Semih Fırıncıoğlu
Eğer sanatlarda nitelikli-niteliksiz ayrımı yapabiliyorsak (ki bence yapılamaz), bir sanat yapıtını değerlendirmekte başvurulan en öncelikli nitelik farklılıktır.
Bir benzetmeyle başlayayım: İstanbul’da pahalı, lüks lokantaların yanı sıra sayısı son yıllarda artan, genellikle ailelerin açtığı birkaç masalı ev yemeği lokantaları var. Bunları yemeğe ve pişirmeye meraklı insanlar açıyor ve örtüsüz masalarda, ucuz tabaklarda, bazen plastik çatal bıçakla yenilen yemekler son derece lezzetli olabiliyor. Bunlardan bazıları bazen bilinmedik, alışılmadık malzemelerle “deneysel” yemekler de yapıyorlar, çünkü, yerleşik lüks lokantaların tersine, risk alabilecek bir konumdalar. Bu farklı yemekler ancak her boy lokantaya giden, farklı tatlar arayan meraklı yemek eleştirmenleri yazarsa geniş çapta duyulabiliyor. Ve bu yoldan farklı yöntemlerle pişirilen (biçim) yeni bir malzeme (öz) yemek kültürüne girebiliyor, yaygınlaşabiliyor.
Birkaç hafta önce T24’te tiyatro yönetmeni ve oyuncu Mehmet Birkiye ile yapılan bir söyleşi yayımlandı. Birkiye 2024 ve 2025 yılları için İstanbul Tiyatro Festivali’nin küratörlüğünü üstlenmiş. Söyleşide dile getirdiği düşüncelerinin bazılarına katılıyorum, bazılarına da yazıya dökmeden duramayacak ölçüde itirazım var.
Aynı fikirde olduklarımdan başlayayım: Son yıllarda Türkiye’de tiyatro etkinliklerinin şaşılacak ölçüde yoğunlaştığını hepimiz görüyoruz. Bu etkinlikler özellikle büyük kentlerde, genellikle gençlerden oluşan küçük topluluklar tarafından gerçekleştiriliyor. Bu Batı’nın tersine gelişmenin kayda değerliğini ve önemsenmesi gerektiğini neredeyse on yıldır her fırsatta duyurmaya gayret ediyorum. Birkiye de böyle bir gelişme olduğunu kabul ediyor ve nedenini “…toplumun sosyal, ekonomik ve çağımızın şartları içinde sıkışmış bazı gençlerin ‘Ben buradayım’ deme çağrısı” olarak nitelendiriyor. Bu oldukça yerinde bir değerlendirme.
Birkiye, “Diyonizyak çığlık” olarak betimlediği söz konusu yoğunluğa olumlu bir gelişme olarak da bakıyor ve “bırakın yapsınlar” diyor. Söyleşiyi yapan Faruk Ekici’nin bir tiyatro oyunu “enflasyonu” yaşandığı ve “bunun kaliteye negatif etki edeceği” yönündeki endişelerine katıldığını belirtiyor (“Yüzde 100 kaliteyi etkileyecektir, kaliteyi düşürecektir”) ama bu tiyatro furyasında nitelik üzerinden değerlendirme yapmayı şimdilik doğru bulmadığını söylüyor. Söyleşiyi okurken beni öncelikle irkilten, çok sık kullanılan “kalite” ve “nitelik” sözcükleri oldu.
“Nitelikli tiyatro”yu nitelikli kılan nedir? Bu kişilerin zihnindeki niteliğin niteliği ne olabilir? Bu soruların yanıtı kanımca Birkiye’nin farklı, küçük mekanlarda oynayan “enflasyonist” topluluklarla ilgili şu sözlerinde bulunabilir: “Zaten bu salonların yüzde sekseninin donanımları çok zayıf. İster istemez anlatmak istediğinizi, tiyatronun bazı olanakları olmadan anlatacaksınız. Elinizde sadece oyuncu ve metin kalacak; ışıktı, sesti, başka şeylerdi anlatım olarak olmayacak. Çünkü salonlar buna uygun değil.”
Bu sözleri okuduğumda Birkiye’nin “nitelik” ölçütlerinden en azından bir bölümünü birkaç yüz koltuğun baktığı bir sahnesi olan, tavanından düzinelerce ışık sarkan, güçlü bir ses düzeni, hatta projeksiyon, sis üretme ve yağmur yağdırma olanakları olan “tam teşekküllü” bir salonun oluşturduğu sonucuna vardım. Yani, ezberlemiş oldukları metinleri sanki o an akıllarına gelmiş gibi aktaran, kostümlere, makyajlara bürünmüş “karakterlerin” sahnede dolanıp rol yaptığı standart yanılsamacı tiyatrodan söz ediyor diye düşündüm. Zaten Birkiye söyleşide “metin eksenli” oyunların tiyatro anlayışına daha uygun olduğunu da belirtiyor ve bu doğrultuda bu yıl yurt dışından getirilen beş oyunun dördünün metin ağırlıklı olduğunu söylüyor. (Üçü Shakespeare –biri Hamlet, biri de Macbeth.)
Benim bildiğim, eğer sanatı öncelikle para kazanmak için ya da memuriyet icabı yapmıyorsanız, daha önceden yapılmış işlerin benzerlerini üretmek sanatın doğasına da, mantığına da aykırıdır. Eğer sanatlarda nitelikli-niteliksiz ayrımı yapabiliyorsak (ki bence yapılamaz), bir sanat yapıtını değerlendirmekte başvurulan en öncelikli nitelik farklılıktır. Onun ardından, o farklılığın o sanat dalında bir değişim tetikleyecek, yeni yönlere işaret edecek ölçüde kayda değer olup olmadığına bakılır.
Farklı nitelikte tiyatro yapmak için koşulların ana akım standartlarına uygun olması gerekmez, hatta olmaması yaratıcılık açısından daha elverişlidir. Nitekim modern tiyatroda köklü değişimler başlatmış yapıtların hemen hepsi Kadıköy’deki otuz kişilik bodrum tiyatrolarının benzerlerinden çıkmıştır, Gayrettepe’deki Zorlu PSM benzerlerinden değil. Birisinin bir köşede bir düzine mumla aydınlattığı iş, binlerce vatlık ışıkla parlayan bir sahnedeki işten çok daha kayda değer olabilir.
Peki, şu sıralarda Türkiye’deki yoğun tiyatro etkinliklerinin yüzde seksenini oluşturan küçük topluluklardan biri tiyatro sanatının yönünde, uluslararası kanonunda bir değişim öneren, farklı bir argümanı olan bir gösteri sunacak olsa bu işin “hakkı” kim tarafından, nasıl verilecek? Tiyatronun ne olup ne olmadığının konuşulduğu bir ortamda duyulması, diğer tiyatrocuların bu öneriyi dikkate alması, bununla halleşmesi nasıl sağlanacak?
Kanımca bu ancak nereden gelinip şu sıralarda nerelere gidildiğinden haberdar kişilerin, yani eleştirmen ve akademisyenlerin alternatif çalışmaları (meraklı yemek eleştirmenleri gibi) izlemesi ve değerlendirmesiyle olur. Tarihten birkaç örnek vermek gerekirse, örneğin, Eugène Ionesco’nun Kel Şarkıcı’sı 1950’de küçük bir salonda sahnelendiğinde uzun süre fark edilmez, ta ki Jean Anouilh ve Raymond Queneau gibi sanatçı ve eli kalem tutan entelektüeller bunun yepyeni bir yaklaşım olduğunu duyuruncaya kadar. Örneğin, Bertolt Brecht’in önemi ancak eleştirmen Herbert Ihering Gecede Trampet Sesleri oyununu anlatan ve öven bir yazı yazınca fark edilir. Örneğin, Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken oyununun kayda değerliğini eleştirmenler Harold Hobson ve Kenneth Tynan inatla savunmuş olmasaydı Beckett Nobel’e kadar uzanan rotaya giremeyebilirdi.
Örneklerdeki türden alternatif işlerin kanona yerleşmesi, tam teşekküllü büyük salonlara transfer oldukları için, çok sayıda kişi tarafından pahalı biletler alınarak izlendikleri ve popülerleştikleri için olmuyor. Bunların çoğu hâlâ donanımı noksan, az izleyicili mekanlarda, duygusaldan çok düşünsel iletiye odaklanan topluluklar tarafından sahneleniyor.
Yurt dışında oturduğum için Türkiye’de oldukça az sayıda oyun izleyebiliyorum ama buna rağmen “donanımsız” mekanlarda kayda değer bulduğum, en azından farklı olması için çaba harcanmış işler görüyorum. Bunlar, iddiaları ne büyüklükte olursa olsun, oldukları yerde parlayıp sönen, hiçbir iz bırakmadan kaybolup giden işler olarak kalıyorlar. Kanımca bunun temel nedeni entelektüel kesimin, hatta yetişkinlerin gençlerin “küçük” işlerine olan ilgisizliği. Belki de bunun doğal sonucu olarak da nerede ne yemek piştiğini merak edip dolaşan eleştirmenler de, nitelikli eleştirilerin yayımlanıp okunduğu yayınlar da bulunmuyor. Sonuçta, “çok beğendim”, “nefes nefese izledim”, “kalbimden vuruldum” gibisinden sosyal medya postlarıyla yetinmek zorunda kalınıyor.