.

Hem alternatif alanda hem ödenekli tiyatroda yer alan bir kişi olarak şu anda tiyatronun Türkiye’de en önemli sorununu ne olarak görüyorsunuz?

Tiyatrocu yetiştirememesi. Daha doğrusu tiyatrocu tanımını doğru yapmamış olması. Kurumsal olarak baktığımız zaman elbette ki sansür. Ama tiyatrocu tanımını tekrar yapmak gerektiğini düşünüyorum. Tiyatrocu nedir, ne yapar, neyi düşünür, neyi üretir, neye tiyatrocu diyoruz. Televizyonlarla bizlerin de tabii dönüşümü farklı bir yere doğru evrildi ve tiyatrocunun dertleri maddi açıdan dönüştü. Ama tamamen tiyatro yapmayı tercih eden kişilerin de belki donanımları yönelimleri farklılaştı. Kutuplaşma oldu bence bu anlamda. Sırf tiyatro dönüştürür, beş kişi beni anlasa yeter diyemeyiz, yetmemeli. Popülist olanla sür idealist olan iki taraf oluştu. Tiyatrocu tanımı derken bunu kastediyorum. Ben Şehir Tiyatrosu’nda iki oyun yönettim, ikisinde de iletmek istediğimi ilettim. Buradaki benden farklı bir ben yapmadı onu. Ne istiyorsan onu doğru seçmen lazım. Donanım sorunu, mekân, para sorunu var ve hep olacak. Ama sen tiyatrocu kimliğini yeniden gözden geçirir ve tanımlarsan o zaman tanımlar ve hedefler doğrultusunda ilerleyebilirsin diye düşünüyorum. Ben de onun doğrultusunda yaklaşmaya çalışıyorum, yazıyorum yönetiyorum. Üretmek çok önemli.

Tiyatrolara devlet desteği tiyatroyu idame ettirme dışında nasıl çeşitlenebilir?

Bence mekân yardımı olması, mekânın kurulmasına dair yardım olması gerekir. Para vermese bile mekân göstermesi önemlidir. Bu bir destektir, mantıklıdır. Ayrıca uluslararası ilişkiler için tiyatro topluluklarına ciddi yardım yapmak gerekir. Pasaport için, mesela pasaportla ilgili bir sürü sıkıntı doğar, giriş çıkışla ilgili bir sürü sıkıntı doğar. Sanatla ilgili ağların kurulması için bir altyapı hazırlanabilir. En önemlisi tabii ki idame ettirebilmesi, yeni üretimler yapılabilmesi için destek olunması gerekir. O desteğin nasıl yapılacağının parametreleri, üç sene oldu yanlış hatırlamıyorsam, bayağı geniş bir özel tiyatro grubu tarafından madde madde çıkartıldı. İçinde Genco Erkal, Mahir Günşiray gibi isimlerin olduğu bir çalışmayla parametreler çıkartıldı ve önerme olarak sunuldu. Kurumun da nelere öncelik verdiklerine dair kendi açıklamaları var. Belki onu tekrar tanımlamak gerekebilir. Ama kurulun eskisinden daha az şaibeli olduğu söylenebilir.

Standart bir repertuar tiyatrosu olarak devam edip hiçbir dönüştürme yapmayıp, 20 senedir oynanan oyunu beğenen ve onun dışında hiçbir tarzı beğenmeyen bir seyirci kitlesi yaratırsan aslında topluma ve tiyatro dünyasına en büyük kötülüğü yaparsın. O yüzden ödenekli tiyatronun en önemli işlevi yeniliklere ve risklere açık olması, çünkü kaybedecek bir şeyi yok. Seyirci kaybetmek diye bir derdi yok çünkü ödeneği var.

Siz İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda görev yapıyorsunuz. Bir yandan da alternatif tiyatro alanındasınız. Tiyatromuzu çok farklı yüzleriyle izleyebiliyorsunuz.  Ödenekli tiyatronun yeri nedir ve ne olmalıdır Türkiye tiyatrosunda?

Ben üniversite tiyatrosundan geliyorum. Yokluk içinde oyun nasıl üretilebilir, bunun provasını çok yaptık. Özel, alternatif tiyatrodan geliyoruz. Bütün bu tecrübeler ışığında, Şehir Tiyatrosu’nu veya ödenekli tiyatroyu deneyimleme şansım doğdu. Bana imkan verilse neler yapardım durumu var ya verildi ve yaptık gibi bir durum oldu. Sanatsal üretim açısından şunu çok sık duyuyoruz: Ay sıkıldık ödenekli tiyatroların oyunlarından, hep aynı. Ama birçok oyun için de “bizi Şehir Tiyatrosu’yla barıştıran oyun oldu” denildiğini duyuyorum. Dönüştürme kudreti var tiyatronun, oraya gelen seyircide bir soru işareti yaratma şansı var. Ödenekli tiyatronun ödenekli olmasından kaynaklanan birçok imkanı var. Metropol ya da banliyölere dağılıp oradaki insanlarla buluşma, tartışma, yeniden üretme şansı var. Bir yandan elbette ki çalgılı türkülü herhangi bir derdi olmayan oyunlar da var, çünkü öyle bir seyirci kitlesi de var, bir yandan sanatsal üretim dediğimiz repertuar tiyatrosu da var. Bunun çok doğru kullanılması lazım ama buna da belki ödeneği veren kurumlar engel oluyor. Yani hem bir imkan hem de imkanı kesen bir şey var. Bir sansür uygulaması olmasa da otosansür var.

Bizim burada da en büyük korkumuzdu bu kapanma sonrası, otosansüre izin vermeyelim dedik, hayır sen sanatçısın ve üretmek zorundasın. Tiyatrocu alternatif alandayken sözünü esirgemiyorsa, oraya da gidince ağam paşam durumuna düşmemesi gerekir. Eğer o imkanları dönüştürmek için kullanamazsan, standart bir repertuar tiyatrosu olarak devam edip hiçbir dönüştürme yapmayıp, 20 senedir oynanan oyunu beğenen ve onun dışında hiçbir tarzı beğenmeyen bir seyirci kitlesi yaratırsan aslında topluma ve tiyatro dünyasına en büyük kötülüğü yaparsın. O yüzden ödenekli tiyatronun en önemli işlevi yeniliklere ve risklere açık olması, çünkü kaybedecek bir şeyi yok. Seyirci kaybetmek diye bir derdi yok çünkü ödeneği var.

Bugünlerde İBŞT’de sizin yazıp yönettiğiniz Surname 2010 sezonun en iyi oyunlarından biri olarak değerlendiriliyor. Surname’nin ortaya çıkış süreci nedir?

Surname 2010 Osmanlı şenliklerinden, onlara yazılan defterlerden yola çıkarak hazırlandı. Ayşenil Şamlıoğlu’nun önerdiği bir projeydi. O sırada da Candan Seda Balaban ile burada Kapıların Dışında için çalışıyorduk. Meğer o da senelerdir çalışıyormuş bu konuda, ve bir anda biz neden kukla tiyatrosu yapmayalım dedik. Surnamelerin yapılış nedeni çıkış noktamız oldu. Bu şenlikler 15 ya da 40 günlüğüne de olsa farklılıkları ile bir arada durabilen insanların yarattığı ortamlardı, çıkış noktamız buydu. Dramaturjik olarak bir arada durma teması bizim için önemliydi. Bir ekip olarak çalışmaya çok gayret ettik. Ödenekli tiyatronun en büyük sorunlarından bir tanesi de ekip olamamaktır, ekip kuramamaktır. İnsanın kötücül anlamda çatışmasıdır, kuyu kazmadır. Ekip kuruldu ve bayağı uzun 70-71 prova yapıldı. Bunun 25-30’u atölyeydi. Çünkü 4,5 metrelik kuklalar var. Ve hiç birimiz bunları kullanmayı bilmiyoruz. Uzun uzun çalışıldı.

Şöyle bir tehlikesi vardı. Osmanlı şenliği olduğu için, Osmanlı ile Cumhuriyet’le ilgili bir tartışma olur mu, bazı kesimlerde Osmanlı’ya bir yöneliş var, Osmanlı fikrini de birileri şu anda kullanıyor bu oyunu gölgeler mi soruları aklımıza gelmedi değil. Ama Surname 2010 hiçbir şeye övgü değil, o çok bellidir. Sadece bir arada durmaya dair bir özlemdir. Bir de oyunda İstanbulbazlar diye bir yığın var, herkes hünerini gösterirken İstanbulbazlar da İstanbul’da yaşama hünerini gösteriyorlar, seyirciyi en çok bu yakalıyor. Bu anlamda Surname benim açımdan şu ana kadar benim yaptığım üreten yazan yöneteni olduğum oyunlar arasında seyirciye mesajını en doğrudan iletebilen, yaratısından taviz vermeyen bir oyun oldu. Yediden yetmişe bir şenlik gibi herkesi içine alıp seyirci de koltukta otururken yanındakiyle bir arada eğlenebiliyor. Bu çok önemli ve özlenen bir şey, maç seyretmek yerine bir arada bir şeyle eğlenebilmek.

Son yılların en çalışkan tiyatrocularından birisiniz. Yazdığınız, yönettiğiniz ve oynadığınız birçok oyun var. Eleştirmenler genç kuşaktan geleceğe kalacak birkaç isimden biri olduğunuzu söylüyorlar. Geleceğe dair bakışınız nedir?

Başarılı olup olmadığımı bilmiyorum, ama en çalışkanlarından biri olduğumu biliyorum. Geçen gün saydım son bir yılda 8 oyun çıkarmışım. O açıdan çok üretken olduğumu biliyorum. İTÜ’deyken çok vakit kaybettim ben, hep onu söylüyorum. Ve bu açığı kapatmak için çok çalışmaya başladım. Bir de yeni bir şey üretmek beni hep çok heyecanlandırıyor. Geçen sene bir hastalık geçirdim, sürmenaj geçirdim, oyun sırasında, oyunu nasıl bitireceğimi hatırlamıyordum, hastaneye kaldırıldım. Kumbaracı’nın açılışından bir hafta önce, Şehir Tiyatrosu’nda Deri Ceket oyununda oldu. Bu işin bir de acı tarafı var. Ben iki sene ayda 750 lira ile geçindim, şaka yapmıyorum çünkü ben Altıdan Sonra’da telif almadım, Şehir Tiyatrosu’nda stajyerdim ve öncesinde de çok para kazanmıyordum. Telifi Kumbaracı’ya aktarıyorum. Başka bir gelirim yok benim, gün oldu ekmek alamadık eve eşimle. Cidden böyle bir sıkıntı oldu. Böyle fakir edebiyatı yapmıyorum. Evimiz, arabamız var, onlarda sıkıntı yok, onlar var ama onlar dışında bir şey yok gibi. Bu artık bir noktaya getirdi, geçen sene çok üzüldüm, para kazanmak anlamında değil. Bu kadar yıpranıp da karşılığında kapanmalar, olaylar o yüzden beni çok yıpratıyor. Bütün bunlardan çok yoruldum geçen sene. Bir sene ara verip durmak istiyor muyum istiyorum, biriktirmek istiyorum ama kişisel olarak yazıyorum, yönetiyorum ve oynuyorum.

Ben mesela bağımsız bölgesel tiyatrolar olmasını hayal ediyorum. Bölgelerde, Lorca gibi dönüşümün başlayacağı yeri kestirip, İzmir’de bir tiyatro, İstanbul’da var zaten, Diyarbakır’da, Antakya’da, Sinop’ta, her bölgede bir tiyatro…Bu oyunların bölgeler arasında değişmesi mantığıyla sahnelendiği, ödeneği olmayacağı için bağımsız oyunlar…Hem orada bir ekip olacak hem de bu İstanbul’daki oyun Diyarbakır’a, Diyarbakır’daki Sinop’a, Sinop’taki Antalya’ya gidecek. Bunun bir şeyleri dönüştüreceğine gerçekten inanıyorum, oranın derdini böylece buradaki anlamış olacak. Toplum olarak birbirimizin derdini anlamaya ihtiyacımız var. Şimdilik erken tabii ben yazmaya, yönetmeye, üretmeye devam edeceğim.

Metin Göksel / MİMESİS

Paylaş.

1 Yorum

  1. YALKIN Tarih:

    surname adlı oyununu izledim harıka bır oyundu
    gercekten cok basarılı
    kuklaları iyi seslendırmiş 🙂

Yanıtla