Mehmet Esatoğlu
Yetmişli yıllar. İstanbul’un Tepebaşı semtinin ortasında büyük bir yapının içinde altmış genç toplanmış. Yapının içinde marangozluk aletleri var. Zeminin değişik yerleri tahta kalıntıları ve kırıntılarıyla dolu.
Burası bir tiyatro. Daha doğrusu yanmış bir tiyatronun marangozhanesi. Görkemli bir mimarisi olan tiyatro binası (Dram Tiyatrosu) Beyoğlu’nun ortasındaki bu araziyi kendi çıkarları kullanmak isteyen birileri tarafından yakılmış. Yangın binayı yakıp yok etmiş ama marangozhane sağlam duruyor.
Tiyatronun arsasına el koymak isteyenler ellerini ovuşturarak binanın çevresinde dönüp dururken binayı ya da tiyatroyu o çıkarcılara kaptırmak istemeyen bir kültür-sanat adamı burada “deneme sahnesi” kurma hedefiyle harekete geçiyor.
Ülke ilginç bir dönemeçte. Kısa bir süre önce askeri darbe yapılmış. İlerleme ve aydınlanma yolunda önemli adımların atıldığı, emeğin kendi ekseninde örgütlendiği, üniversitenin bir bilim yuvası olarak ışığını ülkeye saçtığı, ülkenin elli yıldır çözülemeyen sorunlarıyla yüzleşilip hesaplaşıldığı ve çözüm için adımlar atılmaya çalışıldığı bir ortamda ordu darbe yapmış, binlerce insan hapislere tıkılmış, onlarca ilerici, devrimci genç kurşunlanarak öldürülmüş, üç devrimci genç ise idam edilmişti.
Devletin çatısı altında “sağlıklı bir sanat kurumu” var etmek için nerdeyse bir ömür harcamış tiyatro adamı Muhsin Ertuğrul, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın başına yeniden getirildiğinde ise 12 Mart darbesi günleri geride kalmıştı.
1974’de şair Can Yücel’in “Af bir atıfettir / Şartı bunun nedamettir, / Nedamet te hiyanettir, / Hiyanet te fazilettir, / Fazileti faşizmin… /Hiiç merak etme, /bunlar eveleye geveleye / böyle /Eninde sonunda Affı verecekler bize. / Amaaaa / Biz onları, / Biz onları affetmeyeceğiz, / azizim.” dizelerini kaleme aldığı günlerde ülkede başka bir rüzgar esiyordu.
“Af”la mahpushaneler boşalmış ve ülkede politik mücadele yeniden yükselmeye başlamıştı. Şehir Tiyatrosu da bu rüzgardan nasibini alıyordu.
Yeniden yönetime gelen Muhsin Ertuğrul “ben ne yapacaksam çocuklarımla” yaparım diyerek ülke tiyatrosunun aklı başında bir dolu sanatçısını tiyatronun çatısının altına çağırmıştı.
O günler Şehir Tiyatrosu’nda oyun seçiminden tiyatral atılımlara önemli adımların atıldığı bir dönem oldu.
Yakılmış tiyatronun marangozhanesinde “deneme sahnesi” açma düşüncesi de o günlerin rüzgarıyla öne çıkmış bir projeydi.
Bu projeyi gerçekleştirmek için gençlere gereksinim vardı. Ülke gençliği ise kulaktan kulağa haberleşerek koşmuş, gelmiş marangozhaneyi doldurmuştu. Parıltılı gözlerle çağrıyı yapana bakıyorlardı.
Çağrıyı yapan yönetmen Beklan Algan’dı.
40 yaşının olgunluğu ve birikimiyle duruyordu karşılarında. Kafasında gönlünde deneme sahnesini var edecek bu gençleri bilgiyle deneyimle yoğurarak yetiştirmek yatıyordu.
Beklan Algan bilgiyi ve deneyimi kendi tekelinde görmezdi. Çok yönlülüğü ve sesliliği yeğlerdi.
Bu perspektifle Tepebaşı Deneme Sahnesi’nin temelini oluşturacak gençleri yetiştirecek eğitmenleri bir araya getirdi.
Duygu eğitiminden gövde eğitimine, değişik estetik yaklaşımlarla oyun üretimine dek birçok alanda eğitim verecek geniş eğitimci kitlesi kolları sıvadı.
Taner Barlas’dan Józef Szajna’ya böyle bir kadroyu toparlamak için Beklan Algan olmak gerekirdi.
Tepebaşı Deneme Sahnesi harekete geçiyordu. Ancak kış koşullarında soğuk marangozhaneyi ısıtmak olanaksızdı.
Tiyatroda yönetici kılığında gezinen zevat marangozhanenin ısıtılamayacağı, orada tiyatro yapılamayacağı yolunda “kurt masalları” anlatıyorlardı. Beklan, sıkıntılı bir yüzle dinliyordu onları. Ancak anlatılanlara kulak asmıyordu. Çünkü o bir tiyatro savaşçısıydı. Onların uyduruk önermelerine kansa o büyük savaşımı nasıl kazanırdı?
Zorlu kış günlerinde marangozhaneyi ısıtmak için her yolu denedi. Ancak her defasında önüne başka bir engel çıkarıldı. Öğrencilerini hasta etmemek için çalışmalarını Beyoğlu’nda Yeni Komedi Tiyatrosu’nun fuayesinde sürdürdü. Tiyatronun fuayesi, balkonuna çıkan merdivenleri, gardırobu birer eğitim alanı oluvermişti.
Bir yandan eğitim sürüyor öte yandan gazeteci Zeynep Oral’ın “Adsız Oyun”u çalışılıyordu. Bilgi ve deneyimi ile yoğurduğu genç oyunculara birer armağan sunarcasına rollerini dağıttı.
Onları öylesine bir bilinç ve duyarlıkla yetiştirmişti ki herkes kendi rolüne olduğu kadar arkadaşının da aldığı role seviniyordu. Hemen ardından karşılıklı rol çalışmalarına girişiyorlardı.
Provalar tüm gün sürüyordu. Oyun çalışmalarına katılan gençler bir yıl boyunca ücret almadıklarından provalara gelecek yol parası bulamıyorlardı. Ancak onlar Beklan Algan’la üretmeye öylesine gönülden bağlanmışlardı ki saatler öncesinden yola çıkıp yürüye yürüye tiyatroya varıyorlardı. Prova yapan gençleri doyurma işini ise dekoratör ve mask sanatçısı Güner Peyman üstlenmişti. Kasaplardan ücretsiz topladığı kemiklerden çorbalarla doyuruyordu gençleri Peyman.
Bu, kurum yaratmak için verilen büyük bir savaşımdı. Beklan Algan da bu savaşımı bir yaşam biçimi olarak görüyordu.
“Adsız Oyun” yüzyıllar boyu kurulu sisteme başkaldırmış kişileri konu alan bir oyundu. Sokrates’ten Dimitrov’a başkaldıranlar bir kez daha mezarlarından çıkarılıp yargılanıyordu. Bir dönem önce gençleri idama mahkum etmiş darbenin yargıçları misali üç yargıç sorguluyordu çağlar boyunca başkaldıranları. Tam yanı başında ise sistemden pay alanlar bitip tükenmez bir yeme içme faaliyeti içinde seyrediyorlardı olup biteni.
Beklan Algan için bu oyunu klasik çerçeveli bir İtalyan sahnede sergilemek olası değildi. O da mekan olarak marangozhaneyi seçmişti.
Onun sahne tasarımı geniş bir alana yayılmıştı. Düşlediği, izleyicinin yanında önünde, arkasında kimi zaman ayaklarının dibinde onlarca oyuncunun yan yana oynayacağı bir oyundu.
Algan oyun sahnelerken oyuncunun önüne açtığı geniş alanda onunla birlikte ilerlerdi. Sergilenecek rolün boyutları ona göre metnin yazdıklarının çok ötesindeydi. Metin rol için bir ışık yakardı. Beklan Algan ise bu ışığın aydınlattığı alanı provada genişleterek ilerlerdi.
Onunla yeni çalışanların provalarda kafaları karışırdı. Onun tek bir satırdan bu kadar çok boyutu nasıl ürettiğine şaşarlardı. Eğer süreç içinde onunla düşünsel ve sanatsal bir yolculuğa çıkmayı başaramazlarsa bir süre sonra tıkanıp kalırlardı.
Bu tip oyunculardan biri “Adsız Oyun”da hamile kadın rolüne seçilmişti. Bir yanda başkaldıranlar yargılanacaklar öte yanda bir hamile kadın acılar içinde kıvranıp duracaktı oyun boyu.
Algan oyuncuya hamile kalmanın, çocuk doğurmanın, cinselliği yaşamanın güzelliğini anlatan uzun bir konuşma yaptı. Hepimizin kafası allak bullak oldu. Yirmili yaşlarda kafamızda dar bir bakışla yaklaştığımız kadın-erkek ilişkisinin bu kadar geniş boyutlu olacağını düşünememiştik.
Bizler öğrendiklerimizden ötürü coşkuluyduk ama kazın ayağı öyle değildi. Kadın oyuncu ertesi gün provaya gelmedi. Birkaç gün sonra ise bir gazetede verdiği demeci okurken şaştık kaldık; “Beklan Algan provada seks egzersizleri yaptırıyordu onun için rolümü bıraktım.”
Beklan Algan Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde bir tiyatro dünyası kurdu. Bürokrasinin ve ilişkilerinin kapıdan giremediği bu alan Şehir Tiyatroları’nda hep farklı bir mekan olarak yaşadı. Bertolt Brecht’in “Cesaret Ana ve Çocukları”, Peter Weiss’ın “ Marat-Sade” oyunları bu çatı altında gerçekleşti.
12 Eylül 1980 darbesinin hedefleri arasında Tepebaşı Deneme Sahnesi ve Beklan Algan da vardı. Önce Algan 1402 sayılı sıkıyönetim kanunu ile tiyatrodan atıldı. Ardından dozerler onun tiyatrosuna yöneldiler.
1987 yılında 1402’liklerle birlikte Şehir Tiyatrosu’na döndü Beklan Algan. Yeniden kolları sıvadı. Hep yanı başında bulduğu Muhsin Ertuğrul ölmüştü. Tiyatro dünyasını kuracağı bir marangozhane bile kalmamıştı.
Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun arka odalarında bir yerler gösterdiler. Son düşü Tiyatro Araştırmaları Laboratuarı’nı (TAL) burada kurdu.
TAL geniş bir odada çalışmaya başladı. Oysa onun düşleri alanlara sığmazdı.
TAL’de oyuncu Erol Keskin ve Ayla Algan’ın başını çektiği bir ekiple metnini Güngör Dilmen’in kaleme aldığı “Troya İçinde Vurdular Beni” adlı çalışmasını sahneledi.
Hep sahnelemeyi düşlediği Alman yazar Goethe’nin “Faust” unu ise çok uğraşmasına rağmen gerçekleştiremedi.
Beklan Algan’ı hep ilerici, atılgan ve yaratıcı yanlarıyla tanıdım. O da ölümüne dek duruşu ile bunu doğruladı.
2006 yılında da bunun bir örneğini yaşadık. Yazar Bilgesu Erenus’la birlikte cezaevlerinde tecride karşı “Hepimiz Tecritteyiz” adlı oyun çalışması hazırlarken bir döndük baktık ki yanı başımızda ve bütün yüreği ile bizi destekliyor.
Beklan Algan inançları, hedefleri ve kavgası olan bir sanat adamıydı. Onu anlamasını beklediği resmi çatılardan beklediği desteği göremedi. Aksine onlar kendi kokuşmuş yapılarına zarar vereceği endişesiyle ona karşı durdular. Ama ne yaparlarsa yapsınlar o ülke tiyatrosunda yerini aldı. Onun çizgisinden gitmek isteyenler ise en az onun kadar yürekli ve kararlı olmak zorundalar.