[Işıl Çalışkan’ın Birgün’de yayımlanan söyleşisini okurlarımızla paylaşıyoruz.]
Küçücük bir çocukken sahneye çıktığında, kalbinde yanan tiyatro aşkının bir ömür boyu süreceğini kim bilebilirdi? 65 yıl boyunca sahnelerin parlayan yıldızı olan Müjdat Gezen, sadece oyunculuğuyla değil, yetiştirdiği sayısız öğrenciyle de Türk tiyatrosuna damgasını vurdu.
Başarısını sayısız ödülle belgeleyen usta sanatçı en son İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın 28. kez düzenlediği İstanbul Tiyatro Festivali’nde Onur Ödülü aldı. Gezen’le ödülüne istinaden tiyatro serüveninde bir yolculuğa çıktık.
Ödül töreninde sahneye 10 yaşında adım attığınızı söylediniz. Bu yaşta sahneye çıkmanın kariyerinizdeki en büyük avantajı ve en büyük zorluğu ne oldu?
Küçük yaşta bilinçsiz çıkmışım ama iyi ki de çıkmışım. Yeniden dünyaya gelsem yine oyuncu olmak isterim. Oyunculuk zengin mesleği değildir. Hep dar gelirli aile çocuklarının yaptığı bir meslektir ama mesleğin kendisi zengindir. Ne istersen onu oluyorsun. Mesela bir beyaz önlük giyiyorsun doktor oluyorsun, bir siyah cübbe takıyorsun avukat oluyorsun, ona buna hakaret ediyorsun Cumhurbaşkanı oluyorsun…
Sadece mesleğimi iyi ve doğru yapmaya çaba gösterdim hayatım boyunca. En az hatayla mesleğimi yapmak için çok çalıştım ben. Üç tane öge bu iş için şart. Biri yetenek, ikincisi eğitim, üçüncüsü de çok çalışmak. Bir tanesini sacayağından çıkarınca bu iş olmuyor.
Tiyatro hayatınızda hiç olmasaydı nasıl biri olurdunuz?
Bilmem ki, tiyatro hayatımda hep var oldu. İkinci alternatifim hiç olmadı. 10 yaşında sahneye çıkarsanız artık sonrası bilince değil bilinçaltına bile giriyor.
Hali hazırda devam eden ‘Acayip Bir Oyun’ isimli tiyatro gösterinizde yaşamınızdan kesitler sunuyorsunuz. Oyuna seyirciyi de dâhil ediyorsunuz. Bunu neden önemsediniz?
Hayatımdaki önemli meselelerden bir tanesi hayatı sorgulamak. Oyun aralarında seyirciye mikrofon dolaştırıyorum. Bana soru sorun diyorum. Sorular sansürsüz ve denetimsiz oluyor. İstediği soruyu soruyor herkes. Çünkü benim hayatımda gizler yok. Her şeyim açık her şeyim ortada. Hayatı sorgulamak bizim okulun ilkelerinden de bir tanesi. Soru soran insanların yetişmesini istiyorum. Çünkü soru sormak son 20 yılda yasaklandı.
Bu nedenle çok sayıda gazeteci de yargılanıyor.
Evet, “O soruyu öyle sorma böyle sor” diyor. Soru sorana aittir. Benim sormam gereken soruları iktidar tespit ediyor, bunu, bunu sorabilirsin diye.
Siz de oyununuzla buna bir anlamda tepki gösteriyorsunuz.
Evet, tamamen sansürsüz ve denetimsiz.
GENÇLER DE ÖĞRETİYOR
Kariyerinizin kırılma noktası ne oldu?
Okulu açtığım gün hayatım değişti. Çünkü o güne kadar öğrendiklerimi öğretmeye başladım. Son 20 yılın gençleri şu an bizim öğrencilerimiz. Siyasi hayatta sadece bir kişiyle tanıştılar, öbür örnekleri bilmiyorlar. Bense İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı’ndan itibaren hepsini tanımıştım. Bu kuşağın bir şanssızlığı oldu: Tek kişiyi tanımak. Onun için 5 tane ilke koymuştum okula. Özgür, özgün, doğal, soru soran, ömür boyu eğitim.
Hocalık dönemi size ne öğretti peki?
Öğrencilerim mezun olduktan sonra artık meslektaşlarım oluyor. Çoğuyla karşılıklı oynuyoruz. Hiç kuşkusuz gençlerden öğrenecek bazı şeyler var. Mesela bazılarında nelerin yeni kuşak kafasıyla yapılması bazılarında da nelerin yapılmaması gerektiğini öğreniyorum. Ben hayatımda hiç nasihat vermem ve öneride bulunmam. Sadece hayattan öğrendiklerimi onlara aktarırım. Bizim okuldan dikkat ederseniz hep birbirinden farklı oyuncular çıkmıştır.
Onlara alan açtığınız için mi?
Kendi kişiliği ön planda olsun. Oyunculuk teknikleri konusunda da bizim tekniklerimizden yararlansın. Hepsi yüzümüzü ağartan oyuncular oldu. O bakımdan çok şanslıyız.
Sahne ve yaşam arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?
Hayatın tam kendisi değildir. Shakespeare’in dediği gibi de bir tarifi var oyunculuğun; ayna tutarsın yalnız ayna da kritik bir meseledir. Çünkü aynada sağ eldeki kalem sol elde görünebilir.
Tiyatroya dair bir hevesiniz kaldı mı?
Hiç yok. Ben profesyonel olarak 65 yıldır yapmak istediğim her şeyi yaptım. Figüranlığından başrolüne, tiyatro işçiliğinden tiyatro mekânı sahibi olmaya kadar. Onun için “Ah keşke şunu da yapsaydım” dediğim hiçbir şey yok.
HEP KENDİMLE YARIŞTIM
Tiyatro Festivali’nde Onur Ödülü’ne değer görüldünüz. Neler hissettiniz?
Onur Ödülleri bir yaştan sonra yaşlı aktörlere verilen onursal ödüller oluyor (Gülüyor). Ankara Film Festivali’nde Aziz Nesin Ödülü’nü alacağım, Antalya Altın Portakal’da Cumhuriyet’e Hizmet Yaşam Boyu Onur Ödülü alacağım.
E hoş, tebrikler. Bu yıl sizin ödül yılınız olmuş.
Umarım böyle devam eder, 40, 50 ödül de alsak kenarda kârdır. (Gülüyor)
Sanatta yarışma fikrine nasıl bakıyorsunuz?
Ben hep kendimle yarıştım ve kendinizle yarışırsanız birinci olursunuz.
Bu yılki Tiyatro Festivali’nde sizi en çok heyecanlandıran yapım ne oldu?
III. Richard’a gitmek istiyorum. Çünkü ben onu Al Pacino’dan seyretmiştim. Burada da sanıyorum Schaubühne Berlin isimli yabancı topluluk güzel oynayacaktır. Macbeth geliyor onu göreceğim. Yerli oyunları da merak ediyorum. Ama ne yazık ki hepsine gitme fırsatım yok. Güzel bir festival olacak.
***
NASIL BİR VAHŞET!
Müjdat Bey, öte yandan gündem kapkaranlık. Narin’in, 8 yaşında bir kız çocuğunun hayatı elinden alındı. Haftalardır meselenin detayları konuşuluyor.
Sormayın, dayanamayıp haberleri kapatıyorum. Tam nedenini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyoruz ve çok acı geliyor. Sekiz yaşında hayata yeni başlayan bir çocuğun yaşamını kim nasıl elinden alıyor! Unutmayın bu bir kız çocuğu. Bunun acaba İstanbul Sözleşmesi’yle bağlantısı var mı? Ona da bakmak lazım yoksa altında tarikatlar mı var? Buna da bir bakmak lazım. Nereden bakarsanız bakın 8 yaşında bir çocuğun hayatına son vermek nasıl bir vahşet ve ne kadar ilkel.