Oyun Sorular Soruyor

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Avustralyalı Feaver’ın yazdığı “Çoğunlukla Bazen”i sahneye taşıyan yönetmen Barış Gönenen oyunu şöyle özetledi: Amacımız, izleyicinin Anna’nın hikâyesiyle empati kurmasını sağlamak değil, onun iç dünyasını gerçekten deneyimlemesi.

Avustralyalı oyun yazarı Kendall Feaver’ın ödüllü oyunu “Çoğunlukla Bazen” Türkiye’de sahneye taşındı. Oyunun yönetmen koltuğunda Barış Gönenen oturuyor. Oyuncu kadrosunda ise Selen Uçer, İdil Yener, Sena Kurdoğlu ve Ulaşcan Kutlu yer alıyor.

Çoğunlukla Bazen,  babasının ölümünden sonra ilaçlar ve doktorlarla iyileştirilmeye çalışılan sekiz yaşındaki Anna’nın on sekiz yaşındayken geçtiği dönemi gözler önüne seriyor. Psikiyatri biliminin küçük bir çocuğun gelişimi üzerindeki etkisini tartışan Çoğunlukla Bazen’i yönetmen Barış Gönenen ile konuştuk.

“Çoğunlukla Bazen” psikiyatri bilimi ve bireysel kimlik arasındaki ilişkiyi sorguluyor. Neden böyle bir hikâyeyi sahneye taşımak istediniz?

Bu oyun bana ilk ulaştığında, beni en çok etkileyen şey, bir bireyin kendi zihniyle mücadelesini bu kadar içten ve doğrudan anlatması oldu. Anna’nın hikâyesi aslında hepimizin bir noktada sorduğu bir soruya dayanıyor: Biz kimiz ve bizi biz yapan şey nedir? Psikiyatri, bu soruya bilimsel bir cevap sunmaya çalışıyor ama bir noktada bireysel kimlik meselesiyle çatışabiliyor.

Bu çatışma, sahnede fiziksel olarak da yansıtılabilecek bir şeydi ve ben de bunu araştırmak istedim. İlaçlar, tedavi, psikiyatri sistemi… Bunlar insanın özünü mi değiştiriyor, yoksa ona olması gereken düzeni mi sağlıyor? Oyun, bu sorulara kesin cevaplar vermek yerine, seyircinin kendi deneyimleriyle yanıt bulmasını sağlıyor.

Depresyon, ilaç kullanımı ve yaratıcılık arasındaki ilişki işleniyor. Oyun, bu meseleye dair nasıl bir perspektif sunuyor?

Bu oyun, depresyon, ilaçlar ve yaratıcılık arasındaki ilişkiyi yargılamadan, sadece anlamaya çalışarak ele alıyor. Anna’nın ilaç kullanımı ve bırakma süreci, yalnızca onun yaşadığı bir deneyim, bir genelleme değil.

İlaçlar onun için bir denge mekanizması mı yoksa bir kısıtlama mı? Bu sorunun cevabı, oyunun tamamında sürekli değişiyor. Bence bu, yaratıcılık ve ruh sağlığı meselesine dair en önemli noktalardan biri. Acı, her zaman yaratıcı olmak için bir gereklilik mi? Yoksa düzenli bir zihin de üretken olabilir mi? Oyun, bu soruları soruyor ama cevapları seyirciye bırakıyor.

Psikolojik travma ve içsel çatışma sahnelerini sahneye taşırken nasıl bir yöntem tercih ettiniz?

Oyunda en çok üzerinde durduğum şeylerden biri, Anna’nın zihinsel durumunun sadece kelimelerle değil, fiziksel olarak da sahnede hissedilmesi oldu. Onun iç dünyasında yaşadığı dalgalanmalar, sahne üzerinde ışık kullanımı, mekânsal değişimler ve beden diliyle desteklendi.

Örneğin, kriz sahnelerinde ışıkların sert değişimleri, oyuncunun hareketlerinin hızlanması ya da duraksaması, mekânın aniden daralması veya genişlemesi gibi anlatım biçimlerini kullandık. Bunlar, onun zihnindeki kopuşları ve gerçeklik algısındaki değişimleri seyirciye daha doğrudan hissettirdi.

Ayrıca, sahnelerde belirli bir ritmik yapı oluşturmaya çalıştık. Özellikle Anna’nın duygusal patlamalarının olduğu anlarda, sahnedeki diğer unsurların da ona eşlik etmesi sağlandı. Bu, seyircinin sadece izleyici konumunda kalmaması, aynı zamanda Anna’nın yaşadığı deneyimi hissetmesi için önemliydi.

Anna’nın hikâyesinde iç monologlar nasıl bir yer tutuyor?

Anna’nın iç monologları, aslında onun zihnindeki kaotik yapıyı sahneye taşıyan en önemli araçlardan biri. O, sürekli olarak kendisiyle konuşuyor, kendini sorguluyor ve bazen de gerçekle hayal arasındaki sınırı kaybediyor.

İç monologların oyunda doğrudan izleyiciye dönerek yapılması, onun yalnızlığını ve iç dünyasındaki kopukluğu daha da belirgin hale getiriyor. Anna bazen kendi sesiyle konuşuyor, bazen de zihnindeki farklı versiyonlarıyla tartışıyor. Biz de bu sahnelerde ses tasarımı ve sahne düzeniyle onun zihninde duyduğu sesleri fiziksel olarak var etmeye çalıştık.

Bu monologlar, sadece onun yalnızlığını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda seyircinin onun iç dünyasına doğrudan girmesine de olanak sağlıyor.

Oyun, modern psikiyatriye ve ilaç tedavisine eleştirel bir yaklaşım getiriyor.

Sizce psikiyatrik tedaviler bireyleri gerçekten “biz olmaktan” çıkarıyor mu?

Bu, çok önemli ama tek bir cevabı olmayan bir soru. Bazı insanlar için ilaçlar hayat kurtarıcı olabilirken, bazıları içinse duygusal deneyimlerini silikleştiren bir şeye dönüşebilir. Oyun tam olarak bu çelişkiyi gösteriyor.

Anna’nın deneyimi, herkesin yaşadığı süreci anlatmıyor ama birçok insanın bu konuda yaşadığı belirsizliği görünür kılıyor. Bence asıl mesele, bireylerin kendi tedavi süreçleriyle ilgili gerçekten özgürce karar verip veremedikleri. Oyun, psikiyatriyi veya ilaçları kötülemek ya da yüceltmek yerine, bu sistemin içinde bireylerin ne kadar söz sahibi olduğunu sorguluyor.

Sizce, toplum olarak psikolojik rahatsızlıklara bakış açımız nasıl? “Çoğunlukla Bazen” bu bakışı nasıl ele alıyor?

Psikolojik rahatsızlıklarla ilgili toplumda hâlâ büyük bir önyargı var. Bir insanın grip olup ilaç kullanması normal karşılanıyor ama depresyon için ilaç aldığında bu bir tartışma konusu haline geliyor.

Oyun, bu algıyı değiştirmeye çalışmıyor ama bu önyargıyı görünür kılıyor. Özellikle Anna’nın çevresindeki insanların ona nasıl yaklaştığını gördüğümüzde, psikolojik rahatsızlıkları olan bireylerin toplum içinde ya fazla korunduğunu ya da tamamen yalnız bırakıldığını fark ediyoruz.

Bu dengesizlik, aslında oyunun en temel tartışmalarından biri.

Anna’nın hikâyesi yaratıcı süreç ile zihinsel sağlık arasındaki karmaşık ilişkiyi işliyor.

Sizce yaratıcılık, acıyla mı beslenir?

Bu, yıllardır tartışılan bir konu ve bence kesin bir cevabı yok. Bazı insanlar için acı bir yaratım kaynağı olabilirken, bazıları için üretkenliği tamamen durdurabilir.

Anna’nın hikâyesi de tam olarak bu noktada şekilleniyor. O, ilaçları bırakınca daha yaratıcı olduğunu düşünüyor ama aynı zamanda duygularının kontrolden çıktığını da fark ediyor. Bence oyunun en önemli sorularından biri bu: Daha yaratıcı olmak için mi risk almalıyız, yoksa sağlıklı kalmak için mi dengeyi korumalıyız?

Oyunda aşk, Anna için bir kurtuluş unsuru olarak mı yoksa başka bir kaos kaynağı olarak mı sunuluyor?

Aşk, Anna için ne tamamen bir kurtuluş ne de tamamen bir yıkım. Onun için bir destek noktası gibi görünse de, aynı zamanda kendi bağımsızlığıyla çelişen bir şey.

Oyun boyunca Anna, sevmek ve bağlanmak ile özgür olmak arasında gidip geliyor. Aşk, onu güvende hissettiren bir şey ama aynı zamanda kontrol edilmesi gereken bir başka duygu.

Bence Anna’nın hikâyesinde aşk, onun zihnindeki en büyük sorulardan biriyle birleşiyor: “Bağlanmak, kendi kimliğimden ödün vermek anlamına mı gelir?”

Sonuç olarak “Çoğunlukla Bazen”, bireyin zihinsel sağlığı ve toplumsal algılar arasındaki sıkışmışlığını anlatan güçlü bir oyun. Bu oyunu sahnelerken amacımız, izleyicinin Anna’nın hikâyesiyle empati kurmasını sağlamak değil, onun iç dünyasını gerçekten deneyimlemesine fırsat vermekti. Oyunun soruları hâlâ açık, cevapları ise seyircinin kendi deneyimine bağlı.

BİRGÜN

Paylaş.

Yanıtla