Bir Göç Öyküsü

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Zehra İpşiroğlu

Sahnede yetmişli yıllardan kalma, modası geçmiş büyük bir trenin ikiye bölünmüş vagonları, (sahne tasarımı: Anne Ehrlich) vagonların pencerelerinde siyah giysileri, siyah deri ceketi, güneş gözlükleri, koyu siyah makyajlı gözleri ve omuzuna değin inen simsiyah saçlarıyla Sevgiler: Yaşamını kaleme alan yaşlı yazar Sevgi, genç tiyatro oyuncusu Sevgi ve erkek Sevgi. Sevgiler hem Emine Sevgi Özdamar’ın yaşamını anlatıyor hem de rolden role girerek onun yaşamına giren farklı kişileri canlandırıyorlar: Yönetmen Benno Besson, Matthias Langhoff, yazar Heiner Müller kısaca seksenli yılları belirleyen ünlü sanatçılar gözümüzün önünden hızla kayıp gidiyor… Sahnenin bir yanında Sevgi’nin özel yaşamına gönderme yapan yatağı, evi, öteki yanında ise tiyatro yaşamına gönderme yapan makyaj masası; sırtı bize dönük olan Sevgi’yi çoğu kez bu masanın başında otururken görüyoruz. Ve hiç bitmeyen daktilo sesi….Üstteki ekranda yetmişli, seksenli yılları anlatan görüntüler… Edith Piaf’dan Non , je ne regrette rien, Bob Dylan’dan How does it feel to be without a home, like a rolling stone melodiler…

Bir Göç Hikayesi

Fotoğraf: David Baltze

Sevgi kim?

Köln Schauspielhaus’da sahnelenen Gölgelerle Sınırlı Bir Oda ( yönetmen: Nuran Çalış) Sevgi Özdamar’ın otobiyografik romanının uyarlaması. Altmışlı, yetmişli yıllardan doksanlara değin Sevgi’nin yaşamından kesitleri anlatıyor. Hayaller, anılar, gözlemler, duygular döngüsü… Farklı zaman ve mekânların iç içe geçtiği bu karmaşık dünya hem karanlık hem renkli, hem hüzünlü hem neşeli, hem iç daraltıcı hem komik… Ama tekdüze hiç değil, sürekli bir hareket var sahnede. Sevgiler dans ediyor, gülüyor, ağlıyor, en önemlisi de kendini arıyor. Kim Sevgi? Kendi ülkesinde Shakespeare’in Ophelia’sını oynayan parlak bir oyuncu adayı mı, yoksa Almanya’da bir Türk hizmetçi kadınını canlandırmaktan başka bir şey elinden gelmeyen bir tiyatro oyuncusu mu?
Geldiği ülke darbelerle dolu, güvencesiz, korkutucu… Ege’de küçük bir ada (Cunda adası) sığınma yeri. Ama orası da geçmişin travmalarıyla dolu, terkedilmiş bir kilisedeki hayaller, kâbuslar… 1915 Ermeni katliamı, 1923’deki mübadele, adada yerleşik rum kökenlilerin göçe zorlanmaları, Yunan topraklarında yaşayan Türklerin yaka paça adaya gönderilmeleri, insanların yerlerinden yurtlarından edilmeleri, acılar, kayıplar, hüzün… Sonra yine yakın geçmiş: Altmışlı, yetmişi yılların kaygı ve korkuları, seksen darbesi Sevgi’nin apar topar göçe zorlanması. Ama sahnede üstüne doğru gelen dev büyüklüğünde kargaların dediği gibi parlak bir gelecek beklemiyor onu. Yabancı olma, kendini dışlanmış duyma, dilini yitirme… Bir oyuncu dilini bile bilmediği bir ülkede ne yapabilir, kendine soluk alabileceği bir yaşam alanı nasıl yaratabilir, kendini nasıl var edebilir?

Sığınma mekânları

İstanbul, Berlin, Paris, Bochum, Avignon… Sürekli göç ve arayış…Tiyatro bir sığınma yeri olabilir mi? Korkulardan, kaygılardan onu kurtarabilir mi? Oyun boyu yinelenen ”Nerede yaşıyorsunuz madam?” sorusunun yanıtı kimi kez ona sevgiyle kucak açan bir sanatçıya gönderme yapıyor ”Benno Besson’da yaşıyorum”, kimi kez de Bochum’da gözüne çarpan küçük bir sincaba. Kendi ülkesinde şiddet ve korkular, Avrupa ülkelerinde yabancılaşma, dışlanma dolu bu yarı karanlık dünyada sanat ona bir sığınak oluyor. Böylece yavaş yavaş yönetmen yardımcılığından ve oyunculuktan yazarlığa doğru yol alıyor. Yitirdiği dilin metaforlarıyla (Türkçe) ve öğrenmeye çalıştığı yeni dille (Almanca) kendini anlatıyor, çalkantılı yaşamını, hayallerini, düş kırıklıklarını… Sonunda da çok değerli bir ödül olan Ingeborg Bachmann ödülünü alarak doruğa ulaşıyor.

Dramaturjik kurgu

Bir sanatçının inişli çıkışlı, çok renkli yaşam öyküsü sahnede izlediğimiz. Oyuncuların inanılmaz enerjisi, tarihsel arka planı sergileyen görüntüler ve müzik oyuna müthiş bir dinamizm katıyor. Ancak oyunda öylesine bir karmaşa var ki sahne geçişleri zaman zaman birbirinden kopuk kalıyor. Söz gelimi Sevgi’nin Paris’te yaşadığı romantik bir aşkın hemen arkasından Ermeni katliamına geçiş iyice yadırgatıyor. Çünkü ard arda gelen ve farklı zaman ve mekânlarda geçen özel ve politik bu iki sahne arasında hiç bir bağlantı kuramıyoruz. Bu açıdan sahnelemede romanın özü, karmaşık yapısı, renkliliği, hüznü iyi yakalanmış bile olsa düşünsel bütünlüğü sağlayan dramaturjik kurgu yetersiz kalıyor. Ama belki de bugün sahnelenen bir çok oyunda olduğu gibi özellikle düşünsel bütünlüğün olması istenmiyor, düşünsel tasarım izleyiciyi kısıtlama ya da dayatma gibi geliyor. Eğer öyleyse bunun bu sahne yorumunda çok anlamsız olduğunu düşünüyorum. Öte yandan Özdamar’ın türlü buluşlarla dolu renkli dilinin de ikinci plana itilmesi oyunu anlamayı iyice zorlaştırıyor.

Fotoğraf: David Baltze

Roman uyarlamaları

Son yıllarda romandan tiyatroya uyarlamalar iyice moda oldu. Bu çok güç bir çalışma olmalı, çünkü romanın en temel aynı zamanda en teatral yanlarını çıkartarak bir tasarım yapmak, başka bir deyişle oyuna bir yorum getirmek gerekiyor. Bu yorum, yani yönetmenin ve dramaturgun alımlaması yazarın düşüncesi doğrultusunda olabileceği gibi ondan uzaklaşabilir de. En son izlediğim Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanının sahne uyarlamasında (yönetmen: Serdar Biliş) böyle bir dramaturji çalışması yapılmadığı için oyun uzadıkça uzuyor, sonunda da dayanılmayacak kadar tekdüzeleşiyordu. Oysa sinema ve tiyatronun içiçe geçtiği oyunda hem teknik donanım hem de Serkan Keskin’in oyunculuğu mükemmeldi. Gölgelerle Sınırlı Bir Oda’da hem zaman sınırı olduğu için hem de oyunun düşmeyen ritmi tekdüzeleşme tehlikesini bir dereceye kadar engelliyordu. Ancak her iki uyarlamanın da ortak yanı dramaturji çalışmasının eksikliğiydi. Öte yandan Sevgi Özdamar’ın oyununu ancak onun romanlarını okumuş olan, yaşadığı dönemi bilen, bu dönemin kültür yaşamını belirleyen sanatçıları tanıyanlar anlayabilir. Bu açıdan güncel bir dramaturji çalışmasının bunu da göz önüne alması gerekiyordu ki sahne uyarlamasında bunun eksikliği çok belirgindi.
Acaba günümüzde neden roman uyarlaması bu kadar moda oldu? Ünlü yazarları tanıma isteği mi? Dikkat edilirse roman uyarlamaları hep en ünlü, en tanınmış yazarların yapıtlarında odaklaşıyor. Okuma kültürünün giderek azalması mı? Nitekim oyuna gelen genç izleyicinin Sevgi Özdamar’ın romanlarını okumuş olduklarını hiç sanmıyorum. 800 sayfalık bir romanı okumaktansa iki saatlik bir oyunu izlemek kuşkusuz daha kolay. Varsayımım doğruysa izleyiciye Sevgi Özdamar’ı da yaşadığı dönemi de daha iyi anlayabilecekleri bir yorum sunmak gerekmez miydi?

Romandan sahneye uyarlamalar başını alıp giderken günümüzde tiyatrodan romana uyarlama hiç yok. Bu açıdan Babalar, Amcalar ve Diğerleri ve Erkeklik Hapishanesi oyunlarımı çocuk tacizi ve istismarı konusunu ele aldığım Hatırlayamadıklarımız romanıma uyarlarken kendimi çok ayrıksı hissettim. Bu tür bir çalışmada romandan tiyatroya uyarlamanın tam tersi bir yol izleniyor. Oyun malzemesinden yola çıkılarak çok daha geniş bir çerçeve çiziliyor. Amaç özü yakalayarak romana uygun bir biçimde genişletmek, karakterleri, çatışmaları, olayları da ona göre somutlaştırarak biçimlendirmek. Ama her iki uyarlama türünde de önemli olan düşünsel bir tasarımın olması. Bu yapılmadığı zaman uyarlamalar bana göre yavan ve anlamsız kalıyor.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Zehra İpşiroğlu

Yanıtla