Sessiz Kalmak Ne Demek?

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mehmet Zeki Giritli

Sanat alanı tarihsel olarak estetikle birlikte etik ve politik sorumlulukların da yüklendiği bir zemin olmuştur; dolayısıyla sanat zamanın ruhuna karşı geliştirilen estetik ve politik bir müdahaledir. Hele ki memleket sathında sanatçı olmak estetik kaygılardan ötesine geçmeyi de zorunlu kılar, kılmıştır. Bu sebeptendir ki sanatçının sükûtu artık sadece kişisel bir içe kapanış değil, bir tür politik beyan olarak da tebarüz eder. Özellikle tiyatro ve televizyon gibi geniş kitlelere hitap eden mecralarda, sanatçılardan toplumsal meselelerde söz almaları beklenir.

Sanatçılar ya da popüler kültür figürleri bazen kendi konumlarını korumak, günümüzde takipçilerini ya da popülaritelerini kaybetmemek adına sessiz kalmayı, bu sessizliği ise “tarafsızlık” kisvesinde sunmayı tercih edebilirler. Fakat unutmamak gerek her sessizlik altın değildir. Bazısı alelade bakır, kimisi paslanmış teneke… Özellikle güç ilişkilerinin belirleyici olduğu alanlarda susmak, çoğu zaman egemen yapılarla uyumlu kalmanın bir ifadesidir; yani otoriter rejimlerde sükût çoğu zaman tarafsızlık kılıfına bürünmüş bir tür eylemsizliktir. Hannah Arendt, “kötülüğün sıradanlığı” mefhumunu anlatırken insanların sistematik adaletsizlikler karşısında “ben tarafsızım” diyerek köşesine çekilmesinin de aslında bir duruş sergilediğini, bu eylemsizliğin de bu adaletsizliği meşru kılmak anlamına geldiğini söyler. Žižek ise işi daha da ileri götürür ve der ki: “Bir şey yapmıyor olman, bir şey yapmadığın anlamına gelmez”. Evet, bazen susmak açık açık “ben oradaydım ama ses etmedim” demektir. Türkiye’de sanatçının-popüler kültür figürünün sessizliği bu açıdan yalnızca kişisel bir tercih değil kamusal alanda etik ve politik bir pozisyon alma biçimi olarak okunur.

Tanzimattan günümüze uzanan süreçte Türkiye’de sanatçı yalnızca estetik değil aynı zamanda toplumsal dönüşümün de öznesi olagelmiştir. 1960’lı yıllardan itibaren gelişen toplumsal gerçekçi tiyatro anlayışı, iktidar karşıtı eleştirileri açıkça sahneye taşımış; 1990’larla birlikte kimlik politikaları çerçevesinde Kürt, feminist ve LGBTİ+ tiyatro oluşumları ortaya çıkmıştır. Bu tarihsel miras, sanatçının suskunluğunu etik açıdan daha da tartışmalı hale getirir. Çünkü geçmiş, sanatın politikle kaçınılmaz ilişkisini açıkça ortaya koymaktadır. Ancak kamuoyunda sıkça rastlanan bir yanılgıdan da bahsetmek gerekir burada. Bir sanatçının politik olması çoğu zaman belli bir siyasi partiye destek vermesiyle eşdeğer tutulur. Oysa politik olmak yalnızca parti mitinglerine katılmak ya da seçimlerde taraf olmak değildir. Politik olmak adaletsizliğe karşı durmak, görmezden gelineni görünür kılmak, sessiz kalınan yerde bir söz üretmek anlamına gelir. Sanatçının politikası çoğu zaman dolaylı da olabilir. Bir karakterin seçiminde, bir repliğin tonlanmasında, bir gösterinin biçiminde dahi politik izlekler okunabilir. Dolayısıyla “ben taraf değilim” diyen bir sanatçının da farkında olmadan bir tarafın kültürel dilini yeniden üretme riski vardır.

Malumunuz, memleketin dizi sektöründe iki oyuncudan sık sık bahsediliyor son zamanlarda. Biri bir açıklama yaptı, işinden oldu. Rol arkadaşı ise o günden bu yana çıtını çıkarmadı. E tabii kamuoyu sordu, “Tamam herkes susma hakkına sahiptir ama yanındaki düşerken senin bu sükûtun nedendir?” Judith Butler kamusal figürlerin görünürlüklerinden doğan bir etik mesuliyet taşıdıklarını söyler. Başına iş gelmesin diye ses etmemek, haksızlığa uğrayanın feryadını görmezden gelmek demektir. Bu tür örneklerde sanatçının sessizliği seyirci nezdinde bir tür taraf seçimi olarak okunur. Çünkü sessiz kalmak mağdurun değil cezalandıranın lehine işleyen bir tercihtir. Dolayısıyla sanatçının konuşmaması onu politik alanda görünmez kılsa da iktidar ilişkilerinin yeniden üretimine katkı sağlar. Elbet burada sanatçı-popüler kültür figürü ayrımını da göz önünde bulundurmak gerek. Biri sorar, diğeri ezberi tekrar eder. Sanatçı kendi çağının tanığıdır; kimi zaman alkış alır, kimi zaman taş. Popüler figür ise çoğunlukla günün reytingine göre şekillenir—suyu bulandırmamak, süt liman görünmek en önemli becerisidir. Ülkemizdeki kimi dizi oyuncuları, yapımcılar tarafından kaşının gözünün hatırına, hûdayînabit gibi oyuncu olduklarından ve bir anda kendilerini bir sanat ortamı içinde bulduklarından bu temelsizlikleri bu şekilde tezahür ediyor da olabilir. O yüzden belki onları da anlamak gerek. Velhasıl, insan bazen şunu düşünmeden edemiyor: Sözünü esirgeyenin acaba sözü mü yoktu yoksa söyleyecek bir şeyi hiç olmamış mıydı?

Son söz olarak sanat dediğimiz şey sahne üstünde bireysel gibi görünse de özünde kolektif bir eylemdir. Oyuncusuyla, yönetmeniyle, ışıkçısıyla bir bütündür. Bir oyuncunun başına gelen adaletsizlik karşısında meslektaşının sükûtu sadece bireysel bir karar değil, aynı zamanda sektörel bir çözülmedir, kolektif hafızada güven erozyonuna yol açan bir sorundur. Sanatçının sessizliği, günümüz Türkiye’sinde bir estetik tercih değil, çoğu zaman bir tür politik çekilme, hatta bazen “ben karışmam, bana ne” diyerek üç maymunu oynamaktır. Lakin bu suskunluk, yalnızca bireyin etik meselesi değil, toplumun da ortak meselesidir. Çünkü sanatın dönüştürücü kudreti, yalnızca üretmekte değil, gerektiğinde konuşmakta da yatar. Aksi halde ne olur? Sanat dediğimiz şey, “sahnede var, hayatta yok” olur.

Arendt, H. (1963). Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil. Viking Press.

Butler, J. (2004). Precarious Life. Verso.

Žižek, S. (2008). Violence: Six Sideways Reflections. Picador.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Mehmet Zeki Giritli

Yanıtla