Görünmez Hikâye Anlatıcısı  

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Cüneyt Uzunlar

“içsellik ve dış dünya arasındaki ikiliği özne… geçmiş yaşamını hatırada yoğunlaştırılmış olarak izlediğinde aşabilir…” diyen walter benjamin, aslında hikâye anlatıcılığının enformasyona dönüşerek yokoluşunun önüne neyle ve nasıl geçilebileceğini göstermişti. hatırlayabiliyor, hatırladıklarını anlatabiliyorsan, iç-dış ikiliğini aşmayı sağlayan hikâye anlatma becerisi sende hazırdır. herkes gibi sen de maalesef fark etmesen, fark edilmesen de bir hikâye anlatıcısısın. bir takım ayrıcalıklara kavuşarak bu meslekte ustalaşabilir, görünür bir hikâye anlatıcısı olabilirsin. belki hayatını kazanmak için harcadığın zaman o kadar yoğun ve çoktur ki hikâyelerini ancak rüyanda, gündüz düşlerinde kendine anlatırsın; iç-dış karmaşasıyla yaşar, başkalarının hatıralarını hatırlar, düşlerini düşlersin; başkaları için, başkalarının yerine, başkalarının hatrına eylemeye mecbur bırakılırsın. belki tüm ayrıcalıklarına, olanaklarına rağmen seni anlatmaya yöneltecek güdüye bitürlü ulaşamaz, bitakım mekanik yordamlara başvurarak, pozlara girerek anlatma faaliyetinden kaçınır, saklanırsın. ama ben seni daha çok anlatırken, anlatmaya hep çok istekliyken görüyorum.

Resim: Mehmet Siyah Kalem

balkanlardan bu tarafa, bu taraftan maveraünnehir’e dost meclislerinde, yolculuklarda, vardiya aralarında, öğle tatillerinde, rutinin bozulduğu envai durumlarda kişilerin anlatmakta birdenbire nasıl ustalaştığını, dolaylı yahut doğrudan görmüşündür. insanların hemen oracıkta hem de mecazlı, imgeli, ahenkli bir dille kendi hikâyelerini döktürdüklerine yahut kendilerine aktarılan hikâyeleri, masalları, destanları umulmadık bir maharetle aktardıklarına tanık olmuşundur. bugün, eski yaşam alanları, eşyaları, araçları, ilişkileri hızla aynılaşır, birörnekleşirken bu ‘soyut kültürel miras’ yani hikâye anlatıcılığı hâlâ nasıl geçmişin bir kalıtı gibi diri kalabiliyor acaba. büyülü özgün tavırlar, aksanlar, üsluplarla anlatılan hikâyeler etrafında hâlâ nasıl toplanılıyor. geçmişin tecrübeleri, düşleri dilden dile, vücuttan vücuda nasıl geçiyor. hayret! insanlar hâlâ öyle güzel, derin ve güçlü hatırlıyabiliyor ve farkına varmadan öyle otantik bir şekilde anlatıyorlar ki orada, o anda, onları kendinden daha çok anlar, duyar, hisseder buluyorsun kendini. kazdıkça kazıdıkça birer höyüğe benzeyen vücutlar kafalardan, kültürel kalıtlar kalıntılar gibi hikâyeler fışkırıyor.

burada, bu doğu ile batı’nın sürekli birbirinin içinden geçtiği coğrafyada, ne batılı olmanın ne de doğulu kalmanın mümkün olduğu bu çoklu, geçişken kültürde hikâye anlatıcısı olabilmenin koşulu anadilini konuşmak ve anlatmak için gerekli ortamın varlığıdır ki o ortam otobüs durağından, sahilden, patikadan, yurt yatakhanesine dek çok ve çeşitlidir. hikâye anlatmak için edebiyat bilmek, dilbilgisi gerekmez; yazar çizerlik, okur yazarlık, konservatuvar eğitimi, herhangi bir mektep bitirmek, kurs görmek, çıraklık etmek de lazım gelmez. her coğrafyanın bütün etnik özneleri, hazinelerini ortaya döken birer sit alanı gibi kendi anadillerinde, olmadı şivelerinde anlatır. bu âşikar gerçeği görmek, göstermek için illa kazıbilime, halkbilime ve eğitbilime başvurulmak gerekmeyebilir… bir höyüğe benzeyen görünmez anlatıcıyı biraz kazınca, kendi hâline bırakıp üç beş hikâyesini dinleyince, görürsün ki kültürün içinden kültürler fışkırıyor. misal, islami anlatıların içinden şamanlıkla, budacılıkla, taoculukla aynı makamda sesler gelir kulağa.

anlatmayı seven başörtülü genç bir hanfendi ben diyordu, nisan doğumluyum. nisan kışın geride kaldığı, hayatın yeniden doğduğu bir mevsim. badem çiçekleri bana ölmüş de yeniden doğmuş gibi geliyor… ay takvimine göre üç ayları bekleyen hanfendinin içinde mevsim dönümlerine ait paganik, animist imgeler uçuşuyordu. sanki adonis’e, tammuz’a, dionisos kültüne atfen konuşuyordu. anlatıların içeriklerini bir yana bıraksak bile, anlatma biçimleri, bedenler eskil kültürel kalıtları, kalıntıları duyuruyor. mesela görünmez anlatıcılar,  anlatılarına kendilerini öyle kaptırıyor ki. ‘uyanık bir trans’ halinde anlattıkları mekân zamana gidip geliyor, seyircilerini de kendileriyle beraber şimdiyle geçmiş arasında yolculuğa çıkarıyor, kendilerinin de anlayamadığı bir şekilde usta birer hikâye anlatıcısına, ucundan acık birer şamana dönüşüyorlar. amma velâkin, senin hikâye anlatıcılığını seçkin, bu zanaatte ustalaşmış, görünür hikâye anlatıcılarına ait bir alan olarak görmek gibi bir ‘itikatın’ var ve muhtemelen bu itikat ilk köleli şehirlerden bugüne dek, kimin kaderinin ne olacağını, kimin nasıl yaşayacağını belirlemeye çalışan, ideal dünya tasarımlarına dayalı ideal fikirlerden neşet ediyor.

gel az düşünelim. ideal bir dünya tasarımı, hayatı ideal olanlar olmayanlar olarak ikiye böler ve ideal davranışlar, işler gerçekleştirmesi beklenen ideal şahsiyetler kurgular. gerçekten de ustalaşmanın, uzmanlaşmanın, ömrünü bir işe, bir meseleye hasretmenin topluma katkısı azımsanamaz. ancak iş anlatmaya, yaratmaya, sosyal sorumluluk gibi konulara gelince uzmanlaşmak herkesin işe yaramıyor. aksine, uzmanlaşmış, görünür hikâye anlatıcıları, ideal şahsiyetler olarak öne çıktıkça toplumu anlatma, yaratma bakımından gölgesinde bırakıyor. görünür hikâye anlatıcıları, ne kadar iyi, doğru, güzel anlatırlarsa anlatsınlar, yaptıkları yegâne şey işbölümüne dayalı bir yaşayışı, kölece bir hayatı olağanlaştırmak. diğer herkesi dolayısıyla diğer her şeyi -bakış açılarını- görünmez kılmak; ideal bir dünya tasarımına bağlı olarak iyinin, doğrunun ve güzelin safında herkesi hizaya sokmak.

medeniyetler, sümer’den eskil yunan’dan bu yana inanışlarla, felsefeyle, edebiyatla, plastik sanatlarla, müzikle, şiirle, mitoslar, bilhassa yaratılış mitoslarıyla, ideal bir dünyayı, bu dünya içinde ideal ilişkileri, kişileri hem düzünden hem tersinden anlatmanın, göstermenin ve ideal imajlara dönüştürmenin yollarını aradı. misal eskil yunan’ın yaratılış mitosunun etkisi bugün de hâlâ anlatılarımızı şekillendiriyor. hikâyeler eskil tragedyalardan bu yana hâlâ kosmos-kaos-kosmos, düzen-düzensizlik-düzen kalıbıyla seyrediyor. bkz. kahramanın sonsuz yolculuğu. olağan, gündelik hayat macerayla bozuluyor, maceralar yaşayan kahraman eski olağan, gündelik hayatına yaşadıklarından bir sürü şey edinmiş olarak geri dönüyor ve hayata kaldığı yerden eklemleniyor. buna karşılık bir türlü medenileşmeyen, ideal bir dünya tasarımının yakınından bile geçmeyen, sert, sahici, çetin koşullar içinde varolan barbarlar, yabanıllar, taşralılar (sur dışılılar), suriçinde yaşadıkları halde sur dışı bir hayatı bağırlarında taşıyanlar ideal bir dünyayı değil yaşadıkları dünyayı ‘tuhaf’, ‘sakil’, ‘edepsiz-erotik’ ve dildışı yollarla anlattı. bkz. decameron, bruegel, otantik nasreddin hoca fıkraları, mehmet siyah kalem, 15. yy matbu halk masalları, mimus oyunları, köyseyirlik oyunları, dengbejler, gezgin âşıklar, fal açan kalenderîler; fluxus, dada, gerçeküstücülük, büyülü gerçekçilik, rus fütirizmi, sokak sanatı, grafitti, performanslar… yaşadıkları sert gerçekliği, doğal koşulları şiirsel, düşsel, gizemci, ürkütücü, dolayımlı, erotik, edepsiz, a-estetik anlatılarla ‘bar bar konuşarak’ dildışı bir dille dile getirdiler. bugün biz şehrin olağan kurgusuna hapsolmuş olanlar, onları ancak sansürleyerek dolaşıma sokabiliyor ve onlara, gözden ırak, ana akım sanatın dışında bir yerlerde tahammül edebiliyoruz.

tüm ideal dünya tasarımlarına rağmen surlar, duvarlar seni doğadan ve hakikatten, tözsel gerçeklikten kesin bir şekilde yalıtamıyor, bedenin doğal birer varlık olmaktan kaçamıyor. ve sen ideal dünya tasarımlarına sımsıkı sarılmak, bir karikatür olmaklıktan, hakikate gözünü kapamaktan, varolana yok muamelesi yapmaktan, talim terbiyeye, sevk ve idareye, adabı muaşerete, ‘academia’ya ömrünü vermekten öteye geçemiyorsun. görünmez hikâye anlatıcısı, betonu delen incir, asfaltta biten ot, duvardaki küf, evi basan karıncalar gibi; bitler gibi, keneler gibi; baharlarda açan badem çiçekleri veveya dökülen yapraklar, gelen giden göçmen kuşlar gibi ideal ve görünür hikâye anlatıcılığının karşısında, içinde, yanında sürüyor. sen ne dersen de, nasıl adlandırırsan adlandır, toplumun, halkın, insanın içindeki yaratıcı güçler tüm coşkunluğuyla akıyor. yerküreyi yonta yonta cilalı ama donuk bir topa dönüştürsen, bin yıllık bir hayata erişsen bile sınırlarını, başını sonunu kestiremediğin uzayın, derin bir karanlığın (daimi bir kaosun) içindesin.

velhasıl görünmez hikâye anlatıcılığı suriçindeki sur dışıdır ve kaosun meyvesidir. konserve edilmemiş, akademik kalıplarla tarif edilemeyen, kendiliğinden, doğaçlama, hemen oracıkta ortaya çıkan tırnak içinde değil gerçek, sahici edebi ve sanatsal faaliyetlerdir. ideal dünya tasarımlarının pazarlayıcısı politikacıların, ideologların, filozofların, sanatçıların hoşuna pek gitmez bu hakikat. çünkü, üretim bandından geçmeksizin, sunulup, dolaşıma sokulmaksızın, raf ömrü belirlenmeksizin herhangi bir pazarlama, değiş tokuş mümkün değildir suriçinde. sanatın her yerde olması kabul edilemez. görünmez anlatıcıların kitlelerin önüne çıkarılmayı bırak, varlıkları kabul edilmez, görüldükleri yerde baskıya maruz kalır yahut içerilirler. pertev naili boratav’ın derlediği nasreddin hoca fıkralarının başına geleni, bütün bir çalışmanın nasıl otosansürle sansürlendiğini hatırla. egemen dîni hem de seküler görüşlerin yunus emre, pir sultan, kaygusuz abdal, şeyh bedreddin gibi figürlere nasıl yaklaştığına dikkat et. korkunç, edepsiz halk anlatılarının nasıl tekrar tekrar sansürlendiğine bak. görünür olan, muhakkak egemen olan yahut muhalefetteki ideal dünya tasarımlarından birine yani suriçine hizmet etmeye yazgılıdır.

iç-dış ikiliğini aşmanın bir yolu hatırlamak ise, diğer bir yol, başkalarının hatıralarını hatırlamak, başkalarının düşlerini düşlemek, kendini başkalarının gözleriyle görmektir. suriçi kendi bakışımızı ve otantik hafızamızı bizden alır. suriçinin hocaları, görünmez hikâye anlatıcılarını evcilleştirip sahneye sürmek için dilbilgisel, kurgusal metodolojiler, akademik kalıplar, müfredatlar kullanılır, geliştirir. şimdi buna sosyal medya algoritmaları eklendi. elitlerin egemenliğinden kurtulduğumuz, görünür olabildiğimiz bir yer olarak bizi kendine çağıran sosyal medya, algoritmasıyla elitleşti. eskiden ideal kişiliklere sahip yetişkinleri rol model kabul ederdik, şimdi algoritmanın tercih ettiği, görünür kıldığı kişileri rol model kabul ediyoruz. üstelik sadece gençler değil, yetişkinler de algoritmaların taleplerini karşılamak için yarışıyor, özgünlüklerini, otantik varoluşlarını feda ediyorlar. şimdinin ideal dünya tasarımı sayısal yahut dijital diyelim bir bellekte toplanıyor. artan talebi karşılmak üzere kuantum bilgisayarları, kubit ölçeğinde dev bir bellek imdada yetişiyor. insanlar nasıl şehirlerde, agoralarda biraraya geliyorduysa, şimdi sosyal medya algoritmalarının yasaları, kuralları (surları, meydanları) içinde bir araya geliyor.

aslında ne şehir, ne algoritmalar insanları biraraya getirir. belli bir düzen, intizam içinde yanan muhayyel yahut gerçek gaz ocaklarının ateşinin başında değil, ancak muhayyel yahut gerçek kampateşinin etrafına saçıldığımızda biraraya gelebiliriz. aydınlatan, ısıtan, pişiren, yakan, kül eden, acı veveya haz veren ama asıl alev yalımlarının, kıvılcımlarının, dumanlarının içinden görüler gördüren, başına buyruk kampateşleri bizi biraraya getirebilir. görünmez hikâye anlatıcılarının içinde, her hikâyede yeniden yeniden kampateşleri parlar, söner, küllenir. verili, fenomenel dünyanın dışında, ötesinde, hemen yanında veveya tam ortasında, içinin içinde görünmez hikâyelerin kampateşlerinin kendiliğinden yalımları parlar. kampateşleri bizi ideal dünya tasarımlarının kurallı, kalıplı, steril gerçeklik algısının dışına çıkararak, büyülü gerçekliğin şakacı olduğunca yakıcı dünyasına taşır. sözlü gelenekten gelen, kampateşinin etrafına bizi toplayan boratav’ın derlediği masallardan birine bir gözatmadan önce şuraya da bir bakalım.

vladimir propp’un aksine masalları mitlerin bir devamı değil, mitlere karşı, mitlerden çok daha rahat bir genişlik ve hafiflikle ruhu şekillendiren anlatılar olarak gören benjamin’den, vurgularıyla biraz oynayarak, bir alıntı daha yapalım, “hikâye anlatıcısının malzemesiyle -insan hayatıyla- ilişkisi, aslında zanaatkâra özgü bir ilişkidir. görevi tam da hammaddesini -kendinin ve başkalarının deneyimini- sağlam, yararlı ve benzersiz bir tarzda işlemektir… böyle bakıldığında hikâye anlatıcısı öğretmenlerin, ermişlerin saf­larına katılır… çünkü ona bütün bir ömre geri dönebilme yeteneği verilmiştir (bu ömür yalnızca kendi de­neyimini değil, başkalarının deneyiminden de çok şey içerir; hikâye an­latıcısı kulaktan kulağa aktarılan bilgiyi kendi deneyimine ekler). ve tüm yeteneği, hayatını anlatabilmesindedir.” şimdi bakalım bir (bin) görünmez hikâye anlatıcısının anlattığı bir hikâyeye, mesel ettiği bir meseleye.

tilki, nine’nin tek geçim kaynağı olan südünü çalar. nine de tilki’yi yakalar, kuyruğunu keser alır. tilki ne kadar yalvarsa da geri vermez. nine der ki südümü getir, kuyruğunu geri vereyim. (bu anlatıyı görünmez hikâye anlatıcısının çizdiği bir daire olarak hayal edin. bir daire çizmek için kalemi kağıda bastırdığınız o ilk an, o ilk noktadır nine’nin südünün çalınması. bu hâdiseyi izleyen olaylar silsilesi ile dairenin çizimi yavaş yavaş gerçekleşecektir.) tilki koyuna gidip olayı anlatır, bana süt ver der ben de kuyruğumu alayım. koyun da der ki bana ot ver sana süt vereyim. tilki çayıra gider olayı anlatır ve der ki, bana ot ver koyuna vereyim, koyun da bana süt versin, südü verip kuyruğumu alayım. çayır da der ki, üzerimde kızlar oynasın dans etsin ben de sana ot vereyim. bu sefer tilki kızlara gidip olayı anlatır ve der ki çayırda dans edin ki, çayır bana ot versin, otu götürüp koyuna vereyim, koyun da bana süt versin, südü verip kuyruğumu alayım. (görüldüğü gibi daire tek hamlede değil bastıra bastıra ileri geri gidilerek çizilir.) kızlar der ki, bize inci getir ki gidip çayırda oynayıp dans edelim. tilki kuyumcuya gider olayı anlatıp ondan inci ister. aynı muhavere tekrarlanır. kuyumcu inciye karşılık yumurta ister. tilki tavuğa gider. aynı muhavere tekrarlanır. tavuk da yumurtaya karşılık mısır ister. tilki tarlaya gider. tarla mısıra karşılık su ister ve son olarak (dairenin son noktası olan yani bir anlamda nine’nin diğer niteliğine) dereye gider tilki. dere, karşılığında hiçbişiy istemez. neden?.. daire böylece tamamlanır. gerisin geri tekrar çizilir. tarla suyu alır mısır verir, tavuk mısırı alır yumurta verir, kuyumcu yumurtayı alır inci verir, kızlar inci alıp çayırda oynar dans eder, üzerinde dans eden kızlara karşılık çayır ot verir, koyun otu alır süt verir ve nihayet nine südünü alır tilki’ye kuyruğunu geri verir. daire baştan sona, sondan başa iki kez çizilmiş olur.

suriçi anlatıları sevk ve idarenin emrindedir. bu sur dışı anlatı, bir kampateşinin etrafında anlatılacak bu şakacı ve yakıcı masal, kendine ve doğaya yabancılaşmamış yabanılın emrindedir. tilki, nine’nin ineğinin südünü çalar. nine, hırsızı kolluk yardımı olmadan kendi eliyle yakalar ve gene hiçbir mahkemeye, yargıca gerek duymadan yargılar ve yargı kararını kendi eliyle infaz eder. nine burada hem bir siyasi erk, hem de kendi ekonomipolitiğinin kurucusu, uygulayıcısıdır. acaba nine’nin tilki’ye verdiği ceza mıdır ödül mü. nine çünkü tilki’den geri kazanabileceği bir parçasını, kuyruğunu almıştır. tilki’yi kuyruğunu geri alabilmesi için bir maceraya, deneyime sürükler. tilki, yakından tanımadığı, ihtiyaçlarını bilmediği varlıklarla tanışır, ufku genişler. ama asıl maceranın finalaltında, sondan önceki sonda, verdiği karşısında hiçbişiy istemeyen, sadece veren, akan hep akan dereyle tanışır. koyun, çayır, kızlar, kuyumcu, tavuk, tarla suriçi yani kültür ürünüdürler. oysa dere ise sur dışı, dil dışı yani kültür dışıdır. dere ideal bir tasarım, romantik bakış açısının eseri bir figür değildir. dere vardır, gerçektir, öyledir ve kaotiktir. masal biz ‘görünmez hikâye seyircileri’ni önce nine’ye, sonra tilki’ye dönüştürerek bir maceraya sokar ve daimi kaosun yani derenin kenarına getirir, bırakır.

ve

merdâne gösterilerinde, masal atölyelerinde ve oyunculuk derslerinde bir kampateşinin etrafında toplanıyoruz. ben, seyirciler, katılımcılar, talebeler hep birlikte hikâyeler anlatıyoruz; başımızdan geçen, tanık olduğumuz, belki öğrendiğimiz sıradan ama unutamadığımız, çarpıcı hikâyeler. hiçbir hazırlık, prova yapmadan, orada, o an oluyor her şey. orda, o anda salonun karanlığına gömülmüş, ışıklar altındakinin anlatısını dinleyen kişiler değiliz. hepimiz birer hikâye anlatıcısıyız. ne gariptir ki dekoruna kostümüne, ünlüsüne ünsüzüne, ışıltılı sahneye bakmaktan, seyrettiğimiz oyunların hikâyesini kavrayamayan bizler, birbirimizin anlattığı hikâyeleri çok iyi kavrıyor ve birçoğunu unutamıyoruz. anlatılan hikâyelerin üzerinden aylar geçiyor ama talebeler, arkadaşlarının hikâyelerini nasılsa kendileri anlatmış gibi hatırlayıp, anlatabiliyor. buralarda birbirimizin deneyimlerini deneyimliyor, hiç yaşamadığımız, asla yaşayamyacağımız hayatları kampateşinin etrafına saçılarak yaşıyoruz. elimizde olmadan birçok görünmez anlatıcının hikâyesi göğsümüze nakşoluyor. velhâsıl burada, ne kadar ilerici, devrimci içeriklere sahip olsalar da kapitalist üretim ilişkilerine eklemlenen gösteri sanatlarının ötesinde ve dışında, verili ekonomipolitiğin dışında, üretim-sunum-dolaşım-mübadele kurallarına uymayan bir hava solunuyor. herkesin katılımcı olabildiği, herkesin yaratıcı olabildiği, herkesin sanat üretebildiği bir hava.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Cüneyt Uzunlar

Yanıtla