Ahmet Bozkurt
Bir görüntüler çağı içerisinde yaşıyor olmamız şaşırtmasın bizi. Görüntülerin alabildiğine egemenleştiği simülatif bir kurgunun artık neredeyse bir hakikat olarak zihinlerimize işlendiği bir şimdinin ağırlığı içerisinde eziliyor olmamız sözün askıya alınması için geçerli sebep midir bilinmez? Fakat bilinen bir şey var: Görsellik ve görsel algı yaşamımızın her alanında olduğu gibi imgeleri kullanarak dile yalınkat bir mevcudiyet alanı çizer.
Görselliğin en belirgin sunumudur sinema. Sinemayı, sinema dilini aslında bir semiosis olarak görmek gerekiyor. Değil mi ki, sinema tüm simülatif kurgulanımıyla hep varlığını gösterecek bir şekilde işlev görür.
Bugün için artık sinemanın yapabileceği tek şeyin içlerinde yitip gittiği hayaletler üretmekten başka bir seçeneği kalmadığını düşünen Jean Baudrillard hiç de haksız sayılmaz. Baudrillard için, yitirilmiş bir nesne olan insan nasıl anlamını yitirmekte olan bir gönderen sistemi tarafından büyülenmişse sinema da yitirilmiş bir nesne olarak kendi kendisi tarafından büyülenmiştir.
Sinemanın görsel algılarımızı kullanarak bizlere sunduğu şey oldukça yalındır: Bildik perspektif anlayışımızı tersyüz eden bir bakışa sahip olan bu anlayış aslında katıksız bir teknolojik yanılsamaya dayanır. Resim sanatından devraldığı ideografik perspektiflerin ve geleneksel tüm temsil biçimlerinin reddi üzerine kurulu olan yapısıyla sinema, sözcüğün en arı anlamıyla, imgesel yapıları tekniğin gücüyle anlamdan yoksun kılma (de-signification) çabasıdır.
Rudolf Arnheim’e soracak olursak; insanların yaşam deneyimlerini anlatmada yararlandıkları iki ana aktarım aracı vardır: Görsel imgeler ile sözel dil. Görsel imgeler fazlasıyla yerinel bir uzam içerisinde dil ile olan bağlaşıklığını metinsel düzleme taşır. Görsel algılama her şeyden önce imgeleri merkeze alır. Merkeze aldığı imgeyi tamamen soyut ve anlamın edilgenliğinin egemen olduğu dilden farklı olarak optik bir tasarım içerisinde sunan görsel algı, böylece, görülebilir olanı kayıt altına alır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, öteden beri ikinci bir hayat olduğu söylenegelen rüyanın nasıl büyük hakikatlerin cevherinden örülmüş bir masal çehresi takındığından bahseder. Bir düşsellik biçimi olarak rüyanın, hayatımızı ve üst üste yaşanmış binlerce hayatı, her an yeni bir terkip olarak sunuşundan, şuurun ve ihsasların verimlerini derinleştirerek büyük mebdelerin yollarını nasıl hazırladığını anlatır. Zira ona göre, rüyalarımızla bir küllün cüzü, büyük ve alem-şumûl bir dünyanın bir parçası olduğumuzu hatırlarız. Bütün “mit”ler rüyaların çocuğudur Tanpınar’a göre.
Modern bir mit olarak sinema; dilin döngüsel bir zaman içerisinde yittiği, sözün ise mekanik bir kurgusallık dolayımında tamamen askıya alındığı bir ara-zamanda tamamen aşkın bir düşsellik içerisindeki yazının hayatımıza sinmiş sinik bir gölgesidir artık.
Gölgelerin şiirde yitişinin resmidir sinema. Bunu anlatmıyor muydu Behçet Necatigil:
Benim şiirlerde çizdiğim resim
Sen miydin hiç görmemiş gibiyim
Bu pastel renkler bu siyah fon
Aslında var mıydı hiç bilmiyorum
O evler bu kadar geri planda mıydı
Işıkları olmasa da gece de
Bir siyahın ortasında damlamış yeşil
Çekmez miydi bakışları hiç bilmiyorum
Sen onları çizerken ben
Neredeydim olmamış gibiyim hiç
Gündelik algılarımızın bir gerçeklik dolayımında yönlendirdiği varoluşun şiirsel dilbilgisi böylesi bir düşlem gücü içerisinde dile gelir. Şairin şiirlerinde çizdiği resimler kadar naif ve pastel bir fonu vardır gündelik yaşantımızın. Arzulanabilir bir şey olmaktan hiç de uzak değildir sanatsal imgeler. İşte bu yüzden nesne ile şey (ding-la chose) arasındaki farka gönderme ile kendini kuran bir varlık da, aynı zamanda, ona kendi yabancılığını hatırlatan bir arzu biçimine sahiptir.
Düşselliğin, şiirin ve görüntülerin tüm ara bölgelerinde dolaşan bir yönetmen olarak Andrei Tarkovski de 1975 yapımlı Zerkalo (Ayna) adlı filminde, daha önce de değişik zamanlarda irdelediği geri dönüşsüzlük ve sonrasızlığın ağırlığı içerisinde dile gelen anlamı ve düşselliği ayna’da beliren tüm biçimleri içerisinde ele almıştı. Onun için şiir, ruhu harekete geçirmeli ve heyecanlandırmalıdır. Şiirin görevi hiçbir zaman putperestler yetiştirmek olmamalıdır.
Sözel bir edimden uzak duruşuna bakarak sinemanın dilbilgisinin nasıl bir çevrimsellik içinde oluştuğuna ve ne tür bir görme biçimine gereksinim duyduğunu da bilmemiz gerekiyor. Eğer saf bir görüntüler biçimi olarak ele alınacaksa indirgenemez bir bütün içinde sinema da sonuçta kendi varoluşuna eşdeğer bir görüntü diline sahiptir. En çok da ne kadar yakın olursa olsun uzaklığın tek bir kerelik görünmesine dahil olduğumuz Walter Benjamin’in aura’sına götürür bizi. Bu uzaklık, aynı zamanda, özdeş olmayanın, “öteki”nin ayırdına varmamızı sağlayan bir iz, bir görü’dür. İnsanın nesnede bıraktığı izin sinematoğrafik bir görüntü içerisinde dile geldiği bir varsıllık, unutulmuş tüm imgelerin hatırlatıldığı şimdinin o sonsuz akışkanlığında sabitler bireyi.
O yüzden düşsellik hiçbir zaman ıskalanmayacak bir gerçekliğin gölgesi olarak yer edinir sinema dilinde.
Yazı’nın ve sözün tüm olabilirlik sınırlarını aşındırır sinema. Görsel bir belirsizlik içerisinde kayıt altına aldığı en tanıdık şey ise düşsel yenilgilerdir. Sözü kökenindeki suskuya, yazıyı ise bir işarete eşitler sinema.
Kitaplık, Aralık 2009, sayı: 123, s. 56-58.