Melih Anık
“Madde 226 – İhrak neticesi cesetten hasıl olan bakaya hususi kablar derununda mezarlık dahilinde bir daire-i mahsusada hıfzedilir.”
Anlaşılmadı mı?
24 Nisan 1930 tarihinde kabul ve 1489 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 1593 numaralı UMUMİ HIFZISSIHHA KANUNU’na ait bir madde bu.
Bugünkü dilde anlamı ise şu:
“MADDE 226 – Yakılma sonucu cesetten kalanlar özel kaplara konularak, mezarlık dahilinde özel bir dairede saklanır.”
İstanbul Halk Tiyatrosu’nun (İHT) son oyunu Alevli Günler ile ölümden sonra bedenin yakılması yeniden gündeme geldi. Kanunda yeri var (hem de 1930’dan beri) ama uygulaması sorunlu bir konu. Oyunun ismi, çıkış noktasındaki aleve hem de Aleviliğe gönderme yapıyor.
İnançları gereği öldükten sonra yakılmasını vasiyet eden bir profesör, bunun gerçekleştirilebilmesi için nüfus cüzdanındaki din hanesinde yazılı “İslam” ibaresinin yerine kendi dininin (“Şaman” ya da “Şamanist”) yazılması gerektiğini öğreniyor. Önce Diyanet’in kapısını çalıyor, Diyanet’ten olumlu bir tepki alıyor, inancına saygı gösteriliyor fakat mevzuatta onun sorununu çözecek bir madde bulunamıyor. Nüfus müdürlüğüne ve adalete başvuruyor…
Oyun gerçek hayatta yaşanan bir olaydan esinlenmiş. Ankara’lı Cahit Bolat kimliğine “Alevi” yazdıramayınca tepki olarak din hanesi bölümüne “şaman” yazılmasını istemiş. Mahkemeye başvuran Cahit Bolat’a tek tanrılı üç semavi dinden (Müslüman, Musevi, Hırıstiyan) başka bir din yazılamaz cevabı verilmiş… Bolat, Hukuk Mahkemeleri Yasası’nda sayılan hallere uymadığı gerekçesiyle 172 lira idari para cezasına çarptırılmış…
Oyunun yazarı Irmak Bahçeci, 1983 Ankara doğumlu. Ankara Üniversitesi Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık’tan mezun. 2004’te okuduğu bölümün iki oyununda rol almış. Mask ve dekor tasarımı çalışmış. 2004’te bir arkadaşıyla birlikte Anadolu gelenekleri üzerine bir oyun denemesi ve çevirisi yapmış. İstanbul Halk Tiyatrosu’nun sahnelediği Alevli Günler Irmak Bahçeci’nin yazdığı ilk oyun. Bahçeci, 1.Oyun Yaz Festivali’nde oyunu okunan 11 yazardan biri. (Bir diğeri ise hakkında bir yazı yazdığım Aksanat’da Ben Patronum isimli oyunu oynanan Barış Toraz.)
Kendisiyle yapılan bir söyleşide Cem Davran “Alevli Günler, Irmak Bahçeci’nin yazdığı İstanbul Halk Tiyatrosu’nun sahneye koyduğu Kültür Bakanlığı destekli bir oyun. Irmak, çok güzel bir fikir yakalamıştı. Biz onun fikrinin üzerine tecrübeli yönetmen ve oyuncularla çalıştık” demiş.
Irmak Bahçeci’nin çok şanslı bir yazar olduğunu söylemeliyim. Zira yazdığı ilk oyun iyi bir yönetmen (Yıldıray Şahinler) ve oyuncuların eline düşmüş. İstanbul Halk Tiyatrosu ekip olarak oyunu renklendirmiş, oyuncular kişisel yetenekleri ile ufkunu açmış ve tulûat yetenekleri ile muhtemelen her gece oyunu yeniden “yazıyorlar”.
Ama bu, Irmak Bahçeci’nin gerçek bir olaydan esinlenerek bir yurttaşın yaşadıklarını tiyatro oyunu haline getirmesindeki umut veren başarısını gölgelememeli.
Bu oyun, tiyatroda oyun yazmanın nasıl yerel ve hassas dengeler üzerinde durduğunu da önümüze koyan güzel bir örnektir. “Tiyatroda oyun”u özellikle vurguluyorum zira “sinemada oyun (senaryo)”, ”tv’de oyun (dizi,skeç)”, “radyoda oyun (radyo tiyatrosu, skeç)” kalıplarının farkları üzerinde de düşünmemize neden oluyor.
Örneğin sinemada bu oyunu doğrudan “din hanesine Alevi yazdırmak” üzerine kurmanız mümkün ama tiyatroda aynı etkiyi yapmama olasılığı da var. (Belki de tepki çekmesi riski.) Olayı İslam ile Şamanlık arasında kurgulamak ve de insanın yakılması ile tartışmaya açmak zeki bir buluş. Gerek Şamanlığın toplumdaki algılanışı gerekse oyuncuya verdiği görsel ve işitsel olanaklar, seyirci ile iletişimi samimi, sıcak bir atmosfere taşıyor.
Öte yandan dolaylı bir yol seçildiği için konunun aynı ağırlıkta ve yoğunlukta algılanamaması olası bir risk; seyrettiği oyunlarda salt gülmeyi tercih eden bir seyirciye mesajın iletilmesinde belli zorluklar taşıyor. Zaten medya tanıtımlarında oyun, “kırdı geçirdi”, “gerçekten komikti, kahkahalarla güldürdü” ifadeleri ile yer alıyor. Cem Davran’ın sözleri ile “Bizde kurallar ve sistem genellikle kalabalık olanlara göre kurulur. Azınlık olan biri, bir yere gittiği zaman prosedür uygulanmaz; sistemde karşılığı çıkmaz. Çünkü o düşünülmemiştir. Bu koşullar altında, karşısındaki kişiye iyi niyetle yardım etmeye çalışan bile yardım edemiyor çünkü sistem öyle…” “İyiniyet mevzuatı aşamıyor” fikirlerinin algılanması ikinci planda kalabilir.
Oyun arasında fuayede telefona sarılıp “iyi ki gelmişim/göndermişsin, çok eğlenceli” sözleri ile sahnede gördüğü oyuncuları, tv dizilerinde canlandırdıkları karakterlerin isimleriyle sıcağı sıcağına, heyecanla karşısındakine hatırlatan seyirciler gördüm. Onlar için krematoryum, insanın inançlarına göre defnedilmesi, toplumda azınlık olma ilk akla gelen hususlardan olmayacak muhtemelen. Ama bir gün aynı konular önlerine çıktığında bu oyunu hatırlayacaklar.
İstanbul Halk Tiyatrosu’nda bu oyuna ayağımın bir türlü gitmemesi daha önce Aksanat’da seyrettiğim Ben Patronum isimli oyunun bıraktığı kötü izden dolayıdır. Şimdi, o oyunun yazarı Barış Toraz’ın, -konu seçimi ve işlemesindeki hatalarını bir kenara koyarsak- Irmak Bahçeci’nin yakaladığı şansı yakalayamamış olduğunu düşünüyorum. İHT, Alevli Günler’i metnin sınırları ve ufku dışına açıp genişletirken işini seven bir yönetmen ve oyuncuların oyuna katkısı konusunda ibretlik bir ders veriyor. İHT, yeni yazar kazanımı konusunda örnek alınacak bir öncülük etmiş. İçinde iyi fikir taşıyan “İlk oyun”lar için tecrübeli gruplarla yapılacak işbirliği olumlu sonuçlar verebilir. Bir anlamda gençler için meslek içi uygulamalı eğitim gibi.
Oyuncuların oyundan keyif aldıkları çok açık. Konunun da izin vermesi ile tüm oyuncular doğaçlama yeteneklerini kullanıyor, birbirlerine sahnede muziplikler yapıyorlar. Görünen o ki aynı eski tulûat tiyatrosu geleneğindeki gibi konuyu bir rehber olarak kullanıp iki liman arasında metinde çizilmiş rotaya uzaklaşıp yaklaşarak amaçladıkları limana varıyorlar. Bunu yaparken metindeki kelime ve cümleler yerine kendi yarattıkları söylemleri kullanıyorlar. Geleneksele dayanan bu oyunculuk tarzı da seyirciye daha ilk sahneden itibaren geçiyor.
Bu oyunculuk içinde çağdaş tiyatronun ip uçları da var. Karşısındakinin repliğine verilen tepki ya da mimik ve jestlerle önceden yapılan sessiz hazırlık o repliğin anlamını “büyütüyor”. Her oyuncu rol arkadaşına bu anlamda yardım ediyor. Birbirleri ile “pas”laşıyor,”top” çeviriyor, seyirciyi gözlüyor ve tam zamanında “gol”ü seyircinin kalesine bir kahkaha olarak bırakıyorlar. Oyunun her gece aynı sürede bitmemesi riski var. Ama seyirci eğleniyorsa uzatırsınız, ne gam!
Cem Davran’ı seyrederken sürekli olarak Gazanfer Özcan’ı andım. Davran, Özcan’ı kesinlikle taklit etmiyor ama ondaki “şeytan tüyü”nün sıcaklığı, jest ve mimiklerindeki yaratıcılık bana Gazanfer Beyi hatırlattı. Doğrusunu isterseniz Cem’in yeteneği dizilerde yeterince anlaşılmıyor.
Daha 15 gün önce kendisinden seyrettiğim “Şeytan Valmont”tan sonra Levent Üzümcü’nün bu oyundaki Mensur tiplemesi onun oyunculuk yeteneğini kanıtlamakta.
Bahtiyar Engin’in tiplemesi unutulmayacak güzellikte.
Erkan Can ise o ciddi görünüşünün altında nasıl bir ateş taşıdığını sahnede her görünüşte gösteriyor. O sahnede görününce salondaki dalgalanma onun iz bırakan oyunculuğunun kanıtı ve onayı gibi.
Tuğçe Kıltaç da avukat rolüyle görevini yapıyor .
Sahne tasarımında Barış Dinçel oyun ne istiyorsa onu vermiş. Ben onun oyuna hizmet eden dekorlarını beğeniyorum.
Turne yapan tiyatroların bazı konularda mecburen sınırlandığını düşünüyorum. Bundan en büyü payı alan da ışıklandırma. Efe Sümer’in ışık tasarımını başarılı buldum.
Özellikle rakı sofrasındaki “erkek mavrası-geyik muhabbeti”nin düzeyi bazılarına örnek olmalı. Oyuncuların kendi çabaları ve yetenekleri ile renklendirdikleri bu sahne, sonunda yerini hüzne bırakıyor. Sanki “dağılmış” gibi duran sahnenin nasıl bir kontrol ile elde tutulduğunu görmek ve yapılan doğaçlama ile ip üstünde yürümedeki ustalık hem oyunculuk hem de yönetmen becerisi. Komediden acıya doğru geçen bu değişimdeki oyunculuğu izlemek çok keyifli.
Karakolda, diyanette, nüfus müdürlüğünde hatırlanan “Hasan” tek kelimelik hoş bir eleştiri olmuş.
Ben oyunu BKM’nin son derece rahatsız olduğum balkonundan seyrettim. Çevreme baktığımda benim gibi yerini değiştirmeye çalışan çok seyirci vardı. İkinci yarının mezarlık sahnesinin bana uzun gelmesinde (yerimden dolayı) olaya tam hâkim olamamaktan doğan bir sıkıntının payı da vardı sanırım. Bu sahnenin seyirciyi koyduğu “yeri” ve zeki esprilerini beğendim ama acaba kısaltılsa iyi mi olur diye de düşündüm.
2006 yılında Bahtiyar Engin, Yıldıray Şahinler, Kemal Kocatürk ve Levent Üzümcü tarafından kurulmuş olan İstanbul Halk Tiyatrosu, Bahtiyar Engin’in ifadesiyle şöyle tanımlanmış:
“Din, dil, ırk ve renk ayrımı yapmaksızın, dünyanın bütün halklarını kucaklayan, çağdaş sanatın gerekliliklerini sorgulayan, tarafsız, evrensel değerler çerçevesinde dünyayı güzelleştirmeye yönelik her şeyin savunucusu bir anlayışla yola çıkmıştır. Temel ilkesi hiçbir sansüre ve dayatmaya boyun eğmeden başı dik, alnı açık bir şekilde Türk tiyatro tarihi boyunca yoluna devam etmektir.
Tiyatromuzun yol haritası halkın anlamlandıramadığı, belli kesimin beğeni ve ideolojisine hizmet eden değil, sanatın eğlendiren, bilgilendiren, düşündüren ve baş kaldıran estetik nimetleri ile halkın her bireyini buluşturmayı amaçlayan bir duruş sergilerken, geleceğin özgün “Türk Tiyatrosu”nu yaratmaya öncülük etmektir.”
Ben Alevli Günler’de yukarda tanımını bulan hedefin ipuçlarını gördüm. Alevli Günler, Türk Tiyatrosu’nun iyi oyuncularının bir arada aynı oyunda buluşması hayalimi başarıyla gerçekleştiren bir oyun oldu.
Not:
Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr. Ali Bardakoğlu “Din hanesi kimliklerden kalkmalı” demiş.(24 Ekim 2010)