Mehmet K. Özel
Filistin toprakları üzerinde kurulan “hayali” yeni devletin üç dili olacak: Arapça, İbranice ve Valonca. Kuruluş sözleşmesini Avrupa’nın kraliyet ailelerine mensup kraliçe ve prensler imzalayacak. Yeni devletin bayrağı beyaz bez parçası, marşı batı popüler müziği formunda aranje edilmiş -sanki ’60’lardan kalma- Arapça oynak bir şarkı olacak. Daha önce denenmiş ve “başarılı” olduğu görülmüşlüğünden dolayı başkent dört parçaya ayrılacak: Amerikan, Rus, Fransız ve İngiliz bölgeleri. Ayrıca kenti ayıran bir duvar olacak. Mevcut ağlama duvarına ise çeşitli sloganlar monte edilecek, grafitiler yazılacak. Orta Avrupa halk danslarından esinlenerek hazırlanmış yeni devletin resmi folklorik dansı ise çıplak ayakla yapılacak…
İdans04’te geçtiğimiz hafta sonu sergilenen “I have come” adlı performansta Filistin toprakları üzerinde yeni kurulacak devlete dair bütün bunlar ve başka bir sürü “bürokratik” ama “gerçek çözümle ve sorunların özüyle ilgisi olmayan” düzenleme ilk önce Arapça sonra Fransızca okunarak ve ardından gösterimleri yapılarak seyircilere sunuldu. Sahnenin ortasında yukarıya, yer adlarının üstü siyah bantla kapatılmış bir Filistin haritası asılmıştı.
Multidisipliner sanatçı-yazar Gaspard Delanoe’nun, Lübnanlı dansçı Yalda Younes ile birlikte sunduğu performansta, yeni devletin dans ile vücut bulan resmi dilini ise Israel Galvan tasarlamış.
Hiçbir şekilde uzlaşamayan ve birbirine zıt kutuplarda iki tarafı olan, kangrenleşmiş Filistin-İsrail sorununu “hayali” de olsa çözen yeni birleşik devletin dili için; geleneksel olarak kadın ve erkek hareketlerinin kesin kurallarla birbirinden ayrıldığı, hiçbir suretle birbirine nüfuz ettirilmediği flamenko dansına, düz çizgili erkek figürleriyle kıvrımlı kadın figürlerini harmanladığı tarzı ile yeni bir soluk, farklı bir bakış getiren, -Andrés Martin ve Mercedes Cruz ile birlikte- son yılların en heyecan verici flamenkocu-koreograf-dansçılardan Israel Galvan’dan başkası düşünülemezdi zaten.
Galvan’ın flamenkoya getirdiği diğer bir yenilik ise, ritme dayalı bu dansı aritmik, hatta atonal ve soyut anlamda (Galvan’a rahatlıkla “Flamenkonun Cecil Taylor’ı” lakabı takılabilir) icra ediyor olması. Bu cesaret, yenilik ve değişim hayali yeni devlete pek yakıştı.
Baştan sona ironik ve iğneleyici bakışıyla eğlendirdiği gibi düşündüren de “I have come” manidar bir sahne ile sonlandı: Sırtları birbirine dayalı, dolayısıyla yüzleri birbirlerinden bambaşka yönlere bakan kadın ile erkek, tek bir nokta etrafında dönüp durarak…
…
İdans bu sene kente açılan; sokaklara, meydanlara, semtlere adeta nüfuz eden performanslarla programını zenginleştirdi.
Willi Dorner’in “Bodies in Urban Spaces” projesi rengarenk kıyafet ve aksesuarlarla donatılmış bedenler yoluyla; kentin sokaklarından geçip giderken fark etmediğimiz yapılara, yapıların fiziki özelliklerine, yapılar arasındaki tanımlı-tanımsız boşluklara, sokaklara yerleştirilen objelere ve bunlar arasındaki ilişkilere veya ilişkisizliklere dikkat çeken; kendiliğinden oluşmuş kentsel fiziki çevrenin o “an”daki durumuna kah uyum sağlayıp kah onunla hesaplaşan; bazen bir trajik levhasının tektoniğine veya geometrik çizgilerine atıfta bulunan; bazen sıkışıklıkları, aralıkları vurgulayan; kentsel mekandaki gerilimleri görünür kılan; etrafa-sokağa-yapılara yeni bir gözle bakmayı sağlayan, kentsel mekanın fiziki özelliklerine dair farkındalık yaratan; bazen bir semt çeşmesinin taştan kırma çatısını kaide gibi kullanıp heykelleşen; bazen bir su borusundan akan suya dönüşen, bazen “sadece var olan”, bazen de merdivenler gibi kentin mevcut elemanlarını yeniden kuran çok katmanlı bir çalışma.
Dorner’in bedenlerle yarattığı yerleştirmeler kentle fiziki ve anlamsal bağlantılar kurmanın yanı sıra, kendi içlerinde değerlendirildiklerinde; bedenin gerek bütünüyle gerekse de uzuvlarını kullanarak strüktürler kurma konusunda denge ve fizik kurallarını ustaca kullanan, yetkin ve özgün tasarımlar içeriyorlar.
Willi Dorner’in “Bodies in Urban Spaces” projesinden ilk defa geçen yaz Berlin’deki “Tanz im August” vesilesiyle haberdar olmuş, “bu projeyi umarım bir gün İstanbul’da izleriz” hayalini kurmuştum; İdans sayesinde gerçek oldu.
“Bodies in Urban Spaces” 9-10 ekim günlerinde Şişhane’den Tepebaşı’na, oradan Tophane’ye uzanan ve Çukurcuma’da sonlanan güzergah üzerinde bizi bir noktadan diğerine sürüklerken, her seferinde hayret, hayranlık ve heyecanla Beyoğlu sokaklarını tekrar keşfetmemizi sağladı.
Beyoğlu’nun arka sokaklarının fiziki ve anlamsal potansiyelini iyi değerlendiren Willi Dorner, İstanbullu dağcı, dansçı ve sporcularla gerçekleştirdiği projede her bir yerleştirmenin birbirinden heyecan verici olduğu enfes bir çalışma ortaya koydu.
…
Üç sene önceki “Solo” temalı ilk İdans’ta “Self Unfinished” ile bizleri büyüleyip, “Product of Circumstances” ile afallatan Xavier Le Roy, bu yıl tekrar İdans’ın konuğu oldu. Hem de yine şaşırtıcı bir proje ile.
Igor Stravinski’nin “Bahar Ayini”nin (Le Sacre du Printemps) böyle bir versiyonu hiç yapılmamış olmalı: Xavier Le Roy, Simon Rattle’in Berlin Filarmoni Orkestrası’nı yönetirkenki hareketlerinden esinlenerek, “”Bahar Ayini”ni yöneten bir orkestra şefinin harketleri”nden oluşan bir performans hazırlamış.
Salonda sahne ve seyirci kısımlarının bütün ışıklarının yanık olması ve seyirci koltuklarının altına yerleştirilen kapsamlı ses sistemi sayesinde Le Roy seyirciyi performansın parçası haline getiriyor. Sahneye geldiği beşinci dakikadan itibaren yüzünü seyircilere dönüp, orkestra şefi gibi yapıt sırasında orkestra üyelerinin, örneğin flütçünün veya obuacının bulunması muhtemel yerlere referanslar vererek ve oralarda oturan seyircilerle göz kontağı kurarak seyircileri orkestra üyeleri gibi kullanıyor.
Le Roy’un “Bahar Ayini”, müziğin kendisi ile müziği icra edenler arasındaki ilişkiyi sorgulayan bir çalışma.
Le Roy, bu işi neden gerçekleştirdiğini daha iyi anlamamız için, yapıt boyunca iki de şaşırtmaca hazırlamış: ilkinde kısa bir süre müzik kesiliyor ama Le Roy yönetmeye devam diyor, ikincisinde ise kısa bir süre Le Roy sahne arkasına geçiyor ve müzik boş sahnede çalmaya devam ediyor.
“Bahar Ayini”nin seçilmiş olması tesadüf değil; üzerine koreografi yapılsın diye bestelenmiş bir müzik yapıtı. Dolayısıyla Le Roy’un, şef Simon Rattle’ın müziği icra etmek için yaptığı hareketlerden, yani bir nevi “orkestra şefinin koreografisi”nden yola çıkması anlamlı.
Günümüzde bazı şeflerin orkestra yönetirkenki “performanslarını” gözümüzün önüne getirdiğimizde “Müzik mi icracıyı tetikliyor yoksa tam tersi mi?” gibi hayati bir sorunun gündeme gelmesi bir yana; soru-cevaplarda bir seyircinin dikkat çektiği üzere, müzik eğitimi almamış olan Le Roy’un “orkestra şefi” rolüne soyunması bile başlı başına, orkestra şeflerinin günümüzdeki hegamonyasını kastre etmekle eş anlamlı. “Biraz çalışırsa herkes benim yaptığımı yapabilir” diyor Le Roy.
Başka bir seyircinin “Hareketlerinizde atlardan, hayvanlardan esinlenme gördüm” yorumu üzerine ise; çoğumuzun bildiği Walt Disney’in ünlü “Fantasia” filminden bilinçli olmasa da etkilenmiş olabileceğini söyledi Le Roy.
Ayrıca, müziği daha iyi anlayabilmek için “Bahar Ayini”ne yapılan önemli koreografileri de çalışmış; özellikle Pina Bausch’unkini ve tabii ki Nijinski’ninkini. Bunları sadece müziğin özünü daha iyi kavramak için etüt etmiş, yoksa kendi performansına bu koreografilerden bölümler almamış. Ama bir zaman sonra, yaptığı bir-iki harekette kendini, yapıtın aynı yerinde Nijinski’nin yaptığı hareketlerin benzerini yaparken bulmamış da değil.
Çıkış noktası “Biz mi müziği çalıyoruz yoksa müzik mi bizi?” sorusu olan performans; klasik müzik icrası, şefin otoritesi ve “oyunculuğu”, müzik-hareket ilişkisi bağlamında koreografinin durduğu yer ve özellikle dans için yazılmış bir müzik parçasında “notaların gerektirdiği hareket” ile -konulu veya soyut olsun- “tasarlanmış hareket” -yani koreografi- arasındaki ilişkiyi sorgulayan zihin açıcı bir çalışma idi.
Performans sonrasında, Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın Avusturyalı şefi Sacha Goetzel’in geçen sezonki bir konserde -yine bir dans süiti olarak bestelenmiş- Ulvi Cemal Erkin’in “Köçekçe”sini yönetirkenki dansözlere taş çıkartan kıvrak, yaratıcı ve göz alıcı figürlerini hatırlamadan edemedim. Goetzel, Le Roy’a iyi malzeme olurdu.