Tiyatro Üzerine Mektuplaşmalar Hakkında
Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu
I. EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA
13 Ağustos 2019, Erdek
Merhaba hocam,
Uzun bir aradan sonra size tekrar yazıyorum. Bu yaz yoğun geçiyor. Kardeşim Özlem yurtdışında yaşıyor ve her Temmuz ayını İstanbul’da geçiriyor. Ev birden Özlem’in farklı ülkelerden İstanbul’a davet ettiği eski, yeni birçok arkadaşıyla, sayısız akraba ziyaretiyle doldu taştı. Bol muhabbetli bir dönemdi. İçlerinden biri müzik doktorası yapıyor. Türk halk müziğini merak ediyordu. Katılabileceği güzel bir halk müzik konseri bulamadık, biz de kendi konserimizi verdik. Akşamları bizim bahçede oturup türküler söyledik. Sesleri duyan geldi, konu komşu, yaşlı, çocuk… Ne zamandır böyle bir araya gelmemiş, birlikte böyle güzel söylememiştik. Sonra herkes kendi ülkesinin türkülerini söyledi. En sevilen bir Hint türküsü oldu, öyle ki anneannem gözleri yaşlı dinledi türküyü. Bize de iyi geldi bu buluşmalar. Bu duruma en çok babam bayılıyor ama. “Ne güzel, ne enternasyonal bir ev olduk, dünya halklarının kardeşliği burada, bizim evimizde başlıyor” diye, hepimiz gülüyoruz tabii. Keyifli bir dönemdi ama biraz yoruldum, yapılması gereken işler birikti, yapılamadı derken beni biraz strese soktu. Bu arada pek haberleşemedik o yüzden. Kusuruma bakmayın.
Şimdi Balıkesir’deyim. Söz verdiğim gibi anneannem ve dedemle tatile çıktım. Size Erdek’ten yazıyorum. Onlar şu an yüzüyor. Mektubumu yazarken bir gözüm üzerlerinde. Anneannem yüzme bilmiyor çünkü.
Son mektuplaşmamızda o kadar çok soru birikti ki. Önce onlara cevap vererek başlamak istiyorum. Aslında “Kafamızdaki Duvarlar” başlıklı son mektubumuzu okuduğumda kendi payıma biraz serzeniş, şaşkınlık, kırgınlık, alınganlıkla dolu olduğunu hissettim. Çok söylenen bir mektup gibi geldi. Oysa Almanya’da oldukça keyifli, güzel bir hafta geçirmiş, kısa zamanda güzel arkadaşlıklar edinmiştim. Freie Üniversitesi’ndeki arkadaşlarım davet ediyor, tekrar gitmeyi iple çekiyorum. Mektupta bu heyecanımı da kayda geçirebilseymişim keşke. Belki o mektubu yazdığım sırada başka şeylerin etkisi altındaydım, oraya bu şekilde yansıdı.
“Almanların çok soru sormasından rahatsız olduğumu” söyleyemem. Kaldı ki son yıllarda Türkiye’de olan bitene yönelik sorular soran bir tek onlar değil. Gittiğim her yerde durum benzer. Hatta bir başka ülkenin insanının dünya gündemiyle bu kadar ilgili olması, fikir yürütmesi, çoğu zaman bunu kendi derdi olarak görmesi takdire şayan bir şey. Karşılaştığım bir iki istisna örnek yüzünden Almanlar hakkında bir yargıya varmam zor açıkçası. “Almanya’da şu sıralar kimse kimseye nerelisin, nereden geliyorsun diye sormuyor” demişsiniz. Oradaki akademisyen ve göçmen arkadaşlarım da söylemişti bunu. Çok ayıp karşılanıyor artık birine “nerelisin” diye sormak demişlerdi. Ne tuhaf, oysa burada iki yabancının arkadaş olması için sorulan ilk soru bu. Yakınlık kök(en)lerin yakınlığından başlıyor önce. Benim doğup büyüdüğüm yerde her gün karşılaştığım olmazsa olmaz bir soru daha var: “Nereye?” Eğer biriyle yeni tanışıyorsanız ilk soru “nerelisin” ya da “memleket nere” oluyor. Bir kere tanıştıktan yani “nereden geldiğin” öğrenildikten sonra bu kişiyle sokakta karşılaştığınızda soru “nereye” dönüşüyor. Hafif çatık kaşlı, meraklı, “hayırdır” edasıyla tabii. Yani eğer sokakta, yoldaysanız herkes “nereye” gittiğinizi merak edip, sorguluyor. Dikkat ettim, en çok da kadınlara soruluyor bu soru. (“Nereye? Hayırdır akşam akşam, hayırdır sabah sabah”) Çocukluğumdan beri gündelik yaşamımı belirleyen iki anahtar sözcük işte bu “nereden, nereye”.
“Demokrasinin sadece Avrupa ülkelerine özgü olduğunu” düşünen bir yönetmenin ya da bana “hangi taraftasın, eleştirenlerden mi, sus pus oturanlardan mı” diye soran bir entelektüelin yarı alaycı, şakacı sorusu karşısında sessiz kalmış olmam sanırım alınganlıktan yahut sadece “alınganlıktan”, “yanlış anlamış” olmaktan kaynaklanmıyordu. İnsanın belli koşullarda hangi tepkiyi verdiği/veremediği konusunda kesin bir çıkarım yapması öyle zor ki. Benim için de. Zorluğu sorunun yarı alaycı üslubundan değil, içeriğinden kaynaklanıyor. Gerçekten “hangi tarafta”yım? Bir taraf mı var? Ülke o kadar her anlamda kutuplaştı ki her tavrınız, fikriniz, eyleminizle iki kutuptan birine yerleş(tiril)mek zorundasınız. Daha da zoru kendime, yaptıklarıma bakarak muhalifliğimi, eleştirelliğimi, söz söyleme cesareti ve kapasitemi nasıl ölçebilir, değerlendirebilirim? Her gün bu kadar insan düşünceleri, fikirleri yüzünden tutuklanıyorken, en çok da Füsun Üstel’le ilgili haberlere baktığımda onu ve diğerlerini içeride tutan nedenler karşısında duyduğum ‘nasıl olur’ şokuna ve bundan bir parça da olsa sorumlu olmanın utancına gömülürken kime ve neye göre, ne kadar, nasıl muhalif olduğumu ifade etmenin bir yolu var mı? Mesele ne kadar muhalif ve eleştirel olduğumuzu ele güne göstermek değil sadece, etkili bir muhalefet, karşı çıkış, direnç ve eleştiri sergileyebilmek. Yani yapabileceğimizin en iyisini yapmak. Benim çabam da bu. Yine de güzel şeyler olmuyor değil hayatta. Füsun hocanın beraat kararı, anayasa mahkemesinin oy çokluğuyla barış akademisyenleri hakkında verdiği “hak ihlali” kararı gibi.
“İyi de sorular bizleri neden bu kadar tedirgin ediyor hiç düşündün mü? Eğer soru sorma ya da bize sorulan soruyu yanıtlama cesaretini bulamazsak birbirimizle nasıl iletişim kuracağız?” diye sormuşsunuz. Soru sormak bazen “üstüne vazife olmayan şeyleri” sorgulamak, deşmek, iğnelemek, yargılamak, cezalandırmak, suçlamak gibi geliyor sanırım bize. Başıma gelen bir olayı anlatayım. Yeni eleştirel, kolektif modeller geliştirmeye çalışırken son yaptığımız dosyanın adı, hatırlarsınız “Soruşturma” başlığı taşıyordu. Seçilen bir oyun hakkında üç yazardan yazı toplayıp bunları oyunun yönetmenine göndermeyi ve yönetmenin oyunu hakkında son bir değerlendirme yazmasını istemiştik, dilerse yazılan bu eleştirel denemelerle diyaloğa geçebileceğini ekleyerek. Bu modele “soruşturma” adını verirken öyle uzun uzadıya düşünmemiştim. Bir oyun etrafında birden fazla insan, görüş, yaklaşım bir araya geliyordu. “Forum” da diyebilirdik, “farklı perspektifler” de ya da sadece “dosya”. “Soruşturma” başlığı izlediğimiz oyuna, kendimize, birbirimize, dünyaya sorduğumuz karşılıklı soruların toplamı gibi görünmüştü bana. Eleştiri kavramına da buradan yaklaşmaya çalışıyordum. Yapıtın farklı taraflarını açığa çıkaracak, onda tek bir bakışla kolay kolay kendini ele veremeyecek olan farklı sesleri duyulur, farklı bakışları görünür kılacak sorular sorma çabası olarak. Burada herkesin bol soru işaretli soru cümleleri kurarak bir yazı yazmasından söz etmiyorum. Her yazının, yapılan her yorumun zaten dünyaya sorulmuş bir soru olduğu fikrinden hareket ediyorum. Sözcüğün yapısının çağrışımlarıyla oynayıp, ondaki işteş hali vurgulamaya çalışmıştık kısacası. Sadece sormak değil de karşılıklı soruş-mak, soruş-turmak diye bir şey de diyebiliriz. Ancak hiç tahmin etmediğim bir şey oldu. Yönetmen oyunu için yapılan “soruşturma”ya “ifade” ve “savunma” başlıklarıyla cevap vermişti. Bunda sorun yok tabii. Netice yönetmene yazısını istediği biçimde kurgulama özgürlüğü tanıyan bir deneme alanıydı burası. Beni şaşırtan, derginin yazar çevresi dahil olmak üzere görüşlerini aldığım pek çok arkadaşımın “soruşturma” başlığı “çok talihsiz”, “irrite edici”, “provoke edici” olmuş demeleriydi. O süreçteki fikri yalnızlığımı hiç unutamıyorum. “Soruşturma deyince aklıma polisiye geliyor, her gün suçsuz yere insanlar hakkında açılan soruşturmalar, hapse atmalar, yargılamalar geliyor” diyenler mi, “soruşturma nedir canım” diyenler mi, yoksa “ahh canım biraz talihsiz olmuş, bir dahakine daha dikkatli olursun” diye uyarıda bulunanlar mı? Oysa bu modeli geliştirirken, adının ne olacağından bağımsız olarak sadece bir yönetmene oyunu hakkında yazılan yazılardan sonra bir son yazı yazma fırsatı verilse, eleştirilerle konuşma fırsatı verilse nasıl bir sohbet olurdu diye merak etmiştim. Üstelik başlarken pek çok insan “Eylemcim bu model Türkiye’de tutmaz, hiç kendini yorma, bizde kimse eleştiri kaldırmaz” demişti ama belki de bunlar sadece hurafeydi, ön yargıydı. Denemek, yanılmak, tekrar denemek, tekrar yanılmak gerekiyordu belki de. İşte bu süreçte, bir sözcük seçimi nasıl bir sosyo-politik iklimde yaşadığımızı fazlasıyla göstermişti bana. Sonra bir şey fark ettim. Üniversiteye başladığım ilk yıllarda hakkımda o kadar çok disiplin soruşturması açılmıştı ki, biri sonuçlanmadan diğeri açılıyor, hatta bir yenisi açılana kadar hakkımda çıkan “ihtiyati tedbir kararı”yla soruşturma açılana kadar okula girişim yasaklanıyordu. “N’aptın Eylemcim, adam mı vurdun” diye sormayın. Sadece o yıllarda F-Tipi, savaş ve Yök karşıtı eylemlere katılmıştım benim gibi haklarında soruşturma açılacak olan yüzlercesiyle. Bunların bazılarından bir yıl uzaklaştırma, birinden atılma kararı çıkmış, mahkeme kararıyla okula geri dönmüştük. Diyeceğim şu ki, benim hayatımı bu kadar etkileyen “soruşturmalar” nasıl olmuştu da şimdi “temize çıkmıştı” ya da üzeri çizilmiş, yasaklı, ihraçlı, dikenli bir sözcüğe hiçbir zaman dönüşmemişti. Üstelik yakın dönemde ailecek başımıza gelen felaketi de biliyorsunuz. Bu da benim kendime sorduğum soru. Bu çalışmadan payıma düşen en büyük soru belki de. Sonradan arkadaşlarıma sordum. Hiçbiri hayatları boyunca hukuki bir soruşturmaya uğramamıştı (ne iyi ki). Şimdi hocam ne yapmalı? Sözcüğün üstünü çizip ıskartaya mı çıkarmalı? Bence kavramlara sürülen karalarla, onlara yüklenen önyargılarla uğraşmak gerekiyor. O yüzden “soruşturma” başlığından vazgeçmeyip, olumsuz görünen şeyleri olumluya dönüştürmek gerektiğine inanıyorum.
Iraklı ailenin ölüm pahasına botla Avrupa’ya geçiş hikâyesini daha fazla deşmememin sebebi (tam olarak) bu değil tabii. Orada şöyle bir tereddütüm oluyor. Bir konudaki merak ve kaygımız ya da onu anlama çabamız sorgulanan şeyle bizim aramızda bir yaklaşma, yakınlaşma sağlıyorsa şahane. Bendeki temel kaygı bu. Komik gelebilir size belki ama bu gibi durumlarda bir adım daha öteye sıçramaya çalıştığımda kendimi Yaban Ördeği oyunun “doğrucu, idealist karakteri” Greger’e benzetiyorum. Ekdal ailesinin temelindeki yalanı ortaya çıkarmaya/ortadan kaldırmaya çalışırken, yani kendi “doğrucu” dünya görüşünü başkalarına dayatırken bütün ailenin yok oluşuna neden olan idealist Greger’i ve onun aracılığıyla belki yaşamlarımızda bazı sırlara, kimi yalanlara, deşilmemesi gereken kimi yaralara da ihtiyaç olduğunu söylemeye çalışan İbsen’i hatırlıyorum. (İki yıl önce Skien’de izlediğim Ibsen ödüllü, Yunan prodüksionu Yaban Ördeği sahnelemesinin iki ayrı sonu vardı. Greger’in doldurduğu küçük Hedvig’in ölümünü kaldıramayan benim gibi duygusal seyirciler için alternatif finalde Hedvig silahı eline alıyor, Greger’den başlayıp sırasıyla herkesi öldürüyordu.)
Eğer bizim cevaplarımız belli ve soruları sadece Greger gibi kendi “doğrularımızı” tartışmaya açmak için soruyorsak işte orada karşılıklı bir paylaşımı bulmak zor geliyor bana. Berlin’de tanıştığım “sadece daha iyi bir yaşam uğruna” ülkesini terk eden Iraklı aileye bunun nedenini, dahası üç küçük çocuğun hayatını tehlikeye atarak bunu yapmaya nasıl cesaret ettiniz diye soramamam şu soruları soramıyor olmamdan çok farklı değil: Eşinden şiddet gören bir kadına “neden boşanmadığını” sormak. Yoksulluklarına rağmen daha fazla çocuk yapan bir aileye “bakamayacaksınız neden doğuruyorsunuz” gibi sormak, sizden sadaka isteyen birine “elin kolun sağlam, neden çalışmıyorsun” diye sormak…
Kimi sorular karşısında sessiz kalmamın, çok hararetli tartışmalara giremememin bir sebebi daha var. Sizinle şöyle bir anımı paylaşayım. Belki daha önce bahsetmişimdir. Geçen sene Oslo’dayken orada yaşayan her ikisi de Irak kökenli iki tiyatrocu arkadaşımla akşam aynı evde kalmıştık. Bütün gün politika konuşulmuştu, en çok da Türkiye. Sohbet öyle güzeldi ki, “dünyayı birlikte kurtarmanın”, “dayanışmacı bir topluluğun” provası gibiydi. Gibiydi çünkü ben aralarından erken ayrılıp yan odaya uyumaya gittiğimde gece 2 gibi evi polis bastı. Oslo’da! Hani şu dünyanın en güvenli, huzurlu, demokratik ülkesi Norveç’te. Sesler duydum, ne olduğunu anlayamadım. Yattığım odanın yarı aralı kapısından ev sahibi arkadaşımın özel harekat polisiyle konuştuğunu gördüm. Önce aklıma ben uyumadan önceki şakalaşmamız geldi. Saat gece 12’de, bulaşık makinesini çalıştırdığımdan arkadaşım “ne yapıyorsun, eve polis mi gelsin istiyorsun, burada bu saatte yasak. Alt komşu şikayet ederse anında polis geliyor” dedi. O kadar şaşırmıştım ki elimdeki bardağı düşürüp kırmıştım. Çok gülmüştük şimdi polis gelecek diye. Kapıdaki polis, daha doğrusu özel harekat polisleri bir bardak şıngırtısına gelmiş olamazdı diye geçti aklımdan. Uyku sersemi halim ve yarım yamalak Norveçcemle anladığım şey arkadaşımın benden bahsediyor olduğuydu. “Evet, evde genç bir kız var, Türkiye’den geldi, Oslo Üniversitesi’nde araştırma yapıyor”, vs. gibi şeyler. Ben daha ne olduğunu anlamadan arkadaşım geldi odaya, “gel Eylem, seni görmek istiyorlar” dedi. Öyle bir sahne kurulmuştu ki ben bile benim için geldiklerinden şüphe etmiyordum artık. “Niye geldiler, benle ne alakası var” gibi sorular hiç geçmiyordu aklımdan. Çoktan kabullenmiştim. Norveçli arkadaşlarım için gelecek değillerdi ya, benim için gelmişlerdir kesin. Acaba ben uyurken ülkede bilmediğim büyük bir felaket mi oldu, ailem hayatta mı, bir yerlerde bir “suç işlendi” de benim üzerime mi kaldı, bunları düşünüyordum. Biz evden dışarı çıkarıldık, ev arandı. Sonra öğrendim ki, Somalili genç bir kız uyuşturucu yüzünden evden kaçmış. Ailesinin şikayeti üzerine polis her yerde kızı ve birlikte saklandığı arkadaşlarını arıyor. O çocuklar en üst katımızdaymış ve kaçmışlar. Tuhaf olan ise polis bunu en başından söylemesine rağmen arkadaşımın bütün detayları atlamasıydı. “20 yıldır burada yaşıyorum, evime ilk kez polis girdi, bir kız arıyoruz deyince senin ülken karışık ya, kesin seni arıyorlar, sizin başkanın eli buraya kadar uzanmıştır diye düşündüm” dedi. Oysa biz bir saat önce birlikte konuşup tartışıyor, dünya barışından, otoriterleşme ve baskı karşısında eleştirinin ve dayanışmanın öneminden söz ediyorduk. Hatta tiyatronun buna nasıl bir yanıt olabileceğinden. Ama tehdit kapımıza dayandığında tepkimiz başka oluyor. Diğer arkadaşım ev sahibi arkadaşı eleştirmişti olay bittiğinde. “Polis sana Somalili bir kızı arıyoruz diye sordu ama sen burada öyle biri yok demek yerine Eylem’e dair her şeyi döktün ortaya. Onu suçlu konumuna soktun. Onlara bu kadar bilgi vermek zorunda değildin” dedi. Haklıydı da. Daha tuhafı, ortalık yatıştığında ben donmuş kalmıştım, sanki bedenim hiçbir şeye tepki vermiyordu. Aklımdan geçen tek şey şuydu; bu başıma gelecekse yabancısı olduğum bir ülkedense -o ülke dünyanın en demokratik, en huzurlu yeri de olsa- yine de kendi ülkemde olsun. Arkadaşlar dedi ki, “endişelenme Eylem, seninle ilgili bir şey olsa da korkmana gerek yok. Burada polis sizin ülkenize benzemez, çok naziktir, anlayışlıdır”. Üzgünüm ama bu tavır gerçekten hiç yardımcı olmuyor. Hatta bir yerden sonra “sizin ülkeniz, bizim ülkemiz” karşılaştırması bıkkınlık getiriyor. İstanbul’daki yakın bir arkadaşıma bu olayı anlattığımda “ben senin yerinde olsam bu insanlarla bir daha görüşmem, konuşmam” demişti. İşin aslı “bu insanları” anlıyorum. Sizin hep bahsettiğiniz o GİPO, yani içimizdeki gizli polis, korkularımız, tabularımız var ya, işte o ne zaman, nerede faaliyete geçecek bilemiyoruz sonuçta. Kim bilir bu olay arkadaşımda ne gibi bastırılmış korkuları ortaya çıkardı. Dolayısıyla yaşanılanlar yüzünden artık konuşmaktan, dertleşmekten çekiniyor değilim. Başıma gelen olumsuz deneyim yüzünden iletişim kurmaktan çekiniyor, bu diyaloga da inanmıyorum demek için anlatmadım olanları. İnancımı kaybetmiş değilim ama ne yalan söyleyeyim insanda bir kırılma yaratmıyor değil. Kaldı ki demokrasinin sadece Avrupa ülkelerinin duvarları arasında mutlu mesut hüküm sürdüğüne inanan, bu duvarların dışında doğduğumuz ve o duvarları “aşamayacağımız” için bükülü dudaklarla yüzünüze bakan yetişkin bir tiyatrocuyla bu konuda diyaloğa nasıl geçilir, onu hiç bilemiyorum açıkçası. Öğrenmem gereken daha çok şey var. Belki bu diyalog en iyi ihtimalle yukarıdakine benzer bir geceyle sonlanırdı. O da bir kazanım.
Yani hocam ben de çoğumuz gibiyim. Hem gördüğü, duyduğu her şeyi deşmek isteyen, hayata sürekli meraklı meraklı sorular soran bir tutkunum, hem de daha nicesini sormaya cesaret edemeyen dili, kalemi titrek bir korkağım. Ama şunu biliyorum ki birbirimize sorular sorabilmemiz, o sorular dünyaya sorduğumuz ortak sorular olduğu ve birlikte ortak yanıtlar üretebildiğimiz takdirde çok önemli. Mesela üç yıl önce Romanya’daki “genç eleştirmenler seminerinde tanıştığım” Hong Kong’lu tiyatro eleştirmeni arkadaşımla böylesi bir diyalogu hâlâ sürdürüyoruz. Şu sıralar, biliyorsunuzdur onların sokakları tarihlerinin en büyük protestosuna sahne oluyor. Onunla diyalogumuz, hep sorular etrafında ilerliyor. Biraz ondan, biraz benden, tiyatrodan, yaşamdan konuşuyoruz. Öyle ilginç ki o Hong Kong’tan bahsedince sanki İstanbul’dan söz ediyor gibi ya da ben İstanbul’dan bahsedince “aaa, sanki burayı anlatıyorsun diyor”. Bunun çok dönüştürücü bir eylem potansiyeli olduğunu da hissediyorum, en azından güzel bir dostluk kuruyor. Bu da çok şey değil mi? Mektuplaşmamız da böylesi bir diyalog arayışının ürünü değil mi? Siz de mektuplaşmamızın yaşamınızda nasıl olumlu bir etkisi olduğundan söz etmişsiniz örneğin. Bence bunun sebebi kendini diğerine ve dünyaya güvenle açabilmek. Tiyatroyla dostluk kurmak ya da dostça eleştiri yapabilmek.
Mektubum uzadıkça uzadı. Alman tiyatrosuyla ilgili son iki yazınızı okumuştum. Onunla ilgili sorularım vardı size. Soramadım. Alman tiyatrosunun çöküşünden bahsediyordunuz. Bunu biraz açmanızı isterdim. Çöküş/kriz diye okuduğunuz durum bir değişim, bir geçiş aşaması olamaz mı diye düşünmüştüm. Bir de tabii Türkiye tiyatrosu ile ilgili gözlemlerinizi yazsanız ne derdiniz merak ettim. Sanırım Almanya’daki “çöküş”ün gümbürtüsü henüz buraya gelmedi. Bir de gazeteci, romancı arkadaşınız Fahimeh Farsaie’le tanıştım. İstanbul’da birkaç kez buluştuk, birlikte oyun izledik. Araştırması için İstanbul’daki sanatsal, kültürel yaşamla ilgili soruları vardı epey. Dilim döndükçe tiyatroyla ilgili kısmını paylaşmaya çalıştım. “Ne izlediniz birlikte” diye soracak olursanız biraz kıskandıracağım sizi. Görmek istediğiniz bir oyun vardı ya, Berfin’in (Zenderlioğlu) yönettiği Füruğ Ferruhzad hikayesi Yaralarım Aşktandır’ı gördük, hem de açık havada, Emirgan’daki Sabancı Müzesi’nin bahçesinde. Anlatmamı ister miydiniz, yoksa siz oyunu izledikten sonra mı konuşalım.
En kısa zamanda İstanbul’da görüşmek dileğiyle,
Sevgiler,
Eylem.
II. ZEHRA İPŞİROĞLU’NDAN EYLEM EJDER’E
15 Ağustos 2019, Gökyüzü
Sevgili Eylem,
Sana mektubumu gökyüzünden yazıyorum, uçağımın camına burnumu dayamış masmavi gökyüzünü ve irili ufaklı bulutları izlerken. İstanbul yolundayım. Uçakta yazmayı çok seviyorum, ayaklarım yerden kesildiği anda dikkatimi çok çabuk düşüncelerimde odaklaştırabiliyorum çünkü.
Biliyor musun senin şu mektup projeni öyle sevdim ki arkadaşım Berin Uyar’la da böyle bir blog kurarak mektuplaşmaya başladık: (mukicim.blogspot.com). Berin benim kuşağımdan, seksen darbesinden sonra hapse düşmüş, işkence görmüş çok acılar yaşamış. Ama yaşam sevincini, enerjisini, en önemlisi de dünyaya gülen gözlerle bakma yetisini hiç yitirmemiş. Onunla Almanya’da Essen Üniversitesi’nde tanıştık ve zaman içinde arkadaş olduk. Bundan birkaç yıl önce yayına hazırladığım Kadınların Gözüyle Yazmak ve Yaşamak adlı imece kitabımızda da kendi yaşamından bir kesiti anlatıyor. Kadın olarak ataerkil bir toplumda yaşamanın ve engelleri aşmanın izini sürdüğüm bu kitabı sen de okudun değil mi? İçinde Zeynep Oral’dan Gülsüm Cengiz’e, Mine Söğüt’e kadar farklı kuşaklardan çeşitli yazarların kaleme aldığı çok güzel otobiyografik yazılar var. Anlayacağın güçlü kadınların aracılığıyla umut öykülerinin izini sürüyorum. İşte Berin de bunlardan biri.
Gelelim mektuplaşmaya Berin’le mektuplaşmayla seninle mektuplaşma arasında dağla taş kadar fark var. İşin heyecan verici yanı da bu ya. Mektuplaştığın kişiye göre akış, enerji, diyalog her şey değişiyor. Berin’le yaşamın akışı için deneyimlerimizi, gözlemlerimizi, duygularımızı paylaşıyoruz. Zaman zaman çok düşündürücü konular kendiliğinden gündeme geliyor.
Senin tiyatro mektuplarınsa beni heyecanlandırıyor ve zorluyor, her seferinde daha da derinlere dalıyorum. Zaman zaman mektupta gündeme gelen bir düşünce başka düşüncelere yol açıyor, giderek dal budak saran bir ağaç gibi.
Oysa Berin’le mektuplaşırken yaşadığımız an, geçmiş, çağırışımlar, düşünceler, anılar, yaşantılar, deneyimler hepsi doğal bir akış içinde iç içe giriyor; birlikte bir şarkı söyler ya da bir derenin tatlı akıntısına kendimizi kaptırarak yüzer gibi. Hoş bir duygu. Bu açıdan onunla mektuplaşmamızı gerçekten şırıl şırıl akan bir dereye benzetiyorum.
Biliyor musun bazen dere kenarına gidip hayaller kurmak ya da buz gibi sularında yüzmek istiyorum; bazense ağacın gölgesinde oturup düşüncelere dalmak; sonra da tomurcuklanan dallara bakıp bundan çok büyük bir mutluluk duymak. Demem o ki iyi ki yaşamımda varsın Eylemcim, iyi ki yollarımız kesişmiş. Ve ben şimdi mektuplaşmamızı birlikte tohumlarını attığımız bir ağaca benzetirken bunun giderek yeşermesini ve büyümesini istiyorum.
Sorulardan söz ediyorsun mektubunda ve kavramlardan, kavramların gerçek anlamlarını yitirmesinden. Bana sorarsan sorulardan kesinlikle korkmamak lazım çünkü sorular anahtar gibi, doğru kilidi bulup kapıları açıp açamayacağımız ise başka bir konu. Ama tabii sorunun cevabını daha soruyu sormadan önce bildiğimizi sanıyorsak, ve bu cevabı desteklemek için soruyu soruyorsak bu iş çok yaş. Bana göre soru sorduğumuzda doğru kilidi bulabilmemiz için gerçekten antenleri açmamız gerekiyor ki bu hiç de kolay değil. Ben o zaman ne yapıyorum biliyor musun zorlansam bile yine de soruyorum, gelen yanıtın bende uyandırdığı olumlu olumsuz duyguları da gözlemliyorum ama. Bazen sormam yararlı oluyor, bir yerlere varabiliyorum. Ama bazen tıkanıyorum, bütün kapılar kapanıveriyor. O zaman sadece kendimi izlemekle, kendi düşünce biçimimi, belki önyargılarımı izlemekle yetiniyorum ki, inan ki bu bile bir şey. Böylece farkındalığım artıyor çünkü.
Bence kolay kolay İbsen’in Yaban Ördeği oyununun kahramanına dönüşemeyiz. Biz yargılamıyoruz ki anlamaya çalışıyoruz Eylemcim. Oysa Greger gerçekten yargılıyor. Belki idealist açıdan bakarsan haklı ama bu bakış tek yönlü ve saplantılı bir düşünce biçimine dönüştüğü anda insanların yaşamını ters yüz ederek büyük bir haksızlık yapmış oluyor. Polise senden söz ederek ortalığı karıştıran Norveçli arkadaşına da içerlemekte haklısın ama sen söylüyorsun, onu da yönlendiren korkularıydı. İşte bütün bu davranış biçimlerini, ardında yatan nedenleri, dünya görüşlerini bunlara gösterdiğimiz tepkileri bir tiyatro oyunu gibi izlediğimizde ne çok şey çıkıyor değil mi? Bir tiyatro oyununu alımlamakla yaşamı alımlamak arasında ne çok paralellik var değil mi? Bence bu bir tür farkındalık ya da üst bakış diyelim, kutuplaşmayı da büyük oranda aşmış olmuyor muyuz?
Bazen sorular kendimize de sorular sormamıza yol açıyor diyorsun. Doğru, işin güzel yanı da bu ya. Ama kafamızdaki bir soru belki çok uzun bir süre soru olarak kalacak, belki yıllar sonra aradığımız yanıtı bulacağız ya da bulamayacağız ya da hemen bulduğumuz bir yanıtın ilerde hiç de doğru olmadığını göreceğiz ya da soruların hep soru olarak kalmasını kabul etmemiz gerekecek kim bilir.
Kavramlara gelince haklısın zaman içinde anlamlarını yitiriyorlar, aşınıyorlar. O zaman belki o kavramı kullanmakta çok ısrar etmemek lazım, çünkü ben artık öyle bir yaşa geldim ki akıntıya karşı kürek çekerek bir yerlere varabileceğimize kesinlikle inanmıyorum. Yine de iyice aşınmış olan feminizm kavramını ısrarla kullanıyorum ama. Feminizmin erkek düşmanlığı değil kadın haklarını savunma anlamına geldiğini anlatmaya çalışıyorum. Hiç unutmuyorum çok tutucu bir öğrenci çevresine Essen Üniversitesi’nde feminizm kavramını açıklarken “eşim de feminist” dedim. Buna birçok öğrencim çok güldü. Sonradan nedeni anlaşıldı o çevrede bu açıklama “eşim eşcinsel” demek kadar yadırgatıcıymış. Ama ben hiç de pes etmedim ve zaman içinde öğrencilerim feminizmin ne olduğunu ne olmadığını gerçekten anladılar. “Soruşturma” kavramını da senin de yazdığın gibi olumsuz çağrışımlar uyandırdığı için ben de çok beğendiğimi söyleyemem. Acaba soruşturma değil de “bir oyun farklı bakışlar” deseydin insanların tepkisi farklı mı olurdu? Bilemem tabii. Ama kavramları kullanırken yanlış anlaşılmalara yol açmamak için dikkatli olmalıyız, buna inanıyorum. Bazen düşünüyorum da biz birbirimizle konuşurken söylediklerimizin içeriğinden çok nasıl söylediğimiz, seçtiğimiz sözcükler ve onların uyandırdığı çağırışımlar önem kazanıyor. Yani kişiden kişiye gidip gelen enerji diyelim. Enerji akışında en küçük bir pürüz, örneğin sert bir bakış ya da yanlış anlaşılabilecek bir sözcük kolaylıkla büyüyerek diyalog akışını kesintiye uğratabiliyor. Olumsuz duygular yükselmeye başladığı anda da birbirimizin ne dediğine, yani sözcüklerin içeriğine hiç de kulak vermiyoruz artık.
“Soruşturmaya” ya da “Bir Oyun Farklı Bakışlara” gelince, oyunun yönetmeni ben olsaydım benim oyunumla ilgili bu kadar derinlemesine ve güzel bakışlar geliştirilmesine çok sevinirdim. Çünkü bence bir sanatçının en büyük ödülü yaptığı işin ciddiye alınması, üzerinde düşünülmesi, yazılması. Ama bundan mutluluk duyabilmek için insanın kendisiyle iyice barışık olması gerekiyor. Çünkü korkular giriyor işin içine, bir de ah şu ego…
Benim Düş Hırsızları’na Karşı adlı fantastik romanımın baş kişisi şu Gi-po (Gizli Polis) var ya, hani insanların düşlerini çalan şu iğrenç yaratık, işte o bol bol egodan besleniyor. “Baksana bir soruşturma açmışlar senin oyununla ilgili” demesi bile yeterli. Başka ne mi söylüyor Gi-po: “Sen dünyaca ünlü bir sanatçısın, onlarsa senin attığın yemleri gagalayan tavuklar, bir de kendilerine eleştirmen adını vermişler”, “Bunlar seni yok etmeye çalışıyorlar, yaptığını hiçe sayıyorlar” filan falan…Biliyorsun sen Gi-po’yo ne kadar kulak verirsen o kadar büyüyor, kulak asmazsan da kendiliğinden yok oluyor. Eskiden benim Gi-pom çok büyüktü, o nedenle yazdım ya Düş Hırsızlarını. Ama yazma büyük bir terapi gibi oldu, çünkü bu süreçte yavaş yavaş kurtuldum ondan. Ama yine de dikkatli olmam lazım, hep pusuda bekliyor çünkü; yaşadığım sürece de bekleyecek. Soruşturma sözcüğüne bence Gi-po da bayılmıştır, onun için egoyu tetiklemek için harika bir yem bu sözcük. Bu açıdan arkadaşların bence o kadar da haksız sayılmazlar.
Alman Tiyatrosu başka bir mektubumuzun konusu olsun olur mu Eylemcim? Biliyorsun uzun mektuplar takipçilerimizi de sıkabilir. Berfin Zenderlioğlu’nun Füruğ oyununu nasıl sahneye koyduğunu çok merak ediyorum. Yakında tanışacağım kendisiyle. Berna Laçin’in oynayacağı Hayal Satıcısı oyunumu da o sahneye koyacak çünkü. Yıllar önce kurduğum Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği bölümünden bu kadar yetenekli insanların çıkması ne güzel, bugün pek çoğu toplumda yazar, dramaturg, öğretim üyesi, eleştirmen, yaratıcı drama hocası, yönetmen olarak çok güzel konumlarda. Eylemcim Füruğ oyununu benim henüz görmemiş olmam bir şey ifade etmez, gözlemlerini ve eleştirilerini merakla bekliyorum.
İranlı yazar Fahimeh’ye gelince, sana anlattı mı bilmiyorum, kendisi insan hakları aktivisti, hapiste yatmış bir süre. Sonra Almanya’ya kaçmış. Kafkaesk bir romanını okudum çok etkilenerek. Bir kadın Almanya’da bir hastaneye düşüyor, sonra da oradan bir türlü kurtulamıyor. Ben Fahimeh ile çok kısa tanıştım. İlginç bir kadın gerçekten, çok şey yaşamış. Belki onunla da bir söyleşi yaparım bakalım… Merak ettim Fahimeh nasıl buldu oyunu, sevdi mi?
Mektubunda arkadaşlarından ve aileden söz ediyorsun, nasıl farklı kültürlerden gelen kalabalık bir arkadaş grubunun sizde kaldığından, akşamları hep birlikte bahçede türküler ve şarkılar söylediğinizden…Ne güzel, benim ailem daha içine kapalı yaşıyordu. Yaşamımızda çalışma (biliyorsun, babam sanat tarihçisi, annem müzisyendi), hep ön planda geliyordu. Norbert’le de benzer bir yaşamımız var. Ama ben çok çok uzun süredir daha farklı bir denge arayışındayım. Paul Klee’nin Köln’deki evimizin salonunda asılı çok güzel bir resmi var, belki bize geldiğinde dikkatini çekmiştir. Adı Anayol ve Ara Yollar. Ben ana yolda yürüyorum, ama sık sık da ara yollara da sapıyorum. Ara yollarda yaşadıklarım, deneyimlediklerim bana yepyeni bir güç ve enerji veriyor. Arkadaşlarımla ya da öğrencilerimle birlikte güzel anlar yakalama, onlarla çok şeyi paylaşma da ara yollarda yaşadıklarımın bir uzantısı. Ama buna yolculuklar da giriyor, yeni ülkeler, yeni insanlar tanımak, doğayı keşfetmek….
Şimdi uçağımız yavaş yavaş alçalıyor. Masmavi denizin üstünden uçuyoruz, insan doyamıyor pırıl pırıl parlayan denize, dalgalara, oyuncak büyüklüğündeki gemiciklere bakmaya….
Gökyüzünden çok sevgiler.
Zehra