Yaşam Kaya
İstanbul Devlet Tiyatroları, 2010/11 sezonuna Hırvat yönetmen Mate Matisic’in Bedensiz Kadın adlı oyunuyla harika bir giriş yaptı. Kazım Akşar gibi Devlet Tiyatroları’nın değerli rejisörleri, dünya gündeminin politik yapısını yerinde analizlerle izleyicilere sunuyorlar. Sosyalist Yugoslavya’nın dağılış döneminden sonra Hırvatistan’da geçen bir öykü var karşımızda. Yakın tarihimizin en kanlı iç savaşından yola çıkarak bir kadının trajedisini sahneye taşıyan Akşar, günümüz dünya insanın içinde bulunduğu ırksal ve dinsel saplantıları da acımasızca eleştiriyor.
Bedensiz Kadın, Hırvat topraklarında işlenilen kanlı cinayetlerin ardından bir grup Hırvat askerinin ırkçı, faşist davranışlarla bir başka toplumu katledişini anlatıyor. Hırvat yazar Matisic, kendi toplumundan farklı bir bakış açısı sunuyor seyirciye. Aslında bu bakış açısı bir iç hesaplaşma ile eş değer. Sonuçta, masum sivilleri öldüren bir kişinin köyü basılıyor ve bir kadının tüm hayatı sebepsizce karartılıyor. Kanı kanla temizleme yoluna giden Yugoslav toplumu, emperyalist tuzakların gölgesinde birbirini katleden birer ölüm makinesine dönüşüyor. Sosyalist bloğun çökmesi için Hitler faşizmini halkların üzerine doğrultan Nato’dan tutun da ABD ile Batı Avrupalı devletlerin “böl/parçala/yönet” mantığının trajedisi oyunun her noktasında hissediliyor. Barışçıl yaşamdan, dinsel saplantılara dönüşen yaşantılar; yaşamak için bedenini satan kadınlar; ne için savaştığını bilmeden sakat kalan askerler gösteri boyunca insanın içini kemiriyor.
“Bedensiz Kadın” mı? “Bedensiz Adam” mı?
Kazım Akşar, bir buçuk saatlik konuyu tek perde halinde tiyatro severlere sunmuş. İnsan sıkılmadan oyunu rahatlıkla izleyebiliyor. Ama Emma’ nın sahneleri koltukta oturan seyirciyi –ki beni aşırı derece rahatsız etti- oyuna pek bağlamıyor. Ahenk Demir kocasını kaybetmiş ve ruhsal çöküş yaşayan bir kadından çok, yaşadıklarından mutluluk duyar halde rolünü tamamlıyor. Birisinin Ahenk Demir’e tiyatro sahnesinde ve önemli bir karakteri oynadığını hatırlatması lazım! Oyun boyunca burnunu çekmesi, psikodramatik yapıyı bozuyor da bozuyor… Sonra madem fahişeyi oynuyorsun, koltuğa yayılmışsın, giyindiğin jartiyer görünecek diye ikide bir elini ne diye elbisene götürüyorsun? Odada baş başa olduğun bir adam var… Her neyse, bu konuyla ilgili yazmamın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Bu rolü çok çok iyi oynayabilecek oyuncular varken neden Ahenk Demir’in tercih edildiğini Kazım Akşar bizden daha iyi biliyordur mutlaka?!
Martin’de karşımıza geçen Reha Özcan, sahnede olağanüstü bir performans sergiliyor. Özcan, Emma’ nın zayıf kalan tüm boşluklarını dolduruyor. Geçmişte işlediği faşist cinayetleri ve yıllar sonra vicdan azabı ile bunu telafi etme gayreti, hastalıkla beraber tükenişi izleyeni derin düşüncelere sokuyor. Oyunun psikolojik döngüsü kadın üzerinde değil, ama Martin üzerinde yoğunlaşıyor. Reha Özcan’ın üstün başarısı gözden kaçmıyor.
Dine sığınarak kendi pisliklerinden arınma gayretinde olan Anne Marija karakterinde Gılman Peremeci bakışlarıyla, sözcükleriyle üzerine düşen her şeyi yerine getirmiş. Mladen’de Uğur Hakan Güneri, Pısta’da Gökalp Kulan geçmişin faşizan değerlerini ulusalcı kimlikle sahneye taşıyorlar. Pisliğe batmış hayatlarla beraber sunulan vatan sevgisinin ne derece ilkel bir değer olduğu iki oyuncunun bölümlerinde beliriyor. Başarılılar. Oyunun ışıklarını yapan Enver Başar, özellikle cenaze sahnesinde gücünü ortaya çıkarmış. Oyunun oynandığı her bölümde ışık tek kelimeyle kusursuz! Şirin Dağtekin Yenen’in dekor kostümü de en az ışık kadar başarılı. Ama şu Emma’ nın elinde külodu ile sahneye çıktığı bölümde, iç çamaşırın yeni etiketi görünmese ya?…
Bedensiz Kadın Doğu Avrupa sosyalizminin barış dolu yıllarının çöküşünü anlatan küçük bir kesit sadece. Tito’nun Sosyalist Yugoslavya’sının emperyalist ırkçılıkla nasıl yok edildiği Emma’ nın trajedisinde, Martin’in vicdan azaplarında gizli. Kazım Akşar’ın mükemmel başarısı, harika bir konuyla bütünleşiyor. Oyunu kaçırmayın…