Üstün Akmen
Ülkemizde ünlü Yeraltı (Underground) filminin hem kitabının, hem de senaryosunun yazarı olarak tanınan bir yazar Duşan Kovaçeviç (1948). Tiyatrocu yanını Mitos-Boyut Yayınları’nın Başar Sabuncu-Bilge Emin ikilisinin çevirisiyle yayımladığı Profesyonel başlıklı oyunundan öğrendik. Alt başlığı Yalanın Acı Komedisi olan İntiharın Genel Provası başlıklı oyunuysa İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları (İBŞT) tarafından 2010-2011 sezonunda da sahnelenecek. Oyunu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun ev sahipliğinde düzenlenen 8. Kıbrıs Tiyatro Festivali kapsamında ikinci kez izleme fırsatını buldum.
Kovaçeviç’in, İBŞT’de Bilge Emin’in Sırpça aslından tertemiz Türkçesiyle çevirdiği ve Nurullah Tuncer’in rejisiyle sahnelenen Bir İntiharın Genel Provası’nda seyirciyi bir yandan duygulandırmayı, diğer yandan da güldürmeyi hedeflemediğine yüzde yüz eminim. Duyguyu birinci plana, güldürücü motifleri ikinci plana çekmiş, “metafizik komedi” olarak tanımlanan bu yapıtında, dünyada ve doğal olarak Türkiye’de son yıllarda giderek artan intihar olgusunu işlemiş. Dünya intihar istatistikleri incelendiğinde 55. sırada yer alan bir ülkenin evlatları olarak, elbette seveceğimiz bir iş bu işleyiş. Kovaçeviç ne derece işlemiş; çıkan iş neymiş, iş miymiş görelim bakalım.
* * *
Her şeyini kaybetmiş, esasen mimar olan mutsuz bir adam (Bora Seçkin), Tuna Köprüsü’ne gelerek intihar etmek ister. “Sanatsal bir ölüm” hayaliyle, sevgilisine son kez telefon edip aşkını vurgular. Köprüden tam atlayacağı sırada Balıkçı (İbrahim Can) feryat edip onu durdurur, çünkü köprü altına ağ yerleştirdiğinden buradan atlamamalıdır. Derken adamın sevgilisi Kadın (Bennu Yıldırımlar) belirir, o da intihara engel olmaya çalışır. Adam, tam atlama kararını kesinleştirdiğinde bu kere de Kadın ile Balıkçı dans etmeye başlarlar. (Yazar, burada Hülya Nutku’nun da saptadığı gibi, [“İntiharın Genel Provası”- Mitos-Boyut Yayınları-Sayfa 8] gösterge olarak yaşam-ölüm sınırındaki ince çizgiyi işaret etmektedir.) Bu sırada beyaz üniformasıyla Kaptan (Serhat Mustafa Kılıç) belirir. İntiharda kararlı olan adamın mesleğini öğrenince ona bir iş teklifi yapar. Adam, yeni bir hayata başlayacağı için sevinçlidir. Yapacağı iş görüşmesiyle hayatı kurtulacak, bütün borçlarını ödeyecektir. Fakat bir süre sonra kendisine bir “oyun” oynandığını anladığında, iş işten geçmiştir. İntihar etmek için yeniden köprüye gelir. (Burada Hülya (Nutku) Hoca’ya göre kıssadan hisse: Düzen adeta bireyleri yaşamlarına son vermeye itmektedir.) İlk anda: “Hayatta daha kötü ne olabilir” diye düşünürken, bu kez de sistemin kurbanı olduğunun bilincine varır.
Duşan Kovaçevic, 2008 yılında yazdığı bu oyununda, Yugoslavya’daki büyük dönüşümü hazırlayan süreci ve bunun etkilerini oyununa taşımak istemiş. İstemiş istemesine, ama bana göre istemesi yetmemiş, istediğini elde edememiş. Yani oyununu acımasız dünyanın büyük travmalar yarattığı bir coğrafyadan besleyememiş. Ustaca çizilmiş bir kara mizah tablosu içinde, toplumsal eleştirisini yerine oturtmaya çalışmış, fanatik bir bakış açısı yerine, nesnel ve fantastik bir biçemi yeğlemiş. İyi mi etmiş? Şimdi de izin verin işin orasını kurcalayalım efendim!
Bu ülkede de hep duyarız: “Böyle gelmiş, böyle gider” ya da: “Bu halk adam olmaz,” falan derler. Ya da kimi özelliklerimiz için: “Ben böyleyim, değişmem” dediğimiz olur. Bu yanlış söylemlerin nedeni, olgulara “metafizik” yöntemle bakmaktır. Çünkü metafizik yöntem ve düşünme tarzı; olguları değişmez kabul eder. Bunun yanında; olguları birbirinden kopartarak ele almak; gerçeğe bilimsel yöntemlerle değil, salt düşünerek ulaşılacağını, gerçeğin maddi değil düşünsel olduğunu söylemek; “karşıtların birliği ilkesi”ni yadsımak da metafiziğin temel çizgilerindendir.
Oyuna buradan bakarsak, “İntiharın Genel Provası” gerçekten de tam anlamıyla bir “metafizik komedi”dir. Sömürü düzenlerinin değişmeyeceği ve dolayısıyla sömürüsüz bir düzenin de mümkün olamayacağı fikri savunulmaktadır. Adaletsizlik, kötülük, sömürü, zulüm dünyanın yaratılışında vardır ve sonsuza dek de var olmaya devam edecek, yani: “Böyle gelmiş, böyle gidecek”tir. Oysa bu düşünce tarzı, kitleleri sömürü düzenlerine, adaletsizliklere, kötülüklere karşı mücadeleden alı koyar ve böylece sömürü düzenlerinin de işine yarar. Bu nedenle de, kitlelerde “kaderci” metafizik düşünceyi yaygınlaştırır ki ben buna kendimi bildim bileli karşıyım.
“İntiharın Genel Provası”nın iletisine karşı oluşum da buradan kaynaklanmakta. Eserde, kişiler arası gelişen olaylar, hem insan doğası ve ilişkilerini, hem de bunun altında bir toplumun tüm dünyaya genellenebilecek iç ve dış etkileriyle oluşmuş o gaddar mekaniği içermiyor. Oyun sırasında karakterler üzerinden dahil olduğumuz öykünün toplumsal gelişimin belirli bir aşamasında, maddi nedenlere bağlı olarak ortaya çıktığını ve yine toplumsal gelişimin bir aşamasında ortadan kalkacağını göstermiyor. Çünkü Kovaçeviç’in kahramanları tek ve bireysel. Bu görüş ise bilinç, ruh, akıl ve düşünceye öncelik veren idealizm biçimlerinin tam karşıtı. Diğer taraftan, Kovaçeviç’in Adam’ının varoluşu, öncelikle varoluş sorununu içinde taşıyor ve dolayısıyla “varlık’’ın anlamının araştırılmasını da içeriyor. Ama yazar işin bu tarafına boş veriyor. Varoluş, insanın içinden birini seçebileceği bir olanaklar bütünü değil mi? Bu görüş her türlü gerekirciliğin karşıtını oluşturmuyor mu? Eee… O halde?
Kovaçeviç, sosyolojinin kurucu babalarından olan Durkheim’in “anomi” kavramıyla, postmodern neoliberal dünyanın iflah olmaz patolojisini mi yeniden keşfediyor, oyunu ilk izlememden sonra metni iki kez okudum, ikinci kez de seyrettim vallahi anlayamadım. Bilindiği gibi anomik intihar, genellikle ekonomik altüst oluşlar ve krizler gibi istikrarsızlık dönemlerinde baş göstermekte. Yazar, Adam’ın intihar girişimini her ne kadar “ekonomik” olarak sunsa da, Adam’ın intiharının asıl nedeninin insan-toplum kuruluşunda olduğu belli. Belli de açık değil, cımbızla ayıklanacak kıvamda.
Uluslararası verilerine göre 312 bin kişinin hayatını kaybettiği, 2 milyon kadar insanın da yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldığı, Boşnak halkına dünyanın gözleri önünde sistematik bir soykırımın uygulandığı, yakın tarihimizin en karanlık sayfalarından Bosna Savaşı’nı (1992–1995) mutlaka anımsayacaksınız. Bu savaşı yaşamış bir yazarın, oyununda ortaya koyduğu dünya görüşünü, en genel biçimiyle “felsefi karamsarlık” olarak yorumluyorum. Açıktır ki, yazarı “bunalım” edebiyatı yapmakla suçlamak doğru olmayacak, oyununu modernizmin tipolojik bir varyantı olarak değerlendirmek daha yerinde sayılacak. Ama burada söz konusu etmek istediğim, bunalım edebiyatıyla modernizmin akrabalık bağları değil, yalnızca olguları arasındaki benzerliklerden başka bir şey değil.
Daha önce altı oyuna yönetmen olarak imza atan Nurullah Tuncer, hiç kuşkum yok ki yazarın düşüncelerini iyi kavramış ve ona ortak olmuş. Bu evrede yönetmenliğiyle aynı anda üstlendiği sahne tasarımıyla da bu ortaklığı güçlendirmiş. Tuncer’in savruk mizansen anlayışını arka plandaki animasyonlar daha da karıştırmakta. Oyun kişilerinin bir illüstrasyon içinde devindiği kimi sahnelerde gerçekle-düş adeta iç içe giriyor (Bkz: Hülya Nutku-age-Sayfa 9). Zaten keşfedilecek “namütenahi” detay barındıran diyaloglar üst üste yığılıyor, tam “… kurt neden ot yemez (Sayfa 86)” repliği ve yanıtı oyunu aydınlatacak derken ve de oyun başında yükselen platformda izleyiciye gösterilen “nebat” acaba ne ifade ediyordu diye düşünürken; finalde aynı yükselen platformdan ortaya kocaman bir kitap çıkıyor. Adam kitabı yakıyor ve perde… İyi de adam kitabı neden yakıyor, gönderme kimin içini cız ettiriyor, bilinmiyor, anlaşılmıyor. Ya da en azından bendeniz Bay Eleştirmen anlamıyor. Bay Eleştirmen, yazarın ikinci bölümün sonunda Psikiyatr’a söylettiği (age-Sayfa 84): “…Kamyon gönderin taşınıyoruz. Her şeyi toparlasınlar. Çabuk olun” sözlerinden de bir anlam çıkaramıyor.
Nihal Kaplangı’nın kostümleri, hele Kadın’ın gençliğine ve güzelliğine gizem katan siyah pelerinli giysisi pek güzel. Nedim Yıldız’ın müzikleri gayet yerinde ve iyi seçimler. Handan Ergiydiren Özer’in koreografisi yenilikten uzak ve olamazcasına hantal. Fatih M. Haroğlu’nun ışık tasarımı, sanırım Nurullah Tuncer’in tam istediği gibi. İbrahim Can, Bora Seçkin, Bennu Yıldırımlar tüm yeteneklerini konuşturarak karakterlerine gayet güzel can veriyorlar. Serhat Mustafa Kılıç’ı sorarsanız o bir adım önde…
‘Gözlemevi’ Köşesinin ‘Gözleme’ Kavşağı
Yurtdışında olduğumdan günlük gazeteleri günü gününe izleme olanağını bulamadım. Bu günlerden birinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Sabah Gazetesi’nden Hıncal Uluç’u telefonla aramış. Atatürk Kültür Merkezi ile ilgili ilginç sözler söylemiş. Hıncal Uluç da Başbakanı bu sözlerinden dolayı gökyüzünden bir türlü yere indirememiş. Bu demektir ki döner dönmez konuyu sürdüreceğiz. Haftaya bu köşede bizi izlemeyi ihmal etmeyiniz… İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’ni Başbakandan ve Hıncal Ağabeyimizden daha fazla sevmek için çaba gösteriniz.