Pınar Erol
Biri olursa diğeri olmaz sanılan tüm o özelliklerin onda bu kadar güçlü olmasına şaşıyorum. Çocuk coşkusunu da, imrenilecek olgunluğunu da, filozofluğunu da, sevecenliğini de içinde aynı anda aynı özenle büyütüyor. Tanıdığım en üretken, en çalışkan insanlardan biri Serpilekin Adeline Terlemez. Kitap, şiir, senaryo, oyun, eleştiri yazıyor; çeviri yapıyor. Ama en güzeli düş kurmayı hiç bırakmıyor. Benliğindeki azim, tutku ve mücadele cümlelerinden ders gibi dökülürken anlamlar yeniden doğuyor. Onun yaşamla kurduğu ilişkide başlı başına bir meydan okuma var. Bir de çevresine verdiği ilham… Bu beni derinden etkiliyor.
Fransa-Türkiye arasında git-gel bir yaşam kuran Serpilekin Adeline Terlemez ile kaleme alıp yönettiği “Kâbus mu? Mucize mi?” oyunu için bir araya geldik. Oyun sezon boyunca “evim” dediği DasDas’ta seyircisiyle buluşuyor. Ben bir kez daha ona hak veriyorum ve sonuca değil sürece odaklanıyorum. Onun düş kurmakla yetinmeyip düşü gerçek kılmadaki inancına… İşte bu “mucize” anlatmaya değer diye düşünüyorum.
Serpilekin, 7 Şubat 2024’te prömiyer yapan “Kâbus mu? Mucize mi?” oyununun hem yazarı hem yönetmenisin.
Oyunu yazarken yöneteceğimi de biliyordum. Metni beraber ayağa kaldırmak çok keyifli. Bu ortaklık çok değerli. Oyun üzerine tartışmak, zaman içinde anlaşamamak da öyle. Çünkü o kaliteli anlaşmazlık içinde zenginleşir insan.
Oyun sezon boyunca DasDas’ta oynuyor. Bunun senin için özel bir anlamı var mı?
DasDas benim oyun seçimlerini çok sevdiğim bir kültür merkezi. Varlığını sekiz yıldır sürdürüyor ve çok uzun yıllar daha sürdürmesini umut ediyorum. Orası benim evim ve evimde böyle bir oyun yapmak çok keyifli. Orada başka projeler de yapmayı isterim.
Mert Fırat ile arkadaşlığın okul yıllarına dayanıyor sanırım.
Mert Fırat, Didem Balçın ve Özgür Aydın ile çok uzun yıllardır beraberiz. Mert ile 2002’de başlayan ve hiç kopmayan bir ilişkimiz var. DasDas’ın açılacağı zaman ilk çizimleri gören kişilerden biriyim. Burası benim evim diye boşuna demiyorum yani. Bir de bazı insanlar senin arkadaşındır, bazıları da senin candaşındır. Mert benim candaşım ve onun imzasının olduğu bir yerde bu oyunu yapmak çok keyifli.
Oyuna girerken bir sinema salonuna giriyoruz.
O yoğun felsefeyi hikâyenin içine süzdürmeye çalıştık. Rejiyi de oyuncuların kaldırabileceği şekle getirip yumuşattık. Oyun, insan ilişkileri üzerine düşünmeye davet ediyor. Uzun yıllar boyunca uçmuş bir pilotun başına gelen uçak kazasının ardından hem kendisinin hem de çevresinin yaşadığı ruhsal değişimleri anlatıyor. Her şey bittikten sonra bu adamın hayatı hakkında bir sinema filmi yapılıyor ve izleyiciler de tiyatroya girerken bir sinema salonuna giriyorlar. Ama bu adam kendi filmine giremiyor. Çünkü sinema salonunun asansörü çalışmıyor. Böyle bir kurgu yapmak istedim.
Saçma biçimde Haluk kendi filmine gidemiyor. Aslında engellilerin yaşama karışmasının engellerini de anlatıyor bu durum.
Yedi yıl boyunca tedavi gören Haluk, kendini ararken çevresinin daha çok değiştiğine tanık oluyor. Ben her iki değişimi de göstermek istedim. O serüvenin kendisini anlatmak istedim. Duyguların, bakış açılarının değişebileceğini ama en önemlisi kâbus ve mucize algılarının yer değiştirebileceğini göstermek istedim. Kâbus gibi görünen bir şey mucizeye dönüşebilir. Tamam, hayat çok zor, bazen yaşanmaz hale geliyor ama her şey algıda bitiyor aslında. Başarı ve başarısızlık düşünceleri kalıplara oturtulmuş. O kalıplara uymazsan başarısızsın. Oysa bu, kişiye, konuya, duruma ve olaya göre değişir. Ben bu kazada suçlu aramıyorum; durum bildiriyorum. O geniş bakış açısını sağlamaya çalışıyorum. Zaten oyunun sonu da ucu açık bitiyor. O sahnede Haluk yerde oturuyor, psikiyatr da gelip onu yerden kaldırıyor. Eğer bir kişi zaman içinde bir şey hedefliyorsa onun elinden tutacak, hayatını kâbustan mucizeye çevirecek biri mutlaka vardır veya olacaktır diyoruz. Yeter ki onun o isteği kaybolmasın.
Bence bu oyunu yaparak o eli sen de tutuyorsun.
Her koşulda, herkesin başına gelebilecek beklenmedik – olumlu ya da olumsuz – durumlar olabilir… Önemli olan bunları nasıl karşıladığın. Kaza ve benzeri olumsuz bir durumda, genelde süreç göz ardı edilerek suçlunun peşine düşülür. Ben bu süreci görünür kılmak istedim. Ve bu oyunla bakış açımızı değiştirmeyi öneriyorum zira kalıplardan sıkıldım. Yani hepimiz aynıyız ama bir o kadar da farklıyız. Farklılıklarımızdan korkuyoruz. Oysa ben korkunun bizden korkmasını istiyorum.
Tüm bu kâbus ve mucize kavramlarının yerini değiştirirken umudu hatırlatman da değerli.
Herkesin düştüğü zamanlar olur ancak kalkmak kadar düşmek de cesaret ister. Bu bakış açısının çoğalması önemli yoksa oyunun yönetmeni olarak sadece benim dediğim doğrudur demiyorum.
Seda, Eda ismini de içeriyor. Bu isimleri seçmenin özel bir sebebi var mı? Şahin ismi de kuşlarla ilgili mesela.
Hayatın içinde kavramlar, duygular, isimler ve benzeri pek çok şey iç içe geçer… Buna karşın, durumları kişiselleştirmekten yana değilim. Oyunda soy isimler yok örneğin. Yıllarca beraber yaşayan eşlerin birbirlerine katlanamamalarını da anlatıyorum. Gölgelerin duvara yansıdığı dans sahnesinde rüya ile gerçek iç içe geçer. Haluk karısına, “Sen başkalarında olmadığını düşündüğün niteliklerimden ötürü benimle evlenmek istediğini söyledin ama yıllar sonra yine aynı niteliklerimden dolayı benden ayrılmak istiyorsun” der. İnsanların benzerlikleri içinde benzersiz olduğunu ve bu benzersizliklerine karşın birlikte yaşamak zorunda kaldığını görüyoruz.
Seda kocasına nasıl yardımcı olacağını bilemiyor. Ve sanki umursamıyor gibi görünüyor.
Çünkü şoka giriyor. Haluk hiç kaza yapmamasıyla biliniyor. Ve bir gün yine uçmak için evden çıkıyor. Havada kuş sürüsüne denk geldiğinde onlara zarar vermemek için hamle yapınca kullandığı uçak düşüyor. Şans eseri kurtuluyor. Sonrasında, kendisinin ve çevresinin geçirdiği değişim süreci anlatılıyor seksen dakikalık tek perdelik bu oyunda.
Göklerde yüklerinden arındığı söylenen Haluk karakterinin pilot olmasının, ayaklarının yere basmamasının metaforik anlamı da var.
Ben uçaklara bayılıyorum. Haluk da “Uçaklar benim en büyük özgürlüğüm” diyor. Uçak yolculuğu, bana bulutların üzerinde oturuyormuşum hissi verir. Kendi hayatımın minik bir kesitini Haluk’un üzerinden anlatıyorum. Bu bir başa çıkma hikâyesi… Sadece kötü şeylerle değil, olumlu durumlarla da başa çıkmak zordur. Bazen onu da ruhsal olarak kaldırmakta zorlanabilir insan. Bazen de tam tersi olabilir. Ben bu dengesizliğin içindeki dengeyle ilgileniyorum.
Haluk yaşanmışlıkları sanata çevirmekten bahsediyor. Senin yaptığın gibi.
Hayatın bize dayattığı gerçekler var, bir de sanata dair gerçekler var. Bu oyun, toplam on bir kez yazıldı. İkinci sezonu ikinci rejisiyle açtı. Her şeyin daha iyisi vardır elbette. Ben de en iyisini yaptığımı düşünmüyorum. Her şeyin en iyisini yaptığını düşünen zaten o kapalı kutunun içinde kalacağı için nefes alamaz. Ben cesur bir oyun çıkardığımızı düşünüyorum.
Biz seni Türkiye’de bu oyunla tanıdık ama sen uzun yıllardır Fransa’da üretken bir hayat yaşıyorsun.
Ben Ankara Dil Tarih Tiyatro Bölümü mezunuyum. Yüksek lisans ve doktoramı Paris’te “Samuel Beckett Tiyatrosu” üzerine yaptım. Ve iki kültürlü olmanın çok zenginleştirici olduğunu gördüm. Bu sınırsızlığı sevdim. Beckett de bir İrlandalı olarak Paris’te eğitim görür. Oyunlarını Fransızca ya da İngilizce yazar. Bir dilden diğer dile geçerken eserini çevirmez -orijinal metinden çok uzaklaşmadan- yeniden yazar. Örneğin Türkçeye “Mutlu Günler” diye çevrilen “Happy Days” oyununun Fransızca versiyonunu “Oh les beaux jours” (Türkçesi “Hey Gidi Günler”) diye yeniden yazar. Bu bağlamda, Türkçeye çevirdiğim “Hey Gidi Günler” oyununu yakın bir gelecekte, İstanbul DasDas’ta sahneye koyacağımı da belirtmek isterim. “Samuel Beckett Tiyatrosu” ile ilgili düşüncelerimi anlattığım kuramsal kitap “Le théâtre innommable de Samuel Beckett” adı altında 2012 yılında Paris’te L’Harmattan Yayınevi’nden çıktı. Aynı eser, İsmet Birkan’ın çevirisiyle 2017 yılında Epos Yayınevi tarafından Ankara’da yayınlandı. İkinci baskısı ise 2023 yılında aynı başlıkla İstanbul’da Kabalcı Yayınevi tarafından yapıldı. Beckett Tiyatrosu’nun karamsar olduğu söylenir. Ben bunu kabul etmiyorum zira kitabımda da belirttiğim gibi, Beckett Tiyatrosu hiçbir kalıba sığdırılamaz, Beckett Tiyatrosu adlandırılamaz. Onun oyunlarında olumsuzluktan olumluya gidilir. “Godot’yu Beklerken” oyununda Godot’nun gelip gelmeyeceği değildir önemli olan, bekleyişin eylemlendirilmesidir.
Peki, bu oyunda uzmanı olduğun Beckett’ten ve tiyatrosundan izler görüyor muyuz?
Görüyoruz tabii. “Kâbus mu? Mucize mi?” oyununda, söz-nesne-dekor-jest ilişkisine büyük önem atfeden; istediği halde yapamayan insanın güçsüzlüğünü ön plana çıkaran; dehşetengiz yadırgatıcı vizyon ve imalardan yola çıkarak olumsuzdan olumluya varan; trajikle groteski bir arada tutan; kabustan mucizeye varmak isteyen Samuel Beckett Tiyatrosu’nun izlerini bulmak mümkündür. Ayrıca, bu yıl ölümünün yüzüncü yılında anılan Franz Kafka’nın Metamorfoz/Dönüşüm kitabının izlerine de rastlanır.
Oyunda boşluk üzerine konuşulurken psikolojiden girdik felsefeden çıktık deniyor.
Boşluğun nasıl değerlendirildiği çok önemli. Keza eleştiri için de aynı şeyi söyleyebilirim. Yapıcı eleştiri projeyi geliştirir. Projeler yapıcı eleştirilerle yol alır. Boşluk duygusunda da aynı şey geçerlidir. İçine düşülen boşluk, olumlu biçimde kullanırsanız yaratıcı olur. Haluk psikiyatr Eda ile konuşurken “Ben hayatımı nasıl ilerleteceğimi bilmiyorum” der. Eda ise, “Merak etme, yapacaksın çünkü yazılmayı bekleyen çok boş sayfa var önünde” diye yanıt verir. Boşluk yaratıcılık mekânı olarak çok toparlayıcı olurken içine düşülen bir kuyu olarak görüldüğünde felakete dönüşür. Bu da neyi nasıl algıladığımıza bağlıdır kuşkusuz.
Sıfır noktasına gelen insanların cesareti de anlatılıyor.
“Her şeye yeniden başlasaydın sıfır noktan ne olurdu?” diye bir soru var. Haluk bu soruya, “O uçağa binmezdim” diye yanıt verir. Psikiyatr da ona “O uçağa binmeseydin sen, sen olmazdın” der. İnsanın içindeki tutku, nefes alabilmesi için gereklidir. Var olabilmek için tutkusunu bastırmak ya da yıpratmak zorunda kalan insanın bedeni yaşasa da ruhu ölmüş demektir. Buna yaşam denebilir mi?
Ama işte varoluşunu tutkusu üzerinden tanımlayanlar o tutkudan yoksun kaldığında dibi de görebilirler.
Bazen dibi görmek de insanın cesaretini kamçılayabilir. Dediğim gibi bu bakış durumlara, konulara, olaylara, çevrendeki yapılara da bağlıdır. Hiçbir şeye tek bir açıdan bakmamak gerekir.
Zaten sorduğun soruda var o önerme: Kâbus mu, mucize mi?
Her oyun, seyirciyle beraber yeni bir oyun oluyor. Seyircinin algısı oyuncunun enerjisini değiştiriyor. Yönetmen, provalarda oyuncusuna yapması gerekenleri ne kadar söylerse söylesin, o oyuncu sahne üzerinde öyle hissetmiyorsa oyunu batırabilir ya da tam tersi oyunu kendi algılarıyla zirveye çıkarabilir. Oyunculuk çok geniş yürek isteyen, algı ve hassasiyet gerektiren bir meslektir. Ve oyuncular benim için çok değerlidir.
Tiyatro izlemeye geliyoruz, girişte bir sinema salonundan içeri giriyoruz ve tekrar bir oyun izleyip çıkıyoruz. Yani sanatların birbirini beslemesinin örneğini görüyoruz.
Çoklu algıyı bu şekilde de desteklemek istedim. Ben o coşkuyu tekrar tekrar yaşamak için her oyunda Fransa’dan buraya uçuyorum. Ve yönetmen olarak her seferinde sahnede oluyorum. Gelenler benim benzersizliğimi görüyorlar. Bunun ne demek olduğunu da bir soru işareti olarak bırakayım. Gelenler görsünler. Küçükken bana hep “Geçmiş olsun” derlerdi. Ben de, “Niye bana öyle diyorlar, benim neyim var ki?” diye düşünürdüm. Sonrasında iki seçeneğim olduğunu anladım. Ya içime kapanacaktım ya da dışarıyı gözlemleyecektim. Ben kendimi tanımak için dışarıyı gözlemlemem gerektiğini düşündüm ve tiyatroya yöneldim. Sonrasında ise ne kadar doğru bir şey yaptığımı gördüm. Şöyle bitireyim; benim için bu oyunun çıkması ve seyirci ile buluşması çok değerli ama bu serüvenin kendisi daha da değerli. Sonuca ulaşmak için geçilen yol, beklenmedik olaylarla karşılaşıldığında üretilen çözümler, kısacası yolun kendisi çok değerli!
Serpilekin bu buluşma için çok teşekkür ederim sana. Son olarak oyunun takvimini de söyleyelim mi?
Zevkle. Ben teşekkür ederim bu güzel söyleşi için. 2024-2025 sezonunun son iki oyunu: 17 Mart Pazartesi, saat 21.00 ve 26 Mayıs Pazartesi, saat 21.00, DasDas İstanbul, Açık Sahne. Dasdas İstanbul ve tüm ekibe sonsuz teşekkürlerimle… Sevgili okurlar, oyunumuz sizinle birlikte yeniden yazılacak. Bizi sizsiz bırakmamanız dileği ve sevgilerimizle… 17 Mart ve 26 Mayıs’ta buluşmak üzere kalın sağlıcakla, mutlulukla…
*
Oyun: KÂBUS MU? MUCİZE Mİ?
Topluluk: Tiyatro Quad
Yazan ve Yöneten: Serpilekin Adeline TERLEMEZ
Oyun Asistanı: Kutlu Ata BAHADIR
Oyuncular: Gürkan ARIKBOĞA, Işıl Ezgi ÇEÇEN, Kutlu Ata BAHADIR, Başak KALKAN
Dış Sesler: Gürkan DEVELİ, Kutlu Ata BAHADIR, Didem BALÇIN
Özgün Müzik: Bülent DELİORMANLI
Sahne Amiri ve Görüntü Koordinatörü: Ersin YAŞAR
Işık Tasarımı: Ufuk KARAGÖZ,
Ses Teknisyenleri: Doğukan SIVASLIGİL, Diren YURTSEVER.