Tülay Yıldız Akgül
Filistin-İsrail sorununun uzun tarihinde barış süreci olarak adlandırılan 1993–2000 yılları arasındaki dönemi daha çok iki tarafın ekonomik olarak geçirdiği dönüşüm üzerinden anlamak gerekir. İsrail’in 1980’lerin ortalarından itibaren neo-liberalizme eklemlenme çabasının hız kazanması, beraberinde İsrail’in sınıfsal yapısında önemli bir değişim yaratmış ve bu da Filistin’le olan ilişkilere yansımıştır. 1967’den 1990’lara kadar İsrail, Batışeria ve Gazze Şeridi’ni işgal altında tutarak hem bu bölgedeki Filistinli ucuz işgücünden yararlanmış hem de İsrail ekonomisi için gerekli olan pazar ihtiyacını karşılamıştır. 1990’larda imzalanan bir dizi antlaşmayla İsrail, bu iki bölgenin bir kısmından çekilmiş ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulacağını kabul etmiş olsa da çeşitli ekonomik yaptırımlarla kendi ekonomisini Filistinli ucuz işgücünden koparmış; ama Filistin’in İsrail ekonomisine olan bağımlılığını arttırmıştır. Dolayısıyla iki taraf arasındaki uzun süreli savaşın 1990’larda tam anlamıyla barışa evrilmediği, aksine bu sürecin İsrail’in işgal altındaki topraklarla kendi devleti arasında yeni bir tür ekonomik bağımlılık yarattığını söyleyebiliyoruz. (Özge Özkoç, SAVAŞ VE BARIŞ: DOKSANLI YILLARDA FİLİSTİN-İSRAİL SORUNU, A.Ü SBF Dergisi 64-3)
***
İsrailli bir yazar olan Ilan Hatsor reji ve tiyatro okuduğu 1990’lı yıllarda daha birinci sınıftayken Maskeliler oyununu kaleme almış. Öğrenciliğinin henüz ilk yıllarında yazdığı bu oyun yazara pek çok ülkede ödül kazandırmış. Oyun, İsrail ve Filistin adlarıyla tarihsel bir çerçeveye alınmış olsa da Ortadoğu’da kaynayan kazanı, hiç sönmeyen farklı kimliklerle farklı adlandırmalarla hep gündemimizde yer alan ‘öteki’ kavramını ve bu kavramın da kendi içinde sürekli yankısını oluşturan yıkıcı şiddetini anlatmaktadır. Oyunu izlerken bir an önyargılarımızdan siyasal bakışlarımızdan arınarak sahneye odaklandığımızda içimize bir yolculuk yaşayabiliyoruz: Bu duruma gelir miyiz? Ya bu olayın içinde ben kalsaydım?
Günümüzde bu ve buna benzer durumları fazlasıyla yaşayabileceğimiz bir ortamdayız. Bize bu üç kardeşin oyunda üstlendiği rollerden birini seçmek zorunda kalma ihtimalini hatırlatarak Tiyatro Adranos önemli bir görevi yerine getiriyor. Tiyatro, oyun seçiminde güncel ihtiyacı derininde duymuş.
Ancak bir oyunun bize sunduğu yalnızca kendi ‘düşünceleri’ değil, aynı zamanda alımlayıcısında harekete geçen değişik düşünme düzlemleridir. Tiyatronun insanı zenginleştirdiği yer de burasıdır. Ben bu değişik düzlemlerden hareketle yazarın İsrail’de ve dünyada çok tutmuş bu oyununun bakış açısına ilişkin katılmadığım birkaç noktayı işaretlemek istiyorum. Ve temel olarak ‘Kardeş öldürme’ mitinden yola çıkan bir alt metnin oyunda var olup olmadığını sorgulamayı amaçlıyorum.
Ama önce biraz oyunun içeriği üzerinde gezinerek henüz oyunu izlememiş ya da izlemeyi düşünenleri bilgilendirmek yararlı olabilir.
İsrail tarafından işgal edilmiş küçük bir köyde özgür Filistin’e ait komitede yer alan ortanca kardeş Naim (Aykan Yılmaz), İşbirlikçi ağabey Davut (İzzet Boğa), küçük kardeş Halit (Tarık Şenocak) mezbahaneden bozma bir kasap dükkânında bir araya gelirler. Komitede yer alan Naim, ağabeyinin İsrailliler için çalıştığını bilmekte fakat inanmak istememektedir. Küçük kardeş Halit tam ara bir yerdedir. Bu durumun açığa çıkarılmasını seyirci olarak onun gözlerinden izleriz. Eğer bir hainlik varsa bunu ağabeyinin ağzından duymak için bir sorgulama gerçekleştirilecek ve bu sorgulamaya göre onu komiteye teslim edeceklerdir. Aslında her ikisi de ağabeylerinin bir hain olmadığını duymak istemektedirler. Naim idealist bir savaşçı olarak olması gerekenler açısından bakıyordur duruma. Halit duygusaldır, ağabeyinin çocuğu vardır ve üstelik eşi yeniden hamile kalmıştır. Davut, İsraillilere uyum sağlamış, aileyi besleyebilmek için Tel-Aviv’de bir bulaşıkçı olarak çalışmakta ve ailenin neredeyse tüm ihtiyaçlarını o sağlamaktadır. Çatışmada ölen yedi yaşındaki kardeşinin adını çocuğuna vermiştir. Hesapsızca yapılan ve can kaybıyla biten, sonuç almaktan uzak gösterileri eleştirmektedir. Oyunun giriş bölümü boyunca İzzet Boğa’nın ortaya koyduğu nefis oyunculukla haklı bulduğumuz bir kişilik ve kompozisyondur Davut. Ne de olsa onlar kardeştir. Geçmişte yaşananların hatırlanması, sorgulamalar, yok saymalar, gidip gelmelerle açığa çıkan hikâye, kardeşler arasındaki çatışmadan evrensel bir soruna doğru ilerler. “Hayatta kalabilmek için kişiliğimizden, kimliğimizden, düşüncelerimizden nereye kadar ödün vermemiz gerekir.” Yoksa Davut gerçekten bir muhbir midir?
Bir İsraillinin Filistinlileri ele alıp yazması elbette önemli. Ancak bunun bir empati denemesi olduğu çok kuşkulu. Çünkü anlatılanlara Filistinliler açısından bakıldığı söylendiğinde durum pek de iç açıcı değil ve girişteki alıntıda özetlenen bütün sınıfsal ilişkileriyle Filistin gerçekliğini hissetmekten çok uzak. İsrail’de uzun süre oynanması son derece anlaşılır; çünkü özgür Filistinlilerin kendi içlerindeki çatışma ve dahası kardeşler arasındaki anlaşmazlık ve birbirlerine ‘düşman’ olmalarını göstermek, İsrail devlet ideolojisinde kolayca kendine yer bulabilecek bir durum. Oyunun bu nedenle bulabildiğimiz en anti-İsrail sözü Komitecilerin başı olan Naim’in hain ağabey Davut’a söylediğidir: “Sana kötü bir yerden kötü bir ev verecekler, hayatın boyunca Yahudilerin kıçını yalayacaksın ve Araplar tarafından da gammazcı hain ilan edileceksin. Çocuğunu böyle mi büyütmek istiyorsun?” Bundan öte İsraillilere dair söylenen ‘iyi ya da kötü’ tek cümle yok oyunda. Tabi yazarımız illa ki İsrail’e kötü bir şey söylemek zorunda değil ancak Komiteci Naim’in oyundaki militan öfkesini anlayabilmemiz için bunun nedenselliği de anlatılmalı. Yoksa seyirci huysuz, sinirli, geçimsiz birinin devinimleri olarak izleyecek Naim’i. Naim uzlaşmasız bir savaşçıdır, tamam da neye karşı, neden?
Oyunun ilham kaynağı İsrail ve Filistin arasındaki savaş olsa da alt metinde konu evrensel bir Mit’e gelip dayanıyor: Kardeşin kardeşi öldürmesi. Tarihteki ilk kardeş katilliğinin Habil ile Kabil’den başladığı söylenir. Bu mit yüzyıllardan beri insanlığın ilgisini çekmiş, başta Eski Ahit ve Kuran olmak üzere kutsal kitaplarda, daha sonra farklı şekillerde yorumlanarak birçok yazınsal yapıtta konu olmuş ve olmayı da sürdürmektedir. Mitlerin günümüzde halen geçerliliğini korumasının en büyük nedenlerinden biri insanlık gerçekliğini yansıtıyor olmalarıdır. Habil ile Kabil miti de bunun en güzel örneklerinden biridir. Kabil çiftçi Habil çobandır. Kabil, tanrıya toprağın ilk ürününü sunar. Habil de sürünün ilk ürünlerini armağan olarak getirir. Tanrı, Habil’in armağanını alır Kabil’in armağanına bakmaz bile. Bu husumet Kabil’in Kardeşi Habil’i öldürmesiyle noktalanır. Bu mit daha sonra ezenler ve ezilenler olarak da okunur. Çünkü ilk kardeşkanı toprağa dökülür ve bu lanet ezenler ve ezilenlere kadar uzar.
Felsefe tarihinde bazı yorumculara göre Kabil insan ırkının kötü yanını temsil ederken, Habil iyi yanını simgelemektedir. Dolayısıyla, iyiyle kötü karşılaşmıştır. Kötü iyiyi öldürerek yok etmiş ya da öyle sanmıştır: Kabil kardeşini öldürdükten sonra kendisinden bir parçayı yok ettiğini anlamıştır ve çobanlık yapan kardeşinin kaderini izleyerek, yerleşik düzene geçemeyecek ve topraklarından verim alamadığı için sürekli göçmek zorunda kalacaktır.
Ancak (oyunumuzdakine çok benzeyen) Eski Ahit’in Talmudcu bir yorumunda bugünkü İsrail devletinin bakış açısına yakın bir Habil-Kabil yorumunu bulmaktayız. Âdem ile Havva’nın sonradan Şit adında bir çocukları olacaktır ve bu çocuk Habil’in yerine konulacaktır, tüm insanlık tarihi de Musevi inancına göre buradan gelecektir. Buna göre Kabil’in soyu insanlık için Tanrı’nın reddettiği her şeyi temsil etmektedir; Habil ise tam tersine Tanrı’nın kabul ettiği her şeyi. Habil ölünce yerini Şit almıştır ve insanlık tarihinde Kabil’in simgelediği kötü güçlerle mücadeleyi ve Tanrı’ya minneti, inancı bundan böyle Şit temsil edecektir.
Aslında oyunumuzdaki kardeş kavgasındaki mantığı soyutlayarak baktığımızda gerçeği burada bulabiliyoruz. Oyunda İsrailli yazarımızın Habil gibi öldürülen oyun kişisine Şit olmasa bile Davut adını uygun gördüğünü hatırlatmaya gerek var mı?
Oyun kendi içerisinde birçok meseleye parmak bassa da asıl sorgulamamız gereken biz hangi tarafta olmalıyız mesajının altını çizmeden vermesidir. Davut, isminden de anlaşılacağı üzere tanrının kabul ettiği her şeyin devredileceği ‘Habil’dir. ‘Kabil’in soyu ise Naim’dir ve zeytinlerin yere dökülmesine neden olan soysuz asiliğini kardeşi Halit’e de geçirmiştir. Sonsuza kadar devletsiz yaşamayı hak etmektedirler.
Duygu yoğunluğunun, içsel çatışmanın başından sonuna yaşandığı oyunda Komitenin başkanı olan ve ağabeyini sorgulayan Naim, oynadığı rolün yorumuyla (Aykan Yılmaz) inanıp inanmama arasındaki o ince çizgiyi bize pek de geçiremiyor. Bunun geçen sene bir oyunculuk ödülünü de hak eden Aykan Yılmaz’ın oyunculuğundan çok, yukarda anlatmaya çalıştığım yorumla yazarın alt metinde Naim karakterinin alanını daraltması, ona öfkeyle söylenen replikler dışında bir olanak vermemesiyle ilgili olduğunu eklemek gerekiyor.
Ağabeyinin sorgulanma sahnesinde Davut’u oynayan izzet Boğa, gerek oyunculuğunun ve oyundan hiç kopmayan yoğunlaşmasının gerekse de repliklerinin ona verdiği yolla biz seyircileri İsrailliler için çalışıp çalışmadığı ve hatta çalışsa bile bunun insani bir durum olup olmayacağı konusunda sanatın gerçek alanı olan o ikileme sokabiliyor. İşbirlikçi olmadığının inandırıcılığıyla işbirlikçi olduğunun inandırıcılığı arasında iyi bir sınav veriyor. Gerek beden hareketleri, ezilmişliği, arada kalmışlığı, yapmak zorunda kaldığı ya da neden yaptığının gerekçelerini oyunculukla üreterek biz seyircileri o güzel ve yaratıcılığa zorlayan ikileme soktuğunu söyleyebiliriz. Eğer sahnede o ikilem varsa tiyatro da var diyebiliriz.
Küçük kardeş Halit (Tarık Şenocak) acaba hangi noktada değişim ve dönüşüm geçiriyor, bunun nerede olduğunu anlayamıyoruz. Sürekli şaşkın bakışlar arasında dolanıp durmasıyla bıçağı ağabeyine saplaması arasında bir geçiş sağlanamıyor. Yoğun bir sorgulama ve sorgulanmanın arasında kalan seyirci için en önemli nokta “ben olsam ne yapardım?” sorusu oyunculukla verilmesi gereken iyi bir durumken ne yazık ki bu ortaya çıkmıyor. Bu nedenle duygusal yoğunluğun önemli olduğu durumlarda oyuncu her hareketine, her mimiğine azami özeni göstermesi, uygun olanı içinde bulması, yaratması gerekmektedir.
Son olarak dekor konusunda yoğun iç çatışmaların yaşandığı oyunlarda dekor oyuncuya nasıl hizmet etmeli diye sormak gerekiyor? Kapalı bir mekânın tercih edildiği ve üstelik bir kasap dükkânı olan bu yerin anlamsal göndermesi açık. Peki ama oyunculara nasıl katkıda bulunuyor? O çengellerle, arkada oyuna hemen katılacak gibi duran kütüğe saplanmış balta bıçak v.s hiç kullanılmayacaksa neden bir kasap dükkânının içi seçilmiş diye durup düşünmek gerek. Oyuncular böylesi kanın yoğun olduğu bir mekân içinde olduklarının bile farkında değiller. Bıçakların, et çengellerinin olduğu bu mekân oyunculara hareket anlamında aslında çok şey katabilirdi. Dolayısıyla seyirciye başlangıçta atmosfer ve anlamsal olarak bir etki sunduğunu kabul etsek bile ‘oyun’ olarak dekorun kullanılmaması giderek ters bir ‘mış’ gibi etkisine dönüştüğünü görmemiz gerekiyor.
Oyunun müziklerinde de benzer bir kullanım var. Dekorsuz ve duygusal müzik kullanmaksızın yapılmış bir reji göze alınmalıydı. Ve kuşkusuz, isimleri evrensel isimlere dönüştürecek, Naim ve Halit kişiliklerinin de daha anlaşılır zengin bir iç dünyalarının olmasını sağlayacak dramaturjik bir çalışmayla birlikte bu alt metindeki olumsuz vurgudan kurtulmayı da sağlayabilirlerdi.
Ancak bütün bunların dışında haksızlık edemeyeceğimiz bir şey varsa o da sahnede hiçbir ödenek almadan yoğun bir emekle çalışılmış olan bir oyunla karşılaşmış olmamızdır. Tüm bunları seyircilere düşündürebildiği için de varlığı çok önemlidir. Nereden bakarsa baksın düşünce ve duygu kanallarını açan tiyatro kendi işlevini görmüş demektir. Bu soruları sordurmuş olması Tiyatro Adranos’un başarısının açık kanıtıdır. Üstelik barış süreçleri ve sloganlarının üstünün kanla örtüldüğü, barış için çırpınanların suçlu ilan edildiği bir çağda barış adına daha çok zeytin dalı taşımanın daha çok sorgulama yapmanın ve kendimizi gözden geçirmenin olumlu ya da olumsuz konusu olamayacağı da bir başka açık gerçekliktir.
Adranos Tiyatro Bursa’nın özel ve önemli tiyatro hareketlerinden biridir. Eleştiri olumlu bir değere güç katma anlamını da taşır. Yaşaması ve yaşatılması dileğiyle.