Serkan Fırtına
Mask-Kara Tiyatrosu 25. sanat yılına ulaşmış, özgün bir tiyatro… Farklı türlerde sahneledikleri oyunlarıyla, aynı zamanda bir arayış tiyatrosu olan Mask-Kara; bu sezon ‘Ev Yapımı’ adlı oyunla seyircilerle buluşuyor. Şenay Tanrıvermiş’in geçtiğimiz yıllarda Aydın Üstüntaş Oyun Yazma Yarışması’nda ‘Övgüye değer’ ödülü alan oyununu, yönetmen Hülya Karakaş sahneye taşımış. Karakaş, iyi metinlerin izini süren bir tiyatro insanı. Bu tutumun diğer yönetmenlere de örnek teşkil etmesi gerektiğini düşünüyorum. Böylece; nice ödül alan ve yayınlanan ama sahne yüzü görememiş oyunların ortaya çıkma şansı doğacaktır.
Bu güzel ekibi bir araya getiren ise, Mask-Kara Tiyatrosu’nun sahibi Nazif Uslu ve Genel Sanat Yönetmeni Nurhan Uslu. Oyun aynı zamanda Dramatik Yayınları tarafından okuyucuların ve tiyatro uygulayıcılarının ilgisine sunuldu.
Hep gülmeye alışmış, alıştırılmış genel bir seyirci kitlesinin karşısına böylesine oyunlarla çıkmak gerçekten zor bir karar. Günümüzde özel tiyatroların büyük çoğunluğunun gişe kaygısıyla popüler komedilere sığındıkları bir gerçek; (Böyle söyleyerek, özel tiyatroların yaşadıkları onlarca sıkıntıyı göz ardı ediyor değilim. Bu ülkede özel tiyatro yapmak, bu ekonomik ve toplumsal zihniyet koşullarında Robin Hood’luk yapmak gibi bir şey) ancak yukarıda da değindiğim gibi, Mask-Kara Tiyatrosu sanatsal arayışları konusunda risk almaktan çekinmeyen bir tiyatro. Oyun, özellikle Anadolu kentlerindeki seyircilerin beklentilerini şaşırtabilecek, hatta kısmen de yadırgayabilecekleri bir çalışma. Oyunu turne kapsamında Nazilli’de izleme şansı yakaladım. Salonun genelinde gözlemlediğim hava; büyük bir şaşkınlıktı. Oyunun girişinde yer alan müzik ve oyuncuların göbek atması ile açılan sahne, popüler kültüre alışmış olan seyirci için ilk başta büyük bir ilizyon yaratıyor. Zevk düşkünü üç kadının, müzik ve eğlence içerisindeki görüntüleri seyircinin ilgisini çekiyor; ama kısa bir süre sonra oyunun sarsıcı etkisi ortaya çıkmaya başlıyor. Absürd komedinin okları yavaş yavaş trajediye doğru yelken açıyor ve kara komedide demir alıyor.
Burjuvaziye veya üst orta sınıfa mensup oldukları her halinden belli olan üç kadın, ‘tip’ olarak oluşturulmuş. Bu kadınlar; rezidanslarda yaşayan, tüketim kültürünün doymak bilmez insanlarının tipik örneklerini oluşturuyorlar. Kapitalizmin hem şişmanlatıp hem de zayıflatmak arasında ‘beden’ üzerinde yarattığı tahakkümü, oyun kişileri üzerinden ortaya seriliyor. “Bedenden vermeden bölgesel kilo vermenin 9 paradigmasını daha dün 14 kısa yolunu bulmuşlar…” diyen Zahide, arkadaşları Seda ve Müge ile birlikte; sokakta gördükleri ve dışarıdan bakmak zorunda kaldıkları Cumartesi Anneleri’ne üzülüyorlar ve onların fotoğraflarının karşısına geçip ev yapımı bir eylem organize ederek, vicdanlarını rahatlatmaya çalışıyorlar. Böylece; kendi bedenlerini korumak üzerine olan yaşamlarına, çocuklarının kemiklerini dahi olsa bulmak isteyen annelerin acısı karışıyor. Çağımızın en önemli sorunlarından biri olan ‘duyarsızlık’ konusunu ele alan oyun; üç kadın üzerinden toplumunun geneline sesleniyor. Cumartesi Anneleri’nin kayıp çocuklarına, kadın cinayetlerine ve emekçi kadınların sömürülmesine sesiz kalan ve bundan gizli bir utanç duyan çoğunluğun temsilcisi haline dönen üç kadın, onları (toplumu) yüzleşmeye davet ediyor.
Sosyal medya denilen sanal evrenin içerisinde, kendi sosyal çevrelerine ne kadar duyarlı olduklarını gösteren insanlar ne ise; evde eylem yapmak ve vicdanlarını rahatlatmak isteyenlerde öyle insanlar. Korku toplumun tüm göstergelerine sahip oyun kişileri, başlarına hiçbir bela gelmeyeceğini düşündükleri için evde eylem yapmaya karar veriyorlar. Sahip oldukları arabalarını, rezidanslarını, CEO kocalarını, gösterişli yaşamlarını, detokslu ve botokslu dünyalarını, kıyafetlerini ve daha bir sürü ışıltılı(!) şeyi kaybetmek istemiyorlar. Bu korkudan dolayı sokaktaki hayata ve eylemselliğe karışamıyorlar; ama aynı zamanda “sahip olduklarının aslında kendilerine sahip olma”ya başladığını bilmekten de kaçıyorlar.
Oyun, seyircinin estetik, kültürel ve toplumsal zihinlerine sert dokunuşlar yapıyor. Politik tiyatro izleyicileri için de klasik metinlerden farklı bir oyun. ‘Ev Yapımı’ Cumartesi Anneleri gibi bir konuya içeriden değil, dışarıdan bakan bir oyun. Politik tiyatro oyunlarının sonunda yaşanan tatminden farklı olarak, seyirci sarsılıyor ve huzursuz bir şekilde salondan ayrılıyor. Çünkü oyun ele aldığı konu bağlamında ‘politik’ olsa da ‘politik oyun’ değil. Oyun; absürd tiyatronun bazı biçimsel özelliklerini kullanan bir kara komedi örneği. Kara komedinin amacı, Sevda Şener’in söylediği gibi; seyircinin her gün yaşadığı duygu karmaşasını, daha sivri bir anlatımla oyunda üretmek, adı konulmadan yaşanan bir gerçeğin farkına varılmasını sağlamaktır. Bu gerçek, bireylerinin güven içinde yaşama, aklını kullanma, yaşamına egemen olma gücünü görmeden gelen bir toplum düzeninin ve doğa ile uyumunu yitirmiş, iç gereksinimleri ile dış zorunluluklar arasında denge kuramamış, amacını saptayamayan, eylemine yön veremeyen, yalnızca devinen, sürüklenen, zaafları ile gülünç, acıları ile trajik insanın gerçeğidir. (Şener, 2003:145) Tıpkı ‘Ev Yapımı’ eylemin oyun kişilerinde olduğu gibi…
Dramatik tiyatrodaki klasik neden-sonuç ilişkisine bağlı olaylar dizisi uygulamalarının yer almadığı ve çatışmanın yüzeyden daha çok, düşünsel bağlamda felsefi alt metinlere-anlamlara yansıdığı ‘Ev Yapımı’, gerek metin ve gerekse reji anlamında kabullenilmesi ve anlaşılması zor bir çalışma. Ondan dolayı böyle zor metinler ve sahnelemelerin; seyircilerin büyük çoğunluğunu zorlayan çalışmalar olduğu unutulmamalı.
Oyun, ele aldığı konunun kapsayıcılığı ve eleştirilerinin keskinliği düşünüldüğünde günümüz tiyatro izleyicisini oluşturan ve kentlerde yaşayan büyük çoğunluğa (küçük burjuvaya ve üst orta sınıflara) sesleniyor. Oyun, bunların dışında kalan, -Anadolu’da doğayla ilişkisini sürdüren ve artık azınlığa dönüşen- kişilerin kolaylıkla anlamlandıramayacakları göstergelere sahip. Absürd tiyatro ve kara komedi gibi örnekler; kendine yabancılaşmış insan topluluklarının daha çok etkilenebilecekleri oyunlardır.
Oyun metninde sesleri, yönetmen Hülya Karakaş sahneye taşımış ve onlara bir nevi anlatıcı rolü yüklemiş. Oyuna farklı bir boyut katan bu düşünce daha işlevsel bir şekilde de kullanılabilirdi. Ya da hiç olmayabilirlerdi; çünkü yadırgatma etmenin böyle bir kullanımda amaçlanan etkiyi uyandıramadığını düşünüyorum.
Hülya Karakaş rejisiyle, okurken etkilendiğimiz sarsılmayı, sahne üzerine taşıyor; seyirciyi ironi ve mizahi bir üslupla ‘ev yapımı’ eylemin göstergeleri ile baş başa bırakıyor. Fiziksel aksiyondan çok, söze dayalı böyle oyunların bıçak sırtı olduğu düşünüldüğünde, Karakaş’ın rejisi bunun üstesinden büyük oranda gelmeyi başarıyor. Bedensel devinimlerle sözün, diyalektiğini oluşturuyor.
Oyun, duyarsızlık sarmalına kendi kaptırmış yığınların öfkelenmesini istiyor. Tıpkı Hassel gibi; çözüme giden yolun eylemden geçmesi için gerekli olan şeyin ‘öfkelenmek’ olduğuna vurgu yapıyor.
Günümüzün belirsizleşmiş dünyasında öfkenin nereye kanalize olacağı ve önemi konusunda Fransız yazar Hessel, “Öfkelenin” adlı yapıtında şunları söylüyor. “Doğrudur, öfkelenme nedenleri bugün o kadar açık seçik olmayabilir ya da dünya çok karmaşıktır. Kim emir veriyor? Bizi yöneten akımlar arasında bir ayrım yapmak her zaman kolay değildir. Faaliyetlerini açık seçik biçimde anladığımız küçük bir seçkin topluluk yok artık karşımızda. Büyük bir dünyada yaşıyoruz ve böyle bir dünyada ve her şeyin birbirine bağımlı olduğunu hissediyoruz. Bugüne dek görülmemiş bir karşılıklı bağımlılık içinde yaşıyoruz. Ama bu dünyada katlanılması mümkün olmayan şeyler var. Bunları görmek için iyi bakmak, aramak gerekir. Gençlere sesleniyorum: Biraz arayın, bulacaksınız. En kötü tavır kayıtsızlık, ilgisizliktir, ‘Bir şey yapamam, elimden bir şey gelmez, ben kendi işime bakarım’ demektir. Böyle davrandığınızda insanlığı oluşturan temel değerlerden birini yitirirsiniz. Bunun için gerekli olan değerlerden birini, öfkelenme yeteneğini ve bunun sonucu olan siyasal ve toplumsal bir davaya hizmet etme çabasını yitirirsiniz” (Hessel, 2011:39)
Tecrübeli oyuncu kadrosu, oyunun başından sonuna kadar oyun bütünlüğü içinde neredeyse hatasız bir performans gerçekleştiriyorlar. Karakaş’ın hem reji koltuğunda hem de oyunda yer alması bence oyun artı bir puan kazandırmış.
Oyunda Karakaş’ın dışında, iki kadın oyuncu Ebru Üstüntaş, Makbule Meyzinoğlu, ele adlıkları tipleri başarıyla yansıtıyorlar. İyi bir oyuncu olmanın en önemli yanlarından birinin ‘gözlem yapmak’ olduğu düşünüldüğünde oyunda yer alan tüm oyuncuların bunu oyuna yansıttığı görülüyor. Ele aldıkları oyun kişilerini böylesine inandırıcı şekilde çizmelerinin altında ‘gözlem’ yeteneklerinin yattığını düşünüyorum. Oyuncular, profesyonellikleri ile sahneye damga vuruyorlar. Ödül jürilerinin bu oyunu kesinlikle dikkate almaları gerekiyor.
Oyuna yadırgatma yöntemi ile zaman zaman dahil olan, siyah giysili kişiler; Ayşenur Nuhoğlu ve Mert İşçan, oyunculuk anlamında üstlendikleri görevleri başarıyla yapıyorlar; ancak yukarıda da değindiğim gibi, oyunun bütününde çok işlevsel bir role sahip değiller.
Bireysel performanslarını takım oyunculuğu ile bütünleştiren oyuncular; yazarın ve yönetmenin yarattığı dünyaya estetik bir şekilde hizmet ediyorlar.
Dekor-kostüm ve aksesuar tasarımı ise oyunun amacına hizmet ederek, anlaşılır ve işlevsel şekilde hazırlanmış. Ekonomik bir sahne anlayışı oluşturularak oyun gereksiz nesnelerle boğulmamış. Oyunun müzikleri ise yaratılan atmosfere güzel bir katkı sunan ve akılda kalan bir çalışma olmuş.
Oyunda önemli yer teşkil eden yemek masasının atmosfere yaptığı katkıyı görünce aklıma, Luis Bunuel’in sürrealist başyapıtı olan “Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği” adlı filmi geldi: Oyundaki üç burjuva kadın, tıpkı filmde yer alan burjuvaziye mensup aileler gibi, yalanlarla, anlamsız ve boş bir hayatın içerisinde debelenir. Filmdeki ailelerin yemek yeme sahnesi, bir anda arkalarındaki perdenin açılmasıyla tiyatro sahnesine geçiş yapar. Film; tiyatro sahnesine dönüşen yaşamlarının, ‘değersiz’ ve ‘yalnız’ oyuncusu haline gelen burjuvaziye sert bir tokattır. Film boyunca yemek yeme isteği gibi hazza dönük eylemlerin burjuvazinin elinde nasıl meze olduğu gösterilir. Doyumsuzluklarının esiri olan oyundaki üç kadında, ‘haz’ üzerine gerçekleştirdikleri davranışlarıyla, tıpkı Bunuel’in tiplerini anımsatıyor.
‘Ev Yapımı’ ele aldığı konuların hassasiyeti göz önüne alındığında, ciddi ve ağır konularında komedi diliyle ortaya serilebileceğini de gösteriyor.
Son olarak, Anadolu’da bir sürü zorluğa rağmen tiyatro oyunlarının yerel organizasyonunu üstlenen kültür-sanat oluşumlarını, dernekleri ve destek olan yerel yönetimleri kutluyorum. Onların desteği, özellikle bu şehirlerde kritik bir rol üstleniyor.
Kaynakça:
Sevda Şener, Yaşamın Kırılma Noktasında Dram Sanatı, Dost Kitabevi, 154s. 2003
Stephane Hessel, Öfkelenenin (çev. İsmail Yerguz) Cumhuriyet Kitapları, 54s. 2011
Tiyatro Gazetesi’nin 93. Sayısında (Aralık) yayınlanmıştır.