Elvin Beşikçioğlu ve Tatbikat’ın Öngörülü Oyunları

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Pınar Erol

Sizinle bir türlü denk gelemeyip bu röportajı 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde yapmamız ne güzel oldu diyemedik. Buna sevinemedik. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, o içten kutlamayı yaşayamadık. Demokrasinin, anayasal hakların yok sayıldığı bir düzlemde, tıpkı sizin “Cehennem” oyununuzda gibiydik. Ülkece başka bir safhaya geçmiştik. Iris’in ayağındaki pranga, gençlerin elinde ters kelepçeydi şimdi. Hiçbir yer güvenli değildi. “Kuytu”da akla gelmedik dolaplar dönüyor ama kimse asıl suçluyu adalete teslim edemiyordu. Çünkü adalet de kendini “Batı Ekspresi”ne atmış çuf çuf uzaklaşıyordu bizden. Oysa halk ne akışkan olmak istiyordu ne de değerlerinden vazgeçmek. Her şey gerçeküstüydü. Ölenlerin maske takıp el sallaması mı dersiniz? Devlet Tiyatrolarının seyirciyi Şark Ekspresi yolcusu sanıp fahiş fiyatlı bilet kesmesi mi? Yoksa kimi yöneticilerin tiyatrocuları işten çıkarmak için bugünü beklemesi mi? İnsan bunların hangi birine gücenmez? Biz de ne yapalım? “Bugünlerden geriye/bir yarına gidenler kalır/bir de yarınlar için direnenler” diyerek konuşmaya başladık. Ancak o zaman, ağzınızdan çıkan kelimeleri nasıl tek tek okşadığınızı duyabildim. Dinledikçe dinledikçe anın farkına varabildim. Sesinizdeki sevecenliği, kelimelerinizdeki samimiyeti duydukça sohbetimiz bitmesin istedim. Tiyatro konuşmanın her zaman -ama özellikle yıkıntılı zamanlarda- hediye olduğunu ve 27 Mart’ın aslında ne kadar güzel bir gün olduğunu hatırladım. Ve sizi tanıdığıma çok memnun oldum.

Hep tiyatro kurmak, sahne açmak gibi bir motivasyonunuz olmuş. Halk evleri kapanınca, kent evleri olsun fikriyle “Dip Sahne” açılmış. Daha sonra size mekân olan “StüdyoCer”den Gezi’den dolayı tadınız kaçıyor ve ayrılıyorsunuz. Tamamen özgür olacağınız bir yer istiyorsunuz. Tatbikat Sahnesi de bir isyandan doğuyor. Hem Erdal Beşikçioğlu hem siz Devlet Tiyatrosundasınız ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “Paranızı biz veriyoruz, bizim istediğimiz şeyleri yapacaksınız” sözü size bu sahneyi açtırıyor. Nadir Koçoğlu, o atıl binanın yenilenmesini sağlıyor. Tatbikat Sahnesi bir tavır olarak var oluyor ve bir misyon taşıyor. Toplumsal sorunlar seçtiğiniz oyunlar vasıtasıyla görünür olurken her oyunun zamanlaması hep çok yerinde oluyor. Hele şimdi 19 Mart ile başlayan olaylara bakınca “Mezarsız Ölüler”i, “Tüy Kalemler”i, “Bir Delinin Hatıra Defteri”ni, “Ceza Külliyesi”ni, “Nina”yı, “Acting”i, “Cehennem”i ama özellikle “Otomatik Portakal”daki “Belki bir gün barışırız” şarkısını anmak isterim.

Gerçi Türkiye’de hangi oyunu koyarsan koy denk gelir ama ben bunu Erdal’ın keskin görüsüne, yaratıcılığına, hiç yılmayışına, risk alabilmesine, vatanını, ülkesini ve mesleği olan tiyatroyu aşırı sevmesine bağlıyorum. Ayrıca aynı okula denk gelmemizi, aynı hocalardan, aynı bakış açılarından geçmemizi, üzüldüğümüzde, devrildiğimizde birbirimizi yerden kaldırabilmemizi, tiyatroyu yaşamımızda çok üstte tutmamızı da söyleyebilirim. Birlikte çalıştığımız öğrencilerimiz eskiden bize “Siz evde de mi hep tiyatro konuşuyorsunuz, hiç başka bir şey düşünmez misiniz?” diye sorarlardı. Biz gerçekten başka bir şey bilmiyoruz. Hiç aklımızdan geçmemiş ki hadi şu parayı da şöyle bir şey için harcayalım demek. Ne kazandıysak tiyatroya yatırdık. Belki düşünmeliydik ama sizin gibi gazeteciler önümüze böyle bir külliyatı koyunca da hakikaten gurur duyuyorum. Neler yapmışız, nasıl yapmışız, bu nasıl bir azimmiş diyorum. Bunları duyunca, o güç geri geliyor ve gençlerle daha fazla neler yapabiliriz diye düşünüyoruz. Buranın kuruluş amacı, manifestosu da o zaten. Adından mütevellit gençlerin tatbik yapacağı yer, burası onların sahası. Onlar öncelikli, biz de onların yanlarında, arkalarında burayı hep birlikte ileriye götürme amacındayız.

1940’da kurulup 1949’da kapanan, Carl Ebert ve Muhsin Ertuğrul ile anılan ve konservatuvar öğrencilerinin öğrendiklerini tatbik ettikleri bir sahneden bahsediyoruz. Ahde vefa gibi. Siz de kendi ekolünüzü oluşturuyorsunuz ve Erdal Beşikçioğlu’nun demesiyle “ruh hastası oyunlar” sahneliyorsunuz. Açılış oyunu olarak “Mezarsız Ölüler”i, açılış tarihi olarak 1 Mayıs 2014’ü seçiyorsunuz. Tatbikat Sahnesi yerine pekâlâ sizin isimlerinizi de taşıyabilirdi tiyatronuz ama siz bu kapsayıcı seçiminizle geleceğe de miras bırakıyorsunuz.

Tatbikat bir var olma, sosyal bir alan yaratıp onun içerisinde bütünleşebilme hali. Tiyatronun tüm katmanlarını içerisine alıyor burası. Çünkü tiyatro eseri sadece gülmek, sadece ağlamak değil; bambaşka bir düşünüş ve farkındalık yaratma hali. Bu bir replikte saklı olabilir; tiyatro binasının içine girdiğin anda saklı olabilir; o fuayede çay içerken şahit olduğun bir cümlede saklı olabilir. Neden tiyatronun adı Elvin-Erdal Beşikçioğlu değil de Tatbikat diye bize çok sordular. Erdal’ın dediği tek şey; çünkü biz faniyiz. Bizim emelimiz, biz gittikten veya çekildikten sonra bu tiyatroyu var edebilecek gençlere bırakabilmek. Bunlar, tiyatroda yetiştirdiğimiz birileri olabileceği gibi yine tiyatroda yetişmiş kızımız da (Derin) olabilir. Artık onlar her kimse, edebildikleri kadar mücadeleye devam etsinler isteriz. Çünkü bunun ne kadar zor olduğunu ve bizimki gibi bir adanmışlık istediğini biliyoruz. Umarım emeğimize devrede devrede sahip çıkılır.

(Sigortalı, maaşlı) Bir kadro oluşturuyorsunuz ve herkes her işi dönüşümlü yapıyor. Özel tiyatroların sahnelemeyi göze alamayacağı tekstleri, yine göze alamayacakları bir prodüksiyonla sahneliyorsunuz. Bunu da “sahneye oyun koymuyoruz; bir eser oluşturuyoruz” diye açıklıyorsunuz. Ama lütfen kendinize geliniz, siz ödenekli tiyatro değilsiniz.

Vallahi fabrika gibiyiz ve aslında bata çıka devam ediyoruz. Her seneye borçlu girerek sürdürüyoruz bunu. Erdal’a “Her şey bittiğinde, biz de bir kasabaya yerleşip Tatbikat’ın külliyatını yazarız belki” diyorum. Çünkü bunu tek başıma yapamam. Burayı iki kişi kurduk. Birimizin eksiğini diğeri giderdi. Biri oyuncuysa diğeri yönetmen oldu. Oyunları seçerken de dramaturgla çalışmadık. Burayı ne amaçla kurduğumuzu; oyunlarda neyi öne çıkarmak istediğimizi; nelerden yararlanmak istediğimizi iyi biliyoruz çünkü. Ayrıca konservatuvarda çok iyi bir dramaturji eğitimi alık. Hocalarımız Sevda Şener ve Ayşegül Yüksel’di. Kaldı ki birbirimize ket vurmayı da biliyoruz. Tatbikat’ın en önemli özelliğidir yıkmak. Erdal’la bir metni ele aldığımızda onu ilk önce yıkar, parçalar, sonra da o parçaların içinden gerekli bölümleri alırız. Kalanı teferruattır bizim için. O teferruat da seyircinin ayağına pranga takmak demektir. Ben onu oraya bağlarsam, seyirci götürmek istediğim yere gidemez. Biz çalışırken sayfalar yerlerdedir, üzerinden defalarca geçilir. Ben bunu atacağım derim, Erdal attırmaz ya da tam tersi olur. Bir on gün bunun kavgası yapılır. İki taraf da on gün düşünür. Hangi taraf diğerine hak vermişse ona göre bir düzenleme yapılır. Hatta bazen bu durum sahneye taşar. Bu olmuyor, bu akmıyor, bunu akıtmak için ne yapmalıyız deyip tekrar metni önümüze alırız. Bu sefer savunduğumuz hali oyuncularla çalışırız. Kimse tek başına bir varlık göstermez yani. Hep o iki kafa birbirinin sırtında, arkasında, yanında veya önündedir. Gerçi Erdal’ın bu Belediye Başkanlığı ile bu yöntem aksadı. Tiyatro şimdi tamamen bana kaldı. Normalde eserleri ilk ben okuyup elediklerimi Erdal’a önerirdim. Ama tabii çok önceden sahneleneceği belli olan eserler de olurdu. “Mezarsız Ölüler”, “Otomatik Portakal”, “Marquis de Sade”, “Fahrenheit 451” tamamen Erdal’ın projeleridir. Zamanı geldikçe, bütçe ve o eserin oyuncuları tamamlandıkça çalışır ve oyunları çıkarırız.

“Kuşlar” ama yeterince dans eden, şarkı söyleyen oyuncu bulunamadığı için çıkamamıştı ve yerine “Woyzeck Masalı”nı çalışmıştınız.

Doğru, o çok büyük bir prodüksiyondu. Müzikleri bile on sene öncesinden hazırdı. Onu da “Woyzeck Masalı”nın müziklerini hazırlayan Onur Yüce yapmıştı. Şimdi işte Erdal o eseri Belediye Tiyatrosunda yapmak istiyor.

Yaklaşık otuz oyunluk bir repertuvarınız oluşmuş. Şu anda da “Cehennem”, “Batı Ekspresi”, “Küvetteki Gelinler” ve “Bir Delinin Hatıra Defteri” devam ediyor sanırım.

Oyunlar hem Ankara Tatbikat Sahnesi’nde hem de İstanbul’da farklı sahnelerde devam ediyor. “Küvetteki Gelinler” her ay Alan Kadıköy’de oynuyor. “Cehennem”i de şimdi oraya taşıdık. “Batı Ekspresi” Baba Sahne’de oluyor. Dekorumuz büyük olduğundan her sahneye sığmak da kolay olmuyor. “Batı Ekspresi”nde arkaya dekor koymasam da olurdu. Onu sadece altı bavulla da yapabilirdim. Ama Barış (Dinçel) sağ olsun, muazzam bir dünya yarattı. Fikir dayanışmasına çok açık davrandı. Gerçi yıllardır beraberiz ama ben ilk defa birebir çalışıyorum onunla. Çok yönlendirici oldu ve benim istediğim birçok şeye kanal açtı.

Hiçbir tasarımdan ödün vermiyorsunuz ama turneye uygun bile değil oyunlarınız. O kadar dekor, o kadar kişi, o kadar şehre nasıl taşınsın?

Yapacak bir şey yok; bizim bildiğimiz tiyatro da bu. Ama işte o dekorla bir anda büyü geliyor. Çünkü tiyatro dediğiniz şey sihir. Stanislavski boşu boşuna yazmamış o kitabı. Atmosfer dediğimiz şey çok katmanlı ve çok pahalı. Sanatsal ögeler işin içine girdiğinde ancak bir eserden bahsedebiliriz. Tatbikat Sahnesi de her zaman eser oluşturmuştur; sahneye oyun koymamıştır. Biz okulda böyle öğrendik hocalarımızdan. Böyle bir saygıyla yetiştik. Cüneyt Gökçer’in daha biz ufacıkken söylediği ilk şey, “Tiyatro vefalı olmayan bir sanattır, gözü dışarıdadır. Onun elini bir an bırakırsanız çekip gider ve yalnız kalırsınız” cümlesiydi. Eser, birçok şeyi içinde barındırır. Edebiyat, dekor tasarımı, ışık tasarımı, sahne tasarımı, müzik tasarımı, oyunculuk tasarımı ki içinde beden dili ve koreografi de vardır. Gördüğünüz gibi inanılmaz katmanlı bir ortamda, birçok kafa, tek bir doğrultu üzerinde toplantılarla, geri bildirimlerle yeniden bir dünya yaratır. Bir sihirdir bu, bir büyüdür. Ve oyuncular seyircileri o büyünün içine davet eder. İki taraf da o süre zarfında dışarıdaki her şeyden uzaklaşarak sadece anda kalır. Şu dünya üzerinde anda kalabildiğiniz çok nadide zamanlar var. Mesela kitap okuduğumuzda anda kalabiliyoruz. Bu sinemada da mümkün. Ben hiç hoşlanmam film aralarından, o ortamdan uzaklaşmaktan. Çünkü o anlarda tüketim geri gelmeye başlıyor. O yüzden de bizim eserlerimizde hiç ara olmaz. Bazen insanların kaldırabileceğinden bir on-on beş dakika çalsak bile o konsantrasyonu bozmamak ve bu doğrultudan ayrılmamak için hep tek perde oynarız. Çünkü ancak o anlarda anda kalırız. Hele bu ülkede hiçbir zaman anlar yok. Anlar elimizden alınıyor, neşemiz, hayat enerjimiz, düşüncelerimiz çalınıyor.

Ankara bazlı, İstanbul maceralı bir turne tiyatrosusunuz. Ankara’da Güneş Sokağı ilk taksicilere öğretiyorsunuz ve orada sanatsal bir eko-sistem yaratıyorsunuz. Erdal Beşikçioğlu’nun yer aldığı “Behzat Ç.” Ankara, “Reaksiyon” İstanbul sahnelerini açtırıyor size.

Bunu birebir yaşayabilmek de sanatın ne kadar değiştirici, dönüştürücü ve farkındalık yaratıcı olduğunu gösteriyor. Güneş Sokak, başından sonuna küçücük bir sokak. Sokağın yarısından, köşeyi dönene kadar olan yerde Kebabistan vardı. Tatbikat mayısta açıldığında burayı seyircilerden dolayı ilk taksiciler öğrendi. Eylüle geldiğimizde Kebabistan’ın kapanacağını gördük. O yılın sonunda, bir tane meyhane gibi, pup gibi bir yerin açılışına şahit olduk. Yine bir kafenin inşaatına şahit olduk. Sonra seramiklerin üretildiği bir yerin açıldığını gördük. Sadece Güneş Sokakla da yetinmedik. Bir arka sokağı, onun bir arka sokağı, hep gençlerin sosyalleşebileceği kafeler pup’larla donatıldı. Sonra Devlet Tiyatrosunda da beraber çalıştığımız Mehmet Atay geldi Çankaya Sahne’yi açtı. Bir alternatif getirdi çünkü tiyatro her zaman bir seçimdir ve alternatif sunmak da seçim hakkını getirir.

“Cehennem” Ankara’da 2020’de prömiyer yapsa da biz oyunu İstanbul’da yeni izliyoruz. Yine zamanlamasıyla şaşırtmıyor. Siz provadayken Sansür Yasası çıkıyor. Bu metaverse konuşulurken -nereden bileceksiniz- pandemi patlıyor. Nihayet telifi de çözülünce başlıyorsunuz oynamaya.

Ben de bir gün Erdal’a bu nasıl denk geldi dediğimde bana çok sinirlendi. Ne demek denk gelmek; bu bir öngörü dedi. Doğru söylüyor, Tatbikat’ın bütün eserleri öngörüdür.

Ve bu distopik hikâyenin gerçek olma ihtimali de hiç uzak değil. Orada söylenen okul ve işlerin sanal ortamda olacağı iddiası çoktan gerçek oldu örneğin.

İnanın bu daha da yeni yerlere akacak. Yapay zekâyı yeni görüyoruz örneğin. Oyunda bahsedilen yerde daha uzun kalabilmek için geliştirilen sağlık sistemleri de pekâlâ yakın gelecekte yaşanabilir. Bunlar uzak şeyler değil. Artık distopya kalmadı. Bence bunlar zamanımızın gerçekleri. “Şu an etrafta gördüğümüz evlerimiz, arabalarımız, hatta barış anlaşmalarımız bile sosyal ya da fiziksel bir gerçek olmadan önce bir insanın zihninde hayal olarak başlamış” diye bir repliğim var. Yani bir amaç, bir hedef, bir hayal, gerçeğe dönüşebilir. Şu anda hayal ürünü gibi gördüğümüz her şey de ilerinin gerçeği. Her şey ileri gidecek ama o ilerinin içinde geriye giden de birçok şey olacak.

Baksanıza internete bile cehennem diyoruz. Sanal ortam tehlikeli derken fiziki dünya daha tehlikeli olabiliyor.

Evet, internetin genel adı cehennem olmuş. Orada yaratılan dünyanın adı da Kuytu. Kurucusu Bay Sims, çok zeki olduğu için yarattığı dünya, diğerlerinden ayrışıyor. Bu dünyada yaşadığımız her şeyi birebir orada da hissedebiliyoruz. Orada da dokunmanın, sevişmenin hazzını ya da bir konyağın tadını, güneşin teninize verdiği ısıyı, rüzgârın saçlarınızı savurmasını, kokuları, bunların hepsini hissedebiliyorsunuz. Bay Sims’i oynayan Ünsal’dan (Coşar) duydum; bir şirket, çocukların oyununa kokuları dahil ediyormuş. Girdikleri oyun ortamı deniz, orman, savaş artık her neyse o ortamın kokusunu alabiliyorlarmış. Yani üç boyuta getiriyorlarmış. Boşuna demiyorum anlatılanlar distopya değil; yakın gelecek diye.

Müzikler de o pazarlamanın aracı oluyor. Dönenceye, çıngıraklı oyuncağa ait sesler bizi bir masal ortamına sokuyor, ortamın albenisini artırıyor. Bir de bu, çocukla anılan masumiyeti çağrıştırıyor. Acı ilaçların şekerle kaplanması gibi. Yine aynı müzik vahşeti de anlatacak.

Oyun, pandemi patlamadan iki ay evvel çıktığında ben oyunda yoktum, sadece dışarıdan oyuna hayrandım. Şimdi Iris’i oynayan Selin (Tekman) o zaman Dedektif Morris’i oynuyordu. Ünsal o zaman da aynı roldeydi. Geri kalan kadro farklıydı. Benim kurduğum dünyayla Erdal’ın kurduğu dünya birbirine benziyordu. Pandemiden sonra Erdal aynı kadro ile gitmek istemedi ve benim Dedektif Morris’i oynamamı istedi. Benim zamanımda kullanılan müzikleri o da kullandı. Ama başına giriş müziği ekledi. Yine tüm görselleri kullanırken o porselen görünümlü kızları getirdi. Şimdiki versiyon, oynandıktan iki yıl sonra güncellenen hali yani.

İnanın ki soruları bu olaylardan önce çıkarmıştım. Sorgulamanın hep üst katta, sanal dünyanın da alt katta olmasıyla ilgili; “Adaletin ve yasaların üstünlüğünü düşündürtsün istiyorum” diye not almıştım.

Öyle zaten. Farkındaysanız alt kattaki dünya çok renkli, çok ışıklı. Ortam yeşiller, amberler, kırmızılarla donatılmış. Merdivenin orası ve yukarısı ise daha soğuk, orada daha düz renkler var. Adalet olgusunun tek sorgulandığı yer orası çünkü. Aşağıda her şey serbest, bedelsiz bir hayat var. Orada her şeyi yapabilirsin. Çocukla yatabilirsin, çocuğu istismar edebilirsin, çocuğu öldürebilirsin. Hafsalanızın alamayacağı ne kadar kötülük varsa hepsini uygulayabileceğiniz ve sonunda da bedel ödemeyeceğiniz bir ortam var aşağıda.

Kimlik olgusunu fiziksel ve sanal dünya karşılaştırması üzerinden soruyor.

Yüzündeki aparatı çıkardıktan sonra, gerçek dünyada ne yaptığını bilmediğimiz yüzlerce insan var. Aynı şey burası için de geçerli. Bilgisayarların arkasında, twitter’da, orada burada dayanaklı/dayanaksız bir sürü şey söyleyen insanların kim olduklarını bilmiyoruz. Onlara troll diyoruz ama bu trollerin kimler olduğunu bilmiyoruz. O troller gerçek yaşamda ne yapar, içimizdeler mi, şu anda yan masada mı oturuyorlar, yanlarından mı geçiyoruz hiç bilmiyoruz. Orada sadece kelime ve suret görüyoruz. Ne kadar tehlikeli! Hiç hak etmeyen birini göklere çıkarabildikleri gibi alaşağı da edebilirler. Bunun için halkın bilinçlenmesi, düşünebilmesi, kendi kendine yargıya varabilmesi ve oluşturduğu fikrini ifade edebilmesi gerekir. Ve bunun için de eşit haber kaynaklarına sahip olması gerekir. Sonunda yine aynı fikirde kalsa bile diğer fikirleri görebilmesi çok önemli. Seçim böyle mümkün olur. Aynı topraklarda yaşıyorsak eşit hak, özgürlük ve adalet içerisinde olmalıyız. Hata yapıyorsak da hepimiz aynı bedeli ödemeliyiz. Ama bunu bile elde edemiyoruz şu an. Düşünebilecek ve görüşümüzü beyan edebilecek alanlara sahip değiliz. Sanki bundan yetmiş sene öncesinde yaşar gibi yaşıyoruz. O zamanlar sadece tek bir kanal vardı ve ne verilirse ona inanırdık. Sonra başka kanallar açıldı ve isteyen istediğini seçti. Haberlere ulaşmak isteyen oralara geçti. Şimdi hiçbir yere geçilmiyor çünkü haber hiçbir yerde verilmiyor. Cehennem de aynen bunun gibi.

Pedofili, pornografi, şiddet üzerinden suçu oluşturan koşullar hakkında ironik bir tanımlama var. Tam da bugünler yine. Suçtan yırtmak da olmayan suçtan içeri alınmak da kılıfına uydurmakla ilgili. Oyunda kimin kimin yansıması olduğuyla ilgili hoş bir bilmece var. Aslında daha baştan ipuçlarını veriyorsunuz. “Ailemle görüşmek istiyorum” deyince “hangisiyle” demenizden anlamalıydık ama o ucu yakalamak biraz zaman alıyor.

Herkes geç yakalıyor. Aslında bir şeyleri fark ediyorsunuz ama bir yandan da akan şeyi takip etmek ve onu kaçırmamak için üzerinde duramıyorsunuz. Dolayısıyla beyin, bütün her şeyi yerli yerine koyacak bir yer, bir an bekliyor.

Yine aynı şekilde o gotik evin de Teodor Roetke’nin “Karanlık Bir Zamanda” şiirinin de o karanlığı işaret ettiğini anlamalıydık.

Sırf o şiiri düzenleyebilmek için bile Zeynep (Ekin Öner) ayrı, Selin (Tekman) ayrı, ben ayrı çalıştık. Sonra seninkinin burasını alalım, benimkinin burasını alalım derken neredeyse yeni bir şiir yazdık. Türkiye’de çevirmen sorunu var. Bu iş, birebir çeviri yapmakla olmuyor. Algımız yaşadığımız coğrafyaya göre şekilleniyor. İyi bir çeviri için Türkçeye, deyimlere, atasözlerine, mananın gittiği yere çok hakim olmak lazım. Bazen kurulan cümle, manayı ifade etmiyor; ağza oturmuyor ya da çok hitabi kalıyor. Dolayısıyla akmadığında sen de oyuncu olarak yabancılaşıyorsun. Yazı romanda olur; biz sahnedeyiz. Burası yaşayan, organik bir yer.

Daha önce (2019) Matei Visniec’in “Nina – İçi Doldurulmuş Martıların Hassasiyeti”ni oynuyorsunuz ve yazarla pandemi dönemi dost oluyorsunuz. Çevirmen Burak Üzen size bu yeni metni de gönderiyor.

Burak çok iyi bir çevirmen. Onun çevirilerinde bu bahsettiğim sorunları yaşamıyorum; bu metin akıyor.

Evlerin olduğu sayfaya gelince de zaten kararınızı veriyorsunuz ama yazlıktayken “Batı Ekspresi”nin Kentfest’e yetişeceğini öğrenmek sürpriz oluyor.

Çok komik oldu. Mustafa ve Övül’ün (Avkıran) Kentfest için çalıştığını biliyorum tabii ama Tatbikat olarak bizim de işin içinde olacağımızdan hiç haberim yok. Ben oyunu sezona rahat rahat yapmayı düşünüyordum. Zaten “Küvetteki Gelinler” ve “Cehennem” devam ediyordu, acelem yoktu yani. Derken bir gün Mustafa telefon açtı ve “Biz oyunu duyurduk, şu günler kaldı, gün seçtin mi?” diye sordu. Ben apar topar ekibi topladım. Tabii oyunu önceden çalışmamın avantajı var. Yoksa yetiştiremeyecek olsam bizi affedin, biz festivalde yer almayalım derdim. Erdal büyük bir sürpriz yaptı ve “Otomatik Portakal”ın altyapılarını yapan Utar (Artun) Bey seninle çalışmak istiyor dedi. Çok sevindim ama o Amerika’da, ben burada, mecburen Zoom üzerinden çalıştık. Ben af dileyerek o büyük müzisyene isteklerimi anlatıyorum, ona çeşitli çığan, çingene müzikleri atıyorum. O da çok nazik, çok kibar, bana örneklerle dönüyor. Ben ona her şeyi kapatalım, sadece müziği dinleyerek olayı anlayalım, duyguları, geçişleri, sarsıntıları müzikle yaşayalım dedim. O da sağ olsun şahane bir müzik yaptı. Hakikaten müzik bizim önderimiz oldu. Ritmi yaratan, ritmi sağlayan hep o müzik oldu. “Batı Ekspresi”nde birinci oyuncu müzik, ikinci oyuncu dekor, üçüncü oyuncu valizler, dördüncü oyuncu da oyuncular oldu diyebilirim.

Oyunun anekdotları olmalı. Göçebe bir toplumuz. Yazarı Romanya’dan Fransa’ya göçmüş. Sizin aileniz Kavala’dan. Erdal Beşikçioğlu’nun annesi Arnavut. Müziği yapan Utar Artun Amerika’dan, Derin (Beşikçioğlu) de Fransa’dan bakıyor trene. Siz bile çekirdek aile olarak durmadan Ankara İstanbul arası gidip geliyorsunuz.

Oyun zaten yazarın kendi göç hikâyesi. Bir göç ancak bu kadar doğru, bu kadar parçalı anlatılır. Göç zaten parça demek, bırakmak demek. Bunları epizot epizot ne kadar zekice yazmış. Her epizot birbiriyle bağlantılı ama aynı zamanda da bağlantısız. Oyundakiler karakter değil, hepsi tip ve devamlı bir bırakmayı anlatıyorlar. Ülkeni bırakıyorsun, aileni bırakıyorsun, aidiyetini bırakıyorsun, geleneğini bırakıyorsun. Sonra sıra kültürüne geliyor, kültürün, dilin iğdiş ediliyor. Her şey İngilizce ve turistik olmaya başlıyor. Biri işkenceci babasının hikâyesini, diğeri bedenini satmaya çalışıyor.

Neresinden bakarsanız bakın (ister doğudan ister batıdan) buruk bir mesele bu göç. Gidenin umduğunu, dönenin bildiğini bulamadığı. Ama güzel olan bu hazin gerçeğin enerjik ve coşkulu verilmesi.

Eseri ters köşe, tersinlemeyle yorumladık. Zaten yazarın dili de öyle. Acı hep vardır, yoksulluk hep vardır ama gösterme biçimi çok farklıdır. Bu acılı toprakları bambaşka bir yaşam enerjisi ile göstermek istedim. Tamamen “Çingeneler Zamanı”nı yaratmak istedim.

Bu bir Batı güzellemesi ama batının da doğusu var. Ve sınırlar onları birbirine bağlıyor mu ayırıyor mu belli değil. O akışkan halk da gittikleri batının hep doğusunda kalarak bir yere varamıyorlar. Biz bile doğudan gelen göçle onların batısıyız.

Aslında akışkan halk olarak konuşmaya başladıklarında uzun ve kallavi bir teksti. Hatta biraz da didaktik kalıyordu. Bizden de biraz ıraktı; sırf Romanya’ydı. O yüzden bunu biraz daha bizden yapmak; oyun bir gün yurt dışına giderse diye oradaki göçmenlerin de kendilerini bulabileceği, daha evrenseldir bir dile ulaştırmak istedim. Epizotlar arası takdim tehirler yaptım. Böylece oyun biraz daha kısalırken didaktikliğinden de kurtuldu. Üstelik daha evrensel bir düzleme çekildi.

Anekdotlar çok diyoruz; eliniz değmişken viski şişesini de annenize ithaf etmişsiniz.

Eskiden biliyorsunuz sehpaların üzerinde büyük kristal sigaralıklar, çakmaklar, büfelerde de viskiler olurdu. Gösterişe bak! Ve misafir geldiğinde evdeki çoluk çocuk düşünülmeden viski ve sigara ikram edilirdi. Seksenlerden bahsediyoruz, viski öyle kolay alınmıyor, hem pahalı hem de her yerde bulunmuyor. E ne yaparsın? Çayı demlersin, onu bir güzel viski rengine getirir, onu da biten viski şişesine boşaltırsın. Bir bunu kullanmak istedim. Bir de annemin yine yurt dışından gelen bir kurabiye kutusu vardı. Onu dikiş kutusu yapmıştı. Ayrıca bir de çay kutusu vardı. Onu da hâlâ kullanır annem. Biten kola şişelerimiz, su şişesi olur. Selin’e dedim ki bunları hep kullanacağız. Benim için Batılılaşmanın resmi budur. Batılılaşma ögeleriyle mutlu olan tamamen tersinleme bir devrimden; tüketim devriminden bahsediliyor. Bunlar iyi ki olmuş da biz ayağımızda Converse’ler elimizde Gucci çantalarla dolaşabiliyoruz. Gösteriş yapabiliyoruz. İyi ki Batılılaştık yani deniyor.

Kostümlerde de o yozlaşmayı görüyoruz.

Başak’a (Özdoğan) akışkan halkta sadece üst kullanmak istediğimi söyledim. Ondan üst üste giyilen bir tasarım istedim. Oyuncular için çok zor olacağını biliyordum ama katman katman bir şey bırakmak istedim. Yani sahne temiz başlayacak ama bittiğinde darmadağın olacak. Böylece bıraktığımız şeylerin izdüşümlerini göreceğiz. Göç hikâyesi olduğu için herkesin dünyasının elinde olmasını istedim. Valizleri açtığımız zaman da bir dünya çıkmasını istedim. O yüzden valizler ağır, taşıması zor. Bir de epik unsurlar taşıyor. Her şey gözümüzün önünde oluyor. Yani ben seyirciye şimdi size bir oyun oynayacağız, bu dünyayı yaratacağız ve size bir şey anlatacağız demek istiyorum. Bakın müzik girince akışkan halk oluyoruz, kıyafetlerimizi giyiyoruz, müzik tekrar girince de başka bir göç hikâyesi anlatıyoruz diyoruz.

Bavulda hayatlarını taşıyanlar gibi oyuncularda o ağır bavullarda kostümlerini taşıyorlar. Aklıma Macide Tanır’ın Lelo Belon’un oyununda bavulun içindekileri ısrarla sorup taşıma ölçeğini öğrenmesi geliyor. Ne var, boş bavul taşı diyenlere ne kadar kızdığını biliyorum. Kaldı ki hayat bavula nasıl sığsın?

Yazar, bütün o acıyı metaforlarla trajikomik biçimde anlatıyor. Mesela o hiçbir zaman durmayan, hiç binemediğimiz, sadece Batıya endeksli tren, tüketim toplumu gibi pek çok şeyi anlatıyor. Seni Batılı gibi gösterip üstünden nemalanan ama Batılılaştırmayan, seni tekrar o hazin dünyanda bırakan, yalnızlaştıran bir hikâye bu. O göç olgusunun içinde Balkanların o makûs toprakları var. Bütün savaşların ilk tohumları Balkanlarda atılıyor ve onların o çok kültürlü yapısı iğdiş ediliyor. Aynı şey bizde de geçerli. Ne Batılıyız ne Doğuluyuz. İşin kötüsü, kendimize ait olanı da kaybediyoruz. Onu da yapısallaştıramıyoruz. Bunun örneği tiyatro yazarlarımız. Evrenselleşebilmiş bir tiyatro metnine sahip değiliz. Hem lokal kalıyor hem de imgelemeden uzak oluyor. Mutlaka açıklayıcı dipnot gerekiyor. Ya da kamu spotu gibi oluyor. Aşalım bunları. Biz aşamazsak, seyirci de aşamayacak. Bizim işimiz yaratmak. Yaratmayı sınırlayan her şey benim ayağıma pranga. O zaman ben niye o metni oynayayım?

Bu, niçin çok az yerli yapıma yer verdiğinizi de açıklıyor. Ne fena değil mi bir durak olamamışız, en fazla giden trenin arkasından el sallayabiliyoruz.

Gidip Batıda yaşasan bile o trene ait değilsin. Yine ikinci, üçüncü sınıf vatandaşsın. Gelen hiçbir tren durmuyor. Onlar sana ait ne varsa maddi manevi onu parçalamanın, sömürmenin ve Batıya götürmenin peşinde. Sana da işte o boş ev kalıyor. Bir gün dönme hayalini kurduğun o memleketin kalıyor. Ama o duvarların içi hep boş, hep hayal kırıklığı ve özlem dolu.

İlk Işık Yenersu’yu “Hırçın Kız”da izlediğinizde tiyatrocu olmak istediğiniz o günden bugüne gelsek…

Benim idolümdür Işık abla. “Kasırga İnsanları” dizisinde beraber oynama ve yakından tanıma şansım olmuştu. Çok özel oyuncular var ülkemizde. Ve biz onları sahnede izlerken gerçekten insan olduklarını bilmiyorduk. Bambaşka bir yerden getirildikleri hissiyatına kapılıyorduk.

Tam da bugün Devlet Tiyatrolarının -var oluşuna aykırı bir biçimde- bilet fiyatlarını anormal oranda artırdığını öğrendik. Orada yediğiniz soruşturmaların, bugün duyduğumuz görevden almaların ışığında (gölgesinde mi demeliyim) bir özel tiyatro sahibi olarak 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nüzü kutlarım. Ne demek istersiniz bugünle ilgili?

Devlet Tiyatrosunun bu bilet politikasını son derece yanlış buluyorum. Onun kurulma amacı, her yere tiyatro götürmek, sanatı yaymak. Bölgeler o yüzden açıldı. Biz o yüzden ailesinden, evinden, yurdundan uzağa, Erzurum’a, Diyarbakır’a, Trabzon’a gidip yerleştik. Asker gibi sanata ulaşamayanlara sanat götürmek üzere görevlendirildik. Bizim beslemelerimiz sonucu şu anda tiyatrocu olan onlarca genç var. Yine tiyatroyu takip eden bir seyirci yetiştirdik. Hele şimdi açlık sınırında yaşanırken yükseltmek ne demek; bilet fiyatlarını indirmen gerekir! Sen özel tiyatro değilsin. Benim tek destekçim seyircim. Senin benim gibi o paraya ihtiyacın yok. Senin görevin halka hak ettiğini iade etmek. Sen bağımsız olmak, her türlü görüşü halka sunmak zorundasın. Adından mütevellit Devlet Tiyatrosusun sen. Tüm ömrünü oraya vermiş, kendini sadece Devlet Tiyatrosuna adamış sanatçılar var. Sen onların adını kötüye çıkaramazsın. Çok ayıp. Devlet Tiyatrosu şu anda işlev dışıdır ve bir an önce kendini hatırlayıp özüne dönmelidir. Tatbikat Sahnesi oyunlarını izleyenler bize Devlet Tiyatrosunun sanata katkılarını ve yelpazesini Devlet Tiyatrosu oyunculuklarının dışına çıkarak, çağdaşı olarak tanıtımını yapıyorsunuz diyordu. Onur duyuyorum. Ama bunun yüzde yirmisi bana aitse yüzde seksini Erdal’ın payıdır. Bunu da söylemeliyim. Ben onu adanmışlıkla çalışan bir deha olarak görüyorum. Ve şimdi tüm birikimini Belediye’de kullanıyor.

Böyle bir tiyatro olduğunuz için, seyirciyi rahatsız eden böyle bir repertuvar oluşturduğunuz için, her oyuna “tiyatro eseri” diyerek diğer disiplinlerle bütünleyen bir form oluşturduğunuz için, ensemble’a inandığınız için, “anlatmak gerekir, anlatacağız” dediğiniz için çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız.

Bazen sahnelediğimiz oyunların, eserlerin yerine ulaşmadığını, değerinin bilinmediğini düşündüğümüz anlar oluyor. O anlarda yılgınlığa düştüğümüz de oluyor. Öyle zamanlarda tekrar güç ve cesaret veren bir şey bu söyledikleriniz. Ben de o ince çizginin sanat tarafında duran, onu öyle yorumlayan oyuncularıma ve bunu o gözle gören seyircimize teşekkür etmek istiyorum. İyi ki sizler de varsınız.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Pınar Erol

Yanıtla