Zehra İpşiroğlu
[Bu yazı ilk olarak Teb-Oyun Dergisi’nde yayınlanmıştır.]
Onu inanılmaz sesiyle tanıdık; Verdi’nin Traviata’sı, Bellini’nin Norma’sı, Puccini’nin Tosca’sı, Rossini, Donizetti, Bellini’nin birbirinden güzel aryalarıyla. Kariyeri çok kısa sürmesine rağmen belleklerde büyüleyici sesiyle yer edindi. Maria Callas’ı bir kez dinlemiş olanın onu unutması mümkün değil.
Hayaller ve gerçekler
Pablo Lorrain’in Maria filminde, yaşamının son haftasında görüyoruz onu. Görkemli bir konakta iki sadık hizmetçisi ve iki kaniş köpeğiyle birlikte son günlerini yaşarken hayal ve gerçek iç içe geçiyor. Maria ışıklarla donatılmış şatafatlı opera sahnesinde, Maria’nın büyüleyici sesi, dinleyicilerin coşkusu, alkışlar, kıyamet… Yaşamından bölük pörçük anlar, yoksul bir çocukluğun acılı günleri, kariyerinde doruk noktasına ulaştığı yıllar, Onasis’le birlikteliği hızla geçiyor gözümüzün önünden.
Kimdir Maria?
Maria Callas’ın fotoğraflarına baktığımızda canlı, doğal, güler yüzlü, ışıklı bir yüz görüyoruz, gözlerinde yine de hep hüzün var. Kim Maria, çocukken sesiyle ve bedeniyle Amerikan ve Alman askerlerine satılan küçük, çaresiz bir kız mı? Sevgisiz bir ortamda sefaletle boğuşan bir çocuk mu? Yeteneği ve hırsıyla sefalet çemberinden kurtulmayı başaran bir kadın mı? Milyonlarca insanı etkileyen büyüleyici bir Diva mı?
Angelina Jolie’nin yorumunda donuk, maskemsi bir yüz görüyoruz, mimikleriyle, beden diliyle uzak, çok uzak bir kadın var karşımızda, bize her hareketiyle ben bir Diva’yım mesajı veren ulaşılamaz bir kadın. Maria bu mu?
Filmde birçok soru açıkta kalıyor: Maria Callas yoksul olmanın dışında nasıl bir aileden geliyordu, annesiyle ilişkisi nasıldı, yaşamının son günlerinde neden bu kadar yalnız? Nasıl oluyor da kariyerini Onasis gibi bir para babası için feda edebiliyor?
Altın kafesteki kuş
Hatırladığım kadarıyla filmin bir yerinde müzikten hiç haz etmeyen Onasis ona “Sen benim öten kuşumsun” diyor. “Seni altın kafese kapadım”.
Altın kafesteki kuş imgesi belki de bu filmin kilit noktasını oluşturuyor. Bütün dünyayı tanrısal yeteneğiyle fetheden bir sanatçı neden kafesi özgürlüğüne, sesine, yeteneğine tercih ediyor? Onasis’e mi aşık, yoksa multimilyarderlerin sürdüğü şatafatlı yaşama mı? Çocukken yaşadığı sefalet ve sevgisizliğin onda yarattığı travmayı dünyanın en zengin adamıyla birlikte olarak mı aşmaya çalışıyor? Müziğe olan aşkı ve yeteneği neden onu kurtaramıyor? Bu kadar sevilen ve el üstünde tutulan bir sanatçı nasıl oluyor da kendinden vazgeçebiliyor? Filmde ne yazık ki bu sorulara ilişkin en küçük bir ipucu bile bulamıyoruz. Ama şu da gerçek ki sadece dış efektlere dayalı çok yüzeysel bir film bile bize çok şey gösterebilir, çok şey düşündürebilir.
İçselleştirilmiş ataerkillik
Şimdi şöyle düşünelim: Sanatçı bir erkek, diyelim bir müzisyen ya da bir şair ya da bir ressam olsaydı, bir kadın uğruna sanatından vazgeçebilir mi, böyle bir şey hiç mümkün mü? Elbette ki hayır, ama kadınlar sürekli olarak böyle bir tuzağa düşebiliyorlar.
Bu film üzerine bir tartışmamızda bir arkadaşım bu sorunu kadınların erkeğe oranla daha duygusal olmalarına bağlamıştı. Gerçekten öyle olsa Maria Callas sanattan anlamayan bir para babasını değil operayı seçerdi. Çünkü opera duyguların en yoğun yaşandığı yer. Öte yandan kadınların duygusal, erkeklerin akılcı olduğu düşüncesinin yine kadın ve erkeği yüzyıllardan belli rollere iten ataerkilliğin bir dayatması olduğunu biliyoruz. Ataerkillik idealindeki maço erkeğe en küçük bir duygusallık fırsatını tanımıyor bile, buna karşılık kadını düşünce ve akıl özürlü bir yaratık olarak sadece duygusal olana kilitliyor, kendi ayaklarının üstünde duran akıllı bir kadını da erkeksi olmakla suçlayarak ötekileştiriyor.
Çocukluğumdan unutamadığım bir anı: İlk kadın fotoğraf sanatçısı sevgili Yıldız Ablam, Yıldız Moran kuzinimdi ve inanılmaz derecede yetenekliydi. Bir gün şair Özdemir Asaf’a aşık oldu ve her şeyden ama her şeyden vazgeçti. Çünkü evlenmek ve çocuk doğurmak onun için her şeyden değerliydi ve Özdemir’e deliler gibi aşıktı. O kadar aşıktı ki sonradan yaşadığı şiddete bile yıllarca katlandı. Bu hiçbir zaman anlayamayacağım ve kabul edemeyeceğim bilinçli bir seçimdi. Ara Güler’in fotoğraflarına bakarken sık sık Yıldız Moran’ı düşünürüm, Ara Güler kadar yetenekli olan Yıldız Moran’ın sanatına nasıl sırt çevirdiğini.
Biz bugün kadın ve erkek ne kadar eşittir desek de kadın kendini eşit görmekte zorlanıyor, tanrısal bir yeteneği olsa bile bu pek değişmiyor. Çünkü yüzyıllar boyu erkek odaklı yaşamış, erkeğin olmadığı yerde kendini yetersiz ya da eksik görmüş. Tarihte de kadın sanatçıların erkeğe oranla çok daha az olmasının nedenlerinden biri de bu.
Maria’nın çöküşünde bir sürü başka etkenler söz konusu olsa da (travmaları, kırk kilo atması ve sesini yavaş yavaş yitirmesi vb.) Onasis’e hastalıklı aşkının ve sürdürdüğü bağımlı yaşamın payı büyük. Maria filmi bize sadece içselleştirilmiş ataerkilliğin çarpıcı bir örneğini sunmuyor, aynı zamanda paranın da sanatı ve sanatçıyı yok eden yıkıcı gücünü gösteriyor. Çok çok hüzünlü bir film, sadece Maria’nın son günlerini gösterdiği için değil, aynı zamanda bize kafesteki kuşu hatırlattığı için. Maria bu yönüyle içimizden biri.