Fulya Paksoy
‘Bedenin bilgeliği mi sözün inceliği mi’ tartışmalarının bir yol ayrımıymış gibi karşımıza çıktığı zamanların içinden geçiyoruz, yeniden. Nicedir süren bir laf kalabalığının içinde boğulmuş bedenlerin potansiyelleri; kıvrımları, coşması, durulması, birleşmesi, dağılması ve tabi ki kırılganlıklarını tekrar tekrar keşfetmeye çalışıyoruz. Bu tartışmalara önemli katkılar sunmuş bir sanat tiyatro. Kendi varoluş araçları beden ile söz ve tabi ki bunların yarattığı duyumsalar, düşünüşler olduğu için bedensel karşılaşmaların önemli alanlarından biri olmaya devam ediyor. Onu performatif olandan değil ama ‘Performans’tan ayıran biricik özelliği ise hala bir kurmacanın; kurulmuş bir örüntünün içinde kalmamızı sağlaması; ona rağmen ve onunla birlikte akması. Tiyatro, ancak seyircisiyle karşılaşınca tamamlanmaya doğru akan performatif bir alanın içinde var olduğundan, oyunun akacağı yatağı kuran ‘yaşayan bir dramaturji’nin olanaklarıyla üretmek belki de her zamankinden daha önemli bir hale geliyor bu yüzden. Hele deneysel bir oyunun içindeyken.
İzmir’ de kurulmuş bir topluluk olan Tiyatro Terminal (1), son oyunu Körebe ile hem beden ile söz arasındaki bu ‘ayrımı’ sahneye taşıyor hem de yaşayan dramaturgi ile değişime açılarak sahneden seyirciye doğru taşırıyor arayışını. Üretim sürecinden başlayarak tiyatroda başka yollar bulma arayışıyla ürettiği deneysel bir oyunla karşımıza çıkıyor bu kez. Dolayısıyla izleyiciye alıştığı konvansiyonların dışında bir seyirlik sunmayı vaad ediyor oyun. O, bu deneysellikle ne yapıyor ve bizim payımıza ne düşüyor ona bakalım şimdi.
Sözler parçalanıp dağılmış. İktidar yine sahnede. Bir görünüp bir kayboluyor. Evet, çoğu zaman ekranlarda. Ama orada değil sadece. İçine doğduğumuz, bizi biz yapan bir kavrayışla iktidardan bahsediyorsak eğer, beden ile söz aynı iktidarın başka yoğruşmuşluklarıyla var olurken ‘sözün bittiği yer’e çeviriyor gözlerimizi oyun. Burası tuzaklarla dolu, çünkü insanı bir ip üstünde sıraya sokacak, hizaya getirecek ikili karşıtlığın karanlığıyla beden ile sözü birbirinden ayırma riski içeriyor. Bu açıdan oyun, bu karşıtlığın üzerinde yürümeye çalışan bir ip cambazlığına girişmiş gibi gözüküyor.
İçinde bulunduğumuz iktidarda, ona rağmen ve onunla birlikte başa çıkma biçimlerinde bedene veriyor sözü. Böylece ‘söz ve fallus merkezli Yasa’yı ilahileştiren bakış açısını tartışmaya açıyor. Özellikle Judith Butler’ın, bu ‘Yasa’nın sürekli sakarlıklar yaptığına dair tespitlerini hatırlayarak devam edersek, iki ayağımızı bir pabuca sokan dünyada sakarlıkların şahikası olarak gördüğümüz karnavalesk, bir kez daha karşımıza çıkıyor. İçine sokuşturulduğu kimliklerin dikişlerini patlatmış, kabına sığmayan bireyler tekrar tekrar disipline edilmek zorunda kalıyor ama ne çare. Bir türlü tıkır tıkır işlemiyor işte sistem. Ne yapsalar olmuyor. Bir kısır döngüye girmiş gibi gözüken bu iktidar ilişkileri, karşılaşmalar ağı içinde sürekli olarak kelimenin her iki anlamıyla da birbirine bulaşmaya devam ediyor çünkü.
Çokça düştüğümüz bir savunma biçimi olarak ‘tersine çevirme’ye baktığımızda, sözün yerini beden almış diyebilir miyiz bu oyunda? Hani öyle çok da ele avuca sığıyormuş gibi gözükmeyen ‘oynayan insan’, gülüşmeleri, sokranmaları, çığlıkları, alaycı homurtuları, pek tabi aynısının tıpkısı olmayan taklitleri ve ‘dünya çölünü yeşertmeye yetecek anları’ ile burada. Kültüre atfedilen ne kadar kötülük varsa sözde; doğaya atfedilen ne kadar iyilik varsa bedende ya da tersi de değil. Dolayısıyla bu ilişkiler ağı içinde bir kez daha ‘iyinin ve kötünün ötesinde’ tekrar tekrar karşımıza çıkan bir tehditi de gözler önüne seriyor. Çokça üzerinde durulduğu gibi ‘kimse aşağılanmayı kabul etmek zorunda değil’ çünkü. Öyleymiş gibi gözükse de parça parça olmuş bu kimlikler karmaşası içinde, bir hınç kültürü yarattığını, günah keçileri tayin ederek konuyu çözmeye çalıştığını, sürekli orasından burasından patladığını çokça konuştuk şimdiye kadar. Sözün bittiği yer burası belki de. Bir kez daha insanlığın karanlığına bakıyoruz. Ne bedenin iyilik timsali bilgeliği ne de sözün püri pak inceliği var burada.
Konumuz tiyatroyken bu ‘tersine çevirme’ başka bir anlam daha kazanıyor elbette. Çatışmanın illa ayyuka çıktığı ya biri ya öbürünün kazanacağı ve gerekirse bu çatışma uğruna kendilerini feda edebilecek oyun kişilerinin sıkıştığı bir dramatik kalıbın parodiye dönüşmesini izliyoruz oyunda. Ne yapacağımızı bilemediğimiz dördüncü duvar, hiç de öyle eski şaşasıyla dikilmiyor artık önümüze. Kendi gitmiş izi kalmış bu duvardan taşan oyuncuları, sözleşmemiz gereği koltuğumuza oturup uslu uslu izlerken ‘peki onlar da bizim gülüşmelerimizi duyuyor mu’ diye bir soru oluşuyor aramızda. Ekrandakilerin duymadığını biliyoruz artık ama bedensel karşılaşmaların alanı olarak biricikliğini koruyan tiyatroda oyuncu seyirci ilişkisine özellikle dikkat çekmek istiyorum. Çünkü madem ikili karşıtlığın parodisinin gözler önüne serildiği deneysel bir oyuna bakıyoruz ve dijitalleşen bir çağın içinde oyuncu bedenler ile seyirci bedenlerin karşılaşmasıyla varolan bir tiyatrodan bahsediyoruz, oyuncu ile seyircinin birbirine bulaşmasından da bahsetmemiz gerekmiyor mu? Bir kalıba sığamayışın içinde akan Körebe, tüm bu tartışmaları gözlerimizi bedene çevirerek deneysel bir yaklaşımla sergilerken seyircinin bedenini de dikkate almamız gerektiğini hatırlatıyor bana kalırsa. Yaşayan dramaturji seçimi ile deneysel bir oyun arayışına bakarsak, hem kendisine hem de bize hatırlatıyor bu arayışı.
1 https://www.tiyatroterminal.com/tr/anasayfa