Tiyatro Üzerine Mektuplaşmalar X: “Yeniden Başlamak”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu

EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA

29 Aralık 2019

Sevgili hocam;

Şu an bir üniversitenin bahçesinde oturmuş, güneşli bir günde, su ve kuş sesleri eşliğinde size mektup yazıyorum. Ancak yazarak paylaşabileceğim şeyler var çünkü. Bir süredir İstanbul’da değilim. Yollardaydım. Cambridge Üniversitesi’ndeki “Re-/Un-working Tragedy” konferansından sonra Los Angeles’a geldim. Uzun ve yorucu bir yolculuk oldu. Bedenimin saat farkına alışması bir yana, bu bambaşka şehre ve yaşam biçimine alışabilmek de açıkçası uzun zaman aldı. Zaten tam alıştım, galiba bu sokakların dilini biraz çözdüm dediğimizde bir bakmışız gitme vakti gelmiş. Yine “geç kalmışız”. Çok değil on gün sonra ayrılıyorum buradan. Bir başka şehre geçeceğim.

Burası garip hocam. Alabildiğine geniş sokaklar, yüksek binalar, Aralık ayına rağmen sıcak bir hava. Sanırım coğrafyanın ve kentin özellikleri ilişkileri de etkiliyor. Bir tarafıyla çok sıcak ve bir o kadar mesafeli bir iletişim var. Sanki herkes birbiriyle dostmuş gibi gülümsüyor, selam veriyor ama herkes birbirine yabancı ve duyarsız gibi de. Sıradan bir trafik polisinin jestleri bile o kadar teatral ki çoğu zaman kendimi bir film setinin ortasından geçiyormuş gibi hissediyorum. Bir tarafta şaşalı, nostaljik noel hazırlıkları var sokaklarda, bir tarafta yoksulluk, sefalet. Gerçek bir karşılaşma yok ne yazık ki. Sadece bir göz kırpma anı kadar geçici ve uçucu yakınlıklar var. O kadar çok evsiz yaşıyor ki sokaklarda. Çoğunun akli dengesi yerinde değil. İlk duyduğumda ve gördüğümde bu ne saçma şey, akıl alır gibi değil demiş ve inanamamıştım. Beş on yıl önce burada bir akıl hastanesi kapatılmış ve bütün hastalar otobüslerle Los Angeles’a gönderilip sokağa bırakılmış. Beni en çok çarpan da bu oldu. İlk gördüğünde şok geçiriyor insan. Nasıl’la başlayan bir sürü soru soruyor, her defasında bir kabahatli arıyor. “Bu nasıl mümkün olabiliyor”, “hükümet nasıl göz yumuyor”, insanlar nasıl bu kadar tepkisizler, sokak kedisinin önünden geçer gibi geçip gidiyorlar”, “bu insanların hiç mi dostu, ailesi, yakını yoktu da sokakta kaldılar” gibi. Bu sokaklar onların. Bazen kulak kabartıyorum sokağın ne dediğine. “Yaşamımı geri istiyorum” diye isyan edenler, “onlar bütün siyahları öldürdü, hepimizi öldürdüler, Michael Jackson’u bile bunlar öldürdü” diye isyan eden “deliler”, üzerinde “her zaman bir umut var” yazan büyük renkli duvar resimleri… Hepsi bana halihazırda zihnimin meşgul olduğu soruları hatırlatıyor. Burada insan hayatının nasıl yaralanabilir olduğu, her an açlığa, ölüme, terkedilmişliğe bırakılabileceğimiz gerçeğiyle karşılıyorsunuz, hem de çok yakından. Belki de tek gerçek karşılaşma bu, belki de o yüzden tanıştığım herkes “sakın evsizlerle göz göze gelme” diyor. Neden? Bugün bir eve, dosta, işe, imkana sahipsek bunu her an kaybedebileceğimiz, yarın sokakta ve kimsesiz kalabileceğimiz gerçeğiyle yüzleşmekten korktuğumuz için mi? Evsizin varlığı her an aynı duruma düşebileceğiniz gerçekliğini çarpıyor yüzünüze. Bu yüzden kimilerine göre daha çok çalışmak ve eldeki fırsatları kaybetmemek gerekiyor. En kötüsü de bu duruma alışmak. Zaten insan buna duyarsızlaşıyor ve elden bir şey gelmeyeceğine ikna oluyorsa daha nelere göz yummaz ki?

İstanbul’dayken yakamı bırakmayan bazı sorular vardı hocam. Bu yolculuk boyunca daha da derinleştiler. Mektubun girişinden de anlamışsınızdır. Biraz bunlardan söz etmek istiyorum. Ama önce biraz başa sarmam ve Cambridge’teki tragedya konferansına dönmem gerekiyor.

Arkadaşım Ekin’in düzenlediği konferans bugün neden, nasıl ve hangi koşullar altında tragedyaları ya da kanonlaşmış metinleri yeniden yazdığımız ve sahnelediğimiz üzerineydi. Ekin, Boğaziçi Üniversitesi’nde Antigone üzerine doktora tezi yazmış ve yetmemiş(!) yine Antigone üzerine Cambridge Üniversitesi’nde ikinci bir doktora tezine başlamış. Ekin’le yaptığımız o doymak bilmez sohbetlerimizde gördüm ki, onun yeniden yazmayla kurduğu şahsi ilişki bana nazaran çok daha katmanlı ve derindi. Ama yine de pek çok noktada kesişiyorduk. Sözgelimi, ikimiz için de daha önce gördüğümüz, duyduğumuz ve bildiğimiz hikayeleri neden yeniden yazdığımızı sorgulamak entelektüel bir merak konusu değil, aksine yaşamlarımızı şekillendiren bir kaybı, bir boşluğu, bir yarayı anlamlandırabilmenin ve onarabilmenin yoluydu. İkimiz de “ölülerini usulünce gömemiş, bu yüzden hayaletlerle yaşamaya mahkum” bir coğrafyanın kadınlarıydık ne de olsa. Ekin için anlatılmaz bir kaybı başka bir yolla anlatabilmenin, yası tutulamamış olanın yasını tutabilmenin, Antigone gibi “gömülme hakkı”nı hatırlatmanın ve bunda diretmenin yollarını aramaktı yeniden yazmak, benim içinse kaybettiklerimi geri alabilmenin, özlediğim ve kaçırdığım fırsatları telafi edebilmenin, tüketilmiş, eksik kalmış, dünya denen sahnenin dışına atılmış ne varsa geri dönüştürebilmenin yaratıcı ve özgürleştirici bir yoluydu. Cambridge’te Ekin’le geçirdiğim günlerden beri sanatı, özelde tiyatroyu, hep bu ikisinin arasında bir yerde yeniden düşünmeye başladım. Sanki ortak suçların, günahların, pişmanlıkların kefaretini ödediğimiz ve yarım kalanı tamamlamaya çalıştığımız ve bu yüzden yenilsek de hep başa döndüğümüz bir telafi çabası gibi. Sanki ölümü bile siyasallaştıran bir inkâr ve linç rejimine karşı direnmenin, bu inkarın sahnede bıraktığı karanlığın yüreğine dalma, o dehşetin izini sürme çabası gibi. Sanki geçmişi ve bugünü bu karanlığın içinden çıkarıp şimdi ve gelecekte yaşanılabilir hale getirmek gibi. Sanki bizi şimdi’nin görünmeyen zamansal boyutlarına götürecek eski bir yolu yeniden tasarlamak ve maceraya çıkmak gibi.

“Bir şehri görmek için başka bir şehre ihtiyaç var” diyordu sevdiğim bir yazar. Bu ikinci şehir aslında doğduğumuz, büyüdüğümüz şehir. Ben de sanırım gittiğim her şehri İstanbul’u düşünmeden anlayamıyorum. Öyle eksiklik-üstünlük üzerine kurulmuş bir karşılaştırma değil benimki. Başka türlüsünü bilmiyorum, içsel bir zorunluluk gibi. Zaten giderek her yer birbirine benziyor, aynı sorunlarla boğuşuyoruz. Yine de Londra’da iş çıkışı saatinde sığınaklara kaçışır gibi tıkış tıkış inilen metro kalabalığıyla İstanbul metrobüsü arasında, Los Angeles Downtown’da Meksikalılar’ın dükkanlarıyla Eminönü sokakları arasında bir yakınlık bulmak bana garip bir mutluluk veriyor nedense. Bu kez sadece mekânların duygusu değil acıların ortaklığını da duyumsadım. Halihazırda Cambridge’teki konferanstan sonra zihnim yeniden tragedyalarla, bugün trajik olanın ne’liğiyle, bilhassa da Antigone’nin ölünün haklarını savunma eylemine odaklanmışken burada bu denli bir “çıplak yaşamla” karşılaşmak beni epey sarstı. Neden birilerinin hayatı yaşanmaya değer, diğerlerinin değil? Neden birilerinin ölümü yası tutulmaya değer, diğerlerinin değil? Burada tanıştığım Amerikalı ressam bir arkadaşım sayesinde özellikle Meksikalı sanatçıların işleriyle ilgilenmeye başladım. Teresa Margolles’in çöpe atılacak ölü bebekleri gömmek için yaptığı “Ölü Çocuk”unun koruyucu betonuyla Türkiye’de cenazesi verilmeyen, mezarlarına saldırılan, bu yüzden ailelerin çocuklarının ölüsünü korumak adına mezarın üzerine döktüğü beton arasındaki can acıtıcı ortaklıkları fark ettim bir kez daha. Meksikalı, Güney Amerikalı ve siyahi sanatçıların, özellikle feminist ve aktivist kadınların işlerinin sanat çevresinde ilgi görmesinin sebebi bu olsa gerek. Bunun nedeni tahmin edersiniz ki ölüm siyaseti yapan bir ideoloji karşısında bu coğrafya sanatçılarının tam da ölümü kendi cemaatlerini kuran ortak bir simgeye dönüştürmüş olmaları. Bahsettiğim ressam arkadaşım sırf bu yüzden kendi resimlerini başarısızlığa mahkum ediyor. Sanatçının işlerinde resmettiği acının kendi coğrafyasından miras bir acı olmasının avantajlarından ve böyle bir acı yaşamadığı için ne yaparsa yapsın hep onların gölgesinde kaldığından söz ediyordu. Örneğin çalışmalarını çok övdüğü yarı Meksikalı, yarı Amerikan bir ressam vardı. Bir tarafı, diğer tarafına acı çektirmiş, zulmetmiş, öldürmüş olan bu ressamın -eğer teknik bilgiyle ilgili bir sıkıntısı yoksa- resimlerinin iyi olmaması için bir sebep var mıydı? Şuna benziyor bu: Kürtlerin, Alevilerin, Lgbti bireylerinin, toplu travmalara, katliamlara maruz kalmış bir topluluğun fertlerinin her zaman anlatacak daha değerli, daha yüreğe dokunur hikâyelere sahip olduğu ve diğer hikâyelerin hafifletici kaldığı ön kabulüne. Haksızlık etmek istemiyorum ama kimi genç sanatçıların sırf bu yersiz duygudan kurtulmak için kendini daha küresel sorunların bir parçası kıldığı ve ekoloji, küresel ısınma, antroposen gibi kavramları dilinden düşürmediğini düşünür oldum. Bu konular çok önemli. Ama bir şey gerçekten önce kendimizden, kendi hayatlarımızdan başlayarak bir dönüşüme yol açmıyorsa, sadece entelektüel bir merak konusu olarak kalıyorsa galiba pek bir şey ifade edemiyor. Burada herkesin dilinde ekoloji meselesi var ama sanki çağın bir söylemi, bir “moda” gibi. Tiyatrolarda ne var diye baktığımda bu konu üzerine yeni yazılmış, hikayesi itibariyle yanı başımızdaki Hollywood bilim kurgu ve distopya filmlerini hatırlatan bir yapaylıkları var. Öte taraftan bize baktığımızda ekolojik farkındalığın henüz tiyatronun gündemine pek girmediğini görüyoruz. Oysa ki ülkede yakın zamanda yaşanan toplumsal hareketliliklere baktığımızda çoğunun çevresel bir yıkıma gösterilen bir tepkiden doğduğunu biliyoruz. Gezi, Kaz Dağları, Kuzey Ormanları ve şimdi de Kanal İstanbul. Belki biliyorsunuzdur programında yenileme yapan ve ismini değişteren bir sol partimiz var. O bile yeni tüzüğüne henüz bu konuyu taşımış değil. Bilmiyorum siz ne dersiniz tüm bu söylediklerime?

Yeni bir yıla yeni fikirler, yeni tasarılarla giriyoruz hocam. Çok tebrik ederim bu arada. Hayal Satıcısı 5 ocak’ta ilk gösterimini yapıyor. Nasıl gidiyor? Provalar nasıldı? Yazın Olimpos’ta oyunu yazdığınız günleri hatırladım. Ben de benzer dönemde tiyatro üzerine bir proje hazırlamakla meşguldüm. Şimdi haberini aldım. Projem ödüllendirilmiş. Çok sevindim. Detaylarını bir başka mektupta anlatırım. Yeni yılda ikimizi de güzel, üretken bir dönem bekliyor. Ne güzel!

Sizi ve İstanbul’u şimdiden çok özledim.

En kısa zamanda haberlerinizi bekliyorum.

Sevgiler.

Eylem.

ZEHRA İPŞİROĞLU’NDAN EYLEM EJDER’E

1 Ocak 2020

Sevgili Eylem

İnsanın içine işleyen, hüzünlü bir mektup yazmışsın uzaklardan…. Kendine benim de yaşamım boyu bir an bile yakamı bırakmış olmayan öyle sorular soruyorsun ki…

“Neden birilerinin hayatı yaşanmaya değer, diğerlerinin değil? Neden birilerinin ölümü yası tutulmaya değer, diğerlerinin değil?”

Bazen düşünüyorum da insanın beyninde ciddi bir bozukluk olmalı. Ötekini yok etmeden kendini var edemiyor çünkü. Ötekini yok etmek için de milliyetçilik, militarizm, din, kapitalizm artık adına ne dersen de, bin bir tane ideoloji uyduruyor. Bu ideolojiler ne kadar kök salarsa sistem de o kadar iyi işliyor. ‘Yüzü siyah, gözleri çekik, vücudu şişman, kafası sivri, sesi kalın, saçı kıvırcık’ artık aklımıza gelen her şeyi kesin sınırları çizmek için kullanabiliriz.… İşin tuhafı saçma, delice bir düşünceye insanların kendilerini kaptırmaları ve buna yüzde yüz inanmaları. Yahudi soykırımına yol açan Nazi dönemini düşünsene bir. Kolektif çılgınlığa yol açan körleşme hastalığı da diyebiliriz buna.

Eugene İonesco’nun Gergedanlar oyununu bilir misin? Ben daha çiçeği burnunda bir üniversite öğrencisiyken Haldun Taner Devekuşu Kabarede Metin Akpınar ve Zeki Alasya ile sahneye koymuştu. Yarım yüzyıl geçti aradan oyunun her sahnesi kare kare gözümün önünde. Bertolt Brecht’in Sivri Kafalılar Yuvarlak Kafalılar oyunu da kolektif körleşmeye güzel bir yanıt vermiyor mu?

Çocukken tarih derslerinde hep savaşlardan söz ediliyordu ama benim savaşın ne olduğunu hiç kafam almıyordu. İlkokul üçteyken sınıfta kalmamam için bana özel derse gelen Hatice öğretmenim “Biri senin oyuncağını zorla elinden alırsa ne olur?” diye sordu. “Geri almaya çalışırım” dedim. “Ya vermezse “ dedi. “Zorla alırsın değil mi? O zaman da dövüşürsünüz işte savaş da böyle bir şey”.

İyi de oyuncak, memleket ne olursa olsun herhangi bir şey için insanların birbirlerini öldürmeleri saçma değil miydi? Vatan, millet, Sakarya bütün bunlar kafama girmiyordu, diyorum ya belki de bu nedenle sınıf sonuncusuydum. Diğer çocukların hiç düşünmeden ezberledikleri şeyler benim kafamda kocaman sorulara dönüşüyordu. Sanırım ailem, yetiştirilme tarzım, babamın her şeyi sorgulayan duruşu beni “ötekileştiriyordu”. Öğretmenlerim ise benim kafamda birkaç vidanın eksik olduğuna yüzde yüz emindi. Neyse uzatmayayım, “öteki olma” duygusu bende hep kaldı. İnsan yedisinde neyse yetmişinde de o’dur derler ya, doğruymuş gerçekten.

Şimdi de senin mektubunu okurken hüzün geldi karşıma oturdu. “Kendi ülkeni, toplumunu eleştirip duracağına şöyle bir dünyaya bak” dedi. “Dünyanın neresine gidersen git her yerde aynı sorunlar yok mu?” Var.

İnsan ilişkilerinin temelini oluşturan kutuplaşmalar, saldırganlık, düşmanlık ve şiddet geçmişi reddetmeyi de beraberinde getiriyor. Tanınmış bir şairimiz “Hangi ülke kendi tarihini olumsuzlamaya göz yumar ki?” diyordu. Bunu okuduğumda çok şaşırmıştım. Nasıl olur da aydın biri geçmişle yüzleşmekten bu kadar korkabilirdi? Nasıl olur da milliyetçilik duygusu onu bu kadar körleştirebilirdi?

Geçmişin hayaletlerinden kurtulmanın tek yolu geçmişle yüzleşmekten korkmamak. Ama bunu başaramıyoruz bir türlü. Çünkü diyorum ya, kafamızda bir bozukluk var, uyuşturulmuş gibiyiz, körleşmişiz, hiçbir şeyi göremiyoruz, görmek de istemiyoruz, dahası görmeye çalışanları da baskı, korku ve şiddet döngüsü içinde yok ediyoruz. İnkar ve linç kültürü böyle oluşuyor işte.

Son zamanlarda LSD üzerine bilimsel birkaç belgesel izledik. LSD mantarlardan yapılan ve birçok ülkede yasak olan bir tür uyuşturucu. Araştırmalara göre LSD’nin en büyük özelliği bağımlılığa kesinlikle yol açmaması. Birçok ülkede özellikle hastalarda, acıya karşı terapilerde ve depresyona karşı kullanılıyor.

LSD’yle çalışan bilim insanlarının bu alanda doğrudan kendi üzerlerinde yaptıkları deneyimler de olumlu sonuçlara yol açıyor. Anladığıma göre LSD’nin özelliği bizi egonun dar sınırlarından kurtarması. Ben ve öteki sınırları kalkıyor. Kendimizi evrensel bütünün bir parçası olarak hissediyor, kendimize hem içerden hem de dışarıdan bakabiliyoruz. Bu duygu inanılmaz bir mutluluk yaratıyor ve huzur veriyor. Gündelik yaşamda beynimizi uyuşturarak körleşmeye yol açan ve bizi birbirimize düşman eden olgular ortadan kalkınca farkındalığımız gelişiyor, duyarlılığımız ve empati duygumuz artıyor. Her şeye daha sevecen daha hoşgörülü bakmaya başlıyoruz.

Uzmanlara göre LSD’yi insanlar gündelik yaşamlarında verimli bir biçimde kullanmayı başarabilseler, daha insancıl ve barışcıl bir dünyanın yolları açılabilirmiş. Nitekim LSD’yi yaşamında çok verimli bir biçimde kullanmayı başaran yazar Aldous Huxley böyle bir dünyayı ütopik romanı Ada’da ne kadar çarpıcı bir biçimde anlatır. Ancak kitap sadece bir bilim kurgu roman olarak değerlendirilmişti. Oysa Huxley doğrudan kendi yaşamından yola çıkarak yazmıştı bu romanı, LSD’nin etkisiyle daha iyi bir dünyanın mümkün olabileceğini söylüyordu. Yarattığı dünya fantastik değil gerçekçiydi.

Madalyonun öteki yüzü LSD’yi CIA ve benzeri kuruluşların kendi amaçları doğrultusunda kullanmaları. Zaten yasaklanmasının da nedeni başka insanları manipüle etmek için kullanılması olmuş. Birkaç ay önce Venedik Bienali’nde Neil Beloufa’nın Global Agreement video enstalasyonunu izlemiştim. Sanatçı bütün dünyadan askerlerle söyleşiler yapıp kaydetmiş. Diren Sanat’da ayrıntılı olarak yazmıştım bu enstalasyon üzerinde. Burada sadece şunu söylemek istiyorum ki tek tek yaşamlarını anlatan bu askerlerin hepsi çok mutluydular. Ve mutluluklarında gerçekten çok içten ve özgündüler. Şimdi düşünüyorum da onların da LSD almış olmaları mümkündü.

Kısaca zihnimizi ve bilincimizi açan, yaşamdan büyük bir tat almamızı sağlayan, bizleri mutlu eden bu maddeyi bireysel mutluluğun dışında hangi amaçla kullandığımız önem kazanıyor, kardeşçe yaşayabileceğimiz barışcıl bir dünya için mi, yoksa tam tersi mi?

Belki de LSD’ye uyuşturucu değil beyin açıcı diyebiliriz. Çünkü bize bin bir çeşit etkenle (ideolojiler, medya, şiddet oyunları ve filimleri, moda ve magazin dünyası vb.) kafamızın nasıl uyuşturulduğunu gösterdiği gibi bizi engelleyen ya da körleştiren düşünceleri ve davranışları da sorgulamamızı sağlıyor. Eğer bu söylenenler doğruysa bu maddenin dünyayı değiştirebilecek bir gizilgücü olduğu kesin. Kuşkusuz bunu farkındalığımızı geliştiren meditasyon, uzak doğu felsefesi, Yoga, Reiki, Chigong vb. başka yollardan da yapabiliriz. Ama tabii ki LSD çok daha etkileyici olmalı. Soru şu: İnsanlar bu maddeyi bir gün daha iyi bir dünya yaratabilmek için kullanmayı başaracaklar mı yoksa bu olanaksız mı?

Ben okuduklarımda, izlediklerimde ve tabii ki kendi yazdıklarımda beynimizi uyuşturan ve körleştiren etkenlerin izini sürmeye çalışıyorum. Berfin Zenderlioğlu’nun sahnelediği, Berna Laçin’in oynadığı Hayal Satıcısı da böyle bir oyun işte. Hayal satarak insanları sömüren falcı kadının öyküsünü izlerken beynimizin çok derinlerine yerleşmiş olan eril düşünce, duygu ve davranışları da sorgulamaya başlıyoruz. Sanatın, tiyatronun da tıpkı LSD gibi beyin açıcı bir yanı yok mu? Bazen ben de yazma sürecinde, sözgelimi kendi yarattığım bir kahramanın ruhuna girdiğimde kendi düşünme ve davranış kalıplarımı kırdığımı hissediyorum. Belki tam bir kırılma olmayabilir bu, ama bir hareketlilik ve esneklik yarattığı kesin. Yani konuya ister bir yazar, yönetmen ya da oyuncu olarak içerden ister bir izleyici olarak dışarıdan bakalım, beynimizde ve duygularımızda bir canlanma, bir hareketlilik oluyor. Bakalım Hayal Satıcısı’nın sahne yorumunda da bu başarılabilecek mi? Heyecanla bekliyorum oyunu.

Aslında oyun yazma konusunda şanslı sayılırım çünkü Lena, Leyla ve Diğerleri oyunun sahne yorumlarında böyle bir duyarlılığı yakaladı. Sivas, Antep’den Kiev, Odessa ve Essen’e kadar uzanan yurt içi ve dışı turnelerinde bu oyunun nasıl insanlara dokunduğuna bire bir tanık oldum. Oyun sonrası söyleşiler, insanların, özellikle de kadınların konuşma, paylaşma ihtiyaçları, bizlere söyledikleri ya da yazdıkları hep bunu gösteriyordu. Tiyatronun, sanatın gerçekten gizemli ve sihirli bir yanı var dünyayı değiştirebilecek bir gücü olmasa bile bireyi sarsabilecek bir yanı, öyle değil mi?

2020 yılının hepimiz için güzel ve verimli olması dileği ile…

Zehra

Tiyatro Üzerine Mektuplaşmalar Hakkında

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu

Yanıtla